Orkun Ucar, Burak Turna – Metal Fırtına 1

Karanlık, doğanın örtüsü haline gelmişti. Sessizliğin içinde, böcek çığlıkları bile duyulmuyordu. Irak’ın dağlık kuzey bölgesinin sınırındaydı burası. Çölün sona erdiği topraklarda düzlükler ve yükseltiler birbirine karışmaya başlıyordu, ufuk çizgisindeki dağlık alan, karanlığın içinde ancak bir gölge olarak beliriyordu. Geniş düzlük alanları ara ara tepeler kesiyordu. Zor bir coğrafyaydı; hem toprak, hem de insan olarak. Çok şeylere gebe bir dünyanın manzarasıydı, geleceğin karmaşasını içinde beslediğini belli etmiyordu pek. Bu donmuş an, önce hafif bir titreşimle bozuldu. Ardından o düzlüklerden birisinin sınırındaki kayalık alanda taş parçalarının toprak üzerinden aşağı doğru yuvarlanma sesi ve hemen ardından bot sesleri duyuldu. Askerler koşarak kayadaki yarığın içinden çıktılar ve hızla tepeden aşağı indiler. Üniformaları dışındaki her yerleri siyah çamurla kapatılmıştı. Yorgundular, neredeyse iki gündür en alt seviyede öğünle yaşamaya çalışıyorlardı ve şimdi de uzun bir mesafeyi, üzerlerindeki kırk kiloya varan yükle koşmak zorundaydılar. Tek şansları, yokuş aşağı koşacak olmalarıydı ama yaklaşık iki kilometre ötedeki yabancı askerî birliğe görünmeden bu mesafeyi almak gibi zor bir durum ile yüz yüzeydiler. On iki askerden oluşan öncü gözetleme timinin başındaki Üsteğmen Alper en önde hızla aşağıya doğru koşmaya başlamış, hemen peşinden de erler büyük bir hızla ileri atılmışlardı. Değil iki kilometreden, yüz metreden bile fark edilmeleri neredeyse imkânsızdı.


Karanlığın içindeki gölgeler hızla tepeden aşağı kaydı, koşu bir süre düzlükte de devam etti. Çok güçlü bir askerî birliğin karargâh merkezine bakan bir tepeden gözlem yapmışlardı, fark edilmeleri halinde vurulmamalarına imkân yoktu. Yirmi dakika süren koşunun ardından büyük bir kayanın arkasına sıralandılar. Takımın en irisi ve makineli tüfekçisi Serdar, kayanın biraz açığında siper alıp nişangâhını, geldikleri istikamete yöneltti. Üsteğmen Alper tek dizinin üzerine çökmüştü. Telsiz eri hemen yanına geldi ve kriptolu mesaj modunu açtı: “Şahin’den Baykuş’a, tamam.” Telsizden gelen cızırtıyı dinlediler bir süre: “Şahin’den Baykuş’a, tamam.” Üsteğmen sabırsızlanmaya başlamıştı: “Baykuş’tan Şahin’e. Devam edin. Tamam.” “Baykuş, Kerkük’ün on beş kilometre kuzeydoğusunda 101. Piyade Tümenine bağlı olduğunu sandığımız, tugay büyüklüğünde bir birliğin merkez karargâh koordinatları belirlendi. Olağanüstü bir askerî hareketlilik var. Bildiriyorum….” “Baykuş’tan Şahin’e.

Sağ olun. Tamam.” “Anlaşıldı. Tamam.” 2 Alper sürünerek, dürbünle karargâhı gözleyen komando er Uygar’ın yanına geldi. Uygar dürbünü uzatırken parmağıyla iki noktayı işaret etti. Eski, beyaz bir kamyonet, karargâhın kapısından oyalanmadan geçmiş, büyük bir çadıra doğru ilerliyordu. Araç, çadıra girmeden önce ellerinde silahlarıyla birkaç poşulu, aracın içinden çıktı. Uygar, “Bunlar Peşmerge’yse kafamı keseyim,” dedi. Alper cevap vermedi. Son zamanlarda Kerkük’te Kürt olmayan nüfusa karşı yapılan saldırılar iyice artmıştı. Ankara’nın uyarılan ne Kürt hükümetinde, ne de ABD’de ses buluyordu. Amerikan hükümetinin dış politikası tamamen Rum, Ermeni ve Yahudi lobisinin eline geçmiş gibiydi. Kıbrıs konusunda da gerilim iyice tırmanıyordu. Kuzey Irak’ın karışmaya başlaması ve Türkmen varlığının tamamen ortadan kalkma tehlikesinin baş göstermesi ile birlikte, Türkiye’nin bir zamanlar reddettiği askerî katkı, sanki zorunlu olarak gerçekleşmişti.

Bütün bu gelişmelerin yanında istihbarat raporları, Amerikan kuvvetlerinin Suriye’ye müdahale etmeye hazırlandığına işaret ediyordu. Esad Hükümeti zordaydı. Yorumcular, belki de bu nedenle ABD’nin, Türk Ordusunun Kuzey Irak’a girişine ses çıkarmadığını belirtiyordu. Askerlerin sessizliğe alışkın kulakları, derinden gelen bir sesin varlığını algıladı. Düzenli bir ivme ile artan bir titreşimdi bu. Üsteğmen Alper birkaç saniyede sesin ne olduğunu anladı. Bu bir helikopterdi ve açık bir şekilde, bulundukları noktanın belli bir uzaklığında daire çiziyor olmalıydı ama ne bir ışık, ne de bir siluet görülebiliyordu. Dakikalar boyu karanlığı gözlemlediler, tam siper almış vaziyetteydiler ama silahlarını doğrultacakları bir hedef yoktu ortada. Kısa bir süre sonra ses uzaklaştı ama bu sefer daha uzaktan, daha farklı sesler gelmeye başladı. Üsteğmen Alper, makineli tüfekçiyi daha iyi bir yerde siper alması için uyardı. Serdar hemen arkadaşlarından beş on metre ileride, daha alçak bir kaya parçasının arkasına saklandı. Birbirleri ile işaretleşmek üzereydiler ki iki siper noktasının arası bir anda aydınlandı, şimşek çakmış gibiydi. Türk Deniz Piyade Tugayı istihbarat timinin askerleri neye uğradıklarını şaşırmışlardı, gözleri görmüyordu, kulaklarına gelen sesler sanki metal bir koninin içinden geçer gibi ulaşıyordu. Hiç kimse neler olduğunu anlayamıyordu. Makineli tüfekçi Serdar ile diğer askerlerin arasında şiddetli bir patlama olmuştu.

Patlamanın hemen arkasından birkaç yüz metre ötedeki değişik noktalardan mermi yağmaya başladı, izli mermiler arka arkaya gece karanlığını delip sessizlik perdesini yırtıyordu. Alper gözlerini açtı, az önce olması gereken noktadan birkaç metre ötedeydi. Üzerindeki elbiseler yanmış ve paralanmıştı. Vücudunun bazı yerlerinden kan aktığını hissedebiliyordu sadece. Bunun dışında fazla bir his yoktu bedeninde. Az ötesinde, yerde yığılı gölgeler gördü; bazıları hareketsizdi, bazılarıysa çok güçlü olmayan bedensel tepkiler veriyorlardı. Yerinden kımıldamaya çalıştı ama çok zorlanıyordu, şimdi etrafı görmek çok daha zordu ama izli mermilerin geldiği yerleri görebiliyordu. “Az önceki helikopter, asker getirmiş olmalı,” diye düşündü. “Çok kalabalıklar.” Yine helikopter sesleri gelmeye başlamıştı, bu sefer sesler birden çoktu. Aniden irkildi Üsteğmen, az ötesinde korkunç bir gürültü meydana gelmişti, insan üstü bir gayretle doğruldu. Kayayı siper alan Serdar kendine gelmiş olmalıydı ki, makineli tüfeğini konuşturmaya başlamıştı. Eli, hiç durmadan tetiği çekiyordu. İzli mermilerin ateşlendiği noktalara onlarca mermi yolluyordu. Serdar bir an yanına baktı, Üsteğmen ile göz göze geldiler, gülümsediler.

Alper G-3’ünü seriye ayarladı ve birkaç darbede şarjörü karşı tarafa boşalttı, yere yattı. Bir süre için düşman ateşi kesilmişti. Bu aradan yararlandı ve telsizcinin yanına süründü. Telsiz görevlisi askere baktı ama eline gelen şey nedeniyle irkilip geri çekildi. Çok kötüydü durumu, şarapneller boynunu kesmişti, yaşayıp yaşamadığını bilmiyordu. Telsizi sırtından alıp uzaklaştı. Az önce ateş açanlar toparlanmış, bu sefer Serdar’ı öldürmek için ateş ediyorlardı. Üsteğmen ne yapacağını şaşırdı. Serdar çok iyi siper aldığı için 3 vurulmamıştı ama seken mermiler etrafı cehenneme çevirmişti. Telsizi çalıştırmayı denedi, herhangi bir hasar yoktu ama cızırtılı arka sese pek çok ingilizce konuşma karışıyordu. Üsteğmen karşısındaki Amerikan askerlerinin çok heyecanlı olduklarını anlayabiliyordu. Sürekli telsizden bağırıyorlardı: “Take’em out, take’em out!!”* * Öldürün onları, öldürün! Üsteğmen Alper, telsizden merkeze ulaşmaya çalıştı. Bir süre sonra zayıf ve derinden gelen bir cevap duydu: “Baykuş’tan Şahin’e, konumunuzu bildirin.” “Şahin’den Baykuş’a. Az önce size verdiğim koordinatların iki kilometre kadar güneydoğusunda ve yoğun ateş altındayız.

Amerikalılar her taraftan ateş ediyor, askerlerimin çoğu şehit oldu komutanım. Helikopter sesleri duyuluyor, her an roket ateşi bekliyorum, tutunmaya çalışıyoruz.” Üsteğmen Alper’in sesi karşı taraftaki telsizden çok umutsuz olarak algılanıyordu. Deniz Piyade Tugayının Kerkük’e yakın merkez karargâh çadırındaki tabur komutanları hiddetle ayağa kalkmış, olanların ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyorlardı. Hiçbir düşmanca harekette bulunmamış olan bir ileri kol takımına, böylesine acımasızca saldırmanın altında nasıl bir neden olabilirdi? Kuzey Irak’taki Türk askerî varlığı ABD Irak’ı işgal ettiğinden beri bir gerilim kaynağı olmuş, hatta Çuval skandali diye anılan; istihbarat amaçlı olarak bölgede bulunan, özel Kuvvetlere bağlı askerlerin gözaltına alınması olayı patlamıştı. Telafer ve Kerkük’teki saldırılar gerilimi tırmandırmış ama asla böylesi bir sıcak çatışma noktasına gelmemişti. İki taraf da birbirine temkinli davranıyordu. Şimdi bu saldın neden olmuştu? Tabur komutanı olan binbaşıları tutmak çok zordu. Hepsinin elinde birer kalaşnikof vardı ve tek başlarına bölgeye gitmek için can atıyorlardı. Tugay Komutanı Tümgeneral İhsan Er, telsizden Genelkurmay ile görüşmeye uğraşıyordu. Elektronik karıştırmanın yol açtığı kesilmeler meydana geliyordu bazen ama bir süre sonra tekrar iletişim kurulabiliyordu. Çadırın içi sigara dumanı ile dolmuştu, üst düzey askerler dışındaki subaylar dışarı çıkartılmış ve “Hazır ol” emri verilmişti kendilerine. Deniz Piyade Tugayı, Türk Ordusunun gözbebeği ve savaşa en hazır birliğiydi. Ancak karşılarındaki birlik, eğer yanılmıyorlarsa, ki yanılmadıklarından emindi hepsi de, Apache helikopterleri ile desteklenen yirmi bin kişilik bir tümenin en hızlı tugaylarındandı. “Çocuklar, askerlerimizi öldürüyorlar, ne yapacağız?” dedi Tümgeneral İhsan Paşa.

“Komutanım, yardımlarına koşalım,” dedi bölük komutanı Yüzbaşılardan birisi. “Evet, zaman kaybetmemeliyiz,” diye atıldı Tugay Komutan Yardımcısı Albay. “Ya Genelkurmay?” Tümgeneral çok endişeliydi; verecekleri karar, içinden çıkılmaz bir olaylar zincirini başlatabilirdi. Sanki Amerikalılar bunu istermiş gibi yakınlarına gelmişlerdi. Büyük kuvvetler birbirlerine yaklaştığı zaman uç kolların arasında temas yaşanmaması neredeyse imkânsızdı ve Amerikan tümeni bu hareketi ile resmî olarak düşmanca bir tutum sergilemiş kabul edilebilirdi. “Komutanım, saldırı altında olan Genelkurmay değil, bizleriz.” 1. Tabur 2. Bölük Komutanı Yüzbaşı Hakkı Sayın’ın sesi sert ve bakışları deliciydi, yüzündeki siyah boyalar nedeniyle korkutucu bir ifade yerleşmişti yüzüne. Çadırdaki konuşmalar devam ederken emir vermiş ve acil olarak teğmen, astsubay ve erlerden oluşan yirmi kişilik bir tim oluşturulmasını istemişti. Makineli tüfekler ve roketatarlar taşıyan 4 askerler beş dakika sonra çadırın önündeydi. “İzin verin, ben, komutamdaki yirmi askerle yardımlarına koşmak istiyorum. Tüm tugayı ya da bir taburu harekete geçirmek zaman alır ve zayiatı artırır. Benim fikrim, tugayın hemen ciddi savunma pozisyonuna geçmesi ve bizimle kontak halinde kalması. Koordinatlar belli, bölgeye hava saldırısı istenebilir.

” İhsan Paşa, Yüzbaşı ile gurur duyuyordu, bir general kadar hevesli ve düşünceliydi. “Tamam Yüzbaşı, hemen harekete geçin ve kalanları kurtarın. O herifleri püskürtmeni istiyorum. Biz savunma pozisyonu alıp Genelkurmaydan emir bekleyeceğiz, gerekirse bütün gücümüzle yükleniriz.” “Emredersiniz Komutanım!” Yüzbaşı Hakkı Sayın’ın sesi çadırdakilerin kulak zarını çınlattı. Konuşmasını bitirince hızla dışarı çıktı ve koşarak az ilerideki kamyona yöneldi. Askerler de aynı çabuklukla iki kamyona doluşup çatışmanın tam ortasına doğru yola çıktılar. Yaklaşık kırk beş dakikalık mesafedeydi çatışma merkezi. Tugayın komuta karargâh merkezi, tepelerin arasına kurulmuştu ve kamyonlar yolda hızla ilerlerken tabur ve bölüklerin arazide dağınık halde savunma hazırlığına geçmekte olduğunu fark edebiliyorlardı. Kamyon farlarının yarım yamalak aydınlattığı gece karanlığında insan siluetlerinin koşuşturduğunu, siper kazdığını ve yüzlerindeki kamuflaj boyalarını yenilediklerini görebiliyorlardı. Yüzbaşı Hakkı, öndeki kamyonda şoför yanına oturmuştu. Eli sıkı sıkıya tetikteydi. Ortamın heyecanı nedeniyle genç subay ve erlerin, durumun ne anlama geldiğini bilmediklerine emindi. Onlar bir çeşit terörist saldırıyı bertaraf etmeye gittiklerini düşünüyorlardı. Aradan otuz dakika geçtikten sonra patlamaları ve makineli tüfek seslerini duymaya başladılar.

Yüzbaşının yüzünde garip bir ifade vardı, anlamsızdı tamamen, dudakları oynuyordu. Sesler askerleri tedirgin etmişti. Çok fazla ses vardı, nasıl bir çatışmanın içine gidiyorlardı? Üsteğmen Alper, hâlâ nasıl hayatta kaldıklarına şaşırıyordu doğrusu. Erlerden üçü daha kendine gelmiş ve ateş etmeye başlamıştı. Hepsi kan içindeydi ama hiç konuşmadan karşıdan ateş gelen bölgeye kilitlenmiş durumda silah sıkıyorlardı, yaşamıyor gibiydiler. Telsiz açıktı ama söyleyecek fazla bir şey yoktu. Karşılarındaki düşman, baş edilebilecek bir güçte değildi; biraz sonra mermileri tükenecek ve birer birer şehit olacaklardı. Saldırının uyarısız gelmesinden, onları teslim olmaya davet etmeyecekleri belli olmuştu. Bu duygu ile rahatladı Üsteğmen Alper, gözlerinin önüne çocuğu ve karısı geldi. Şehirde yalnız başına yaşayan annesini düşündü. Hepsi belirsiz birer görüntüye dönüşüyordu aklında, onlar mı artık yoktu, yoksa kendisi mi yok oluyordu tam kestiremiyordu. Ellerine baktı, ailesine dokunan ellerine, onlara sevgiyle dokunan elleri şimdi kan ve toprak içindeydi. Bu eller… Onlara bir daha dokunamayacaktı. Ateş etmenin bir anlamı kalmamıştı ama emrindeki birkaç asker, zafer kazanacakmışçasına savaşıyordu. “Cem, nasıl gidiyor?” Az ilerisindeki İstanbullu askere seslendi, sesi hırıltılı ve yarı çığlık atar gibi çıkmıştı “Düşmana zayiat verdiriliyor komutanım.

” İstanbullu asker savaşın şoku içindeydi. Nişan almadan attığı mermilerin hedeflerine ulaştığını zannediyordu ama izli mermilerin gökyüzünde uçan ateşböceklerinden daha tehlikeli olduğu söylenemezdi. Alper Üsteğmen, yüzü kaskatı kesilmiş halde tetiğe basan temiz yüzlü çocuğa baktı. Kim bilir kimler onun eve bir an önce dönmesini bekliyordu; kendi gibi bebek suratlı sevgilisi, güleç annesi ve oğlunun işinin başına geçmesini bekleyen sevgi dolu bir baba, ya da buna benzer birileri. Ama o, ölümün kenarında kendinden geçmiş bir halde umutsuzca var olmaya çalışıyordu. Büyük bir patlama daha oldu. Masmavi ve parlak bir ışık çıkartmıştı bomba. Az önce kendine gelen iki er acı içinde bağırmaya başladı; birisi Uygar’dı. Diğerinin adını unutmuştu. Alper’in zihni garip tepkiler 5 veriyordu, hayatının bazı detaylarını da unutmaya başlamıştı. Vücutları şarapnel parçalan ile dolmuştu yerdeki askerlerin. Sadece bakabildi, hiç hareket edemedi Üsteğmen. Yerde kıvranıyorlardı. Kulakları uğuldamaya başladı Alper’in. Birkaç dakika içinde o da onların yanında olacaktı herhalde.

O artık şehit bir askerdi, yaşamdan ölüme geçişin olduğu yerdeki huzuru hissetti, ölüm, gerçekleşmeden önce bir korku aracı olabilirdi sadece, oysa onun kapısı açıldığında artık sonsuz bir huzur vardı. Alper kulaklarından kan aktığım hissetti, az önceki uğultu dayanılmayacak hale gelmişti. Başka bir sesti bu, yere vuran nal sesleri gibiydi, büyük bir süvari ordusu dağlardan kopup geliyordu sanki. Yüzbaşı Hakkı, kamyonu kullanan askere, “Dur!” emrini verdi. Yüksek bir kayalığın köşesini henüz dönmüşlerdi, kayaların üzerinde zayıf bitkiler vardı ama alan, o kadar girintiliydi ki birkaç askerin böyle yoğun bir çatışmada bu kadar uzun süre dayanmış olmasına şaşırmadı. Henüz çatışmanın olduğu yeri göremiyordu ama hemen kayalığın arkasında olduğunu biliyordu. Kamyondan atladı ve el işareti ile askerlerin inmesini istedi. Yirmi asker hızla kamyonları terk etti. Yüzbaşı şoförlerin de inmesini istedi. O kamyonlara ihtiyaçları olacağını sanmıyordu. Koşarak kayanın kenarına geldi ve başını uzattı, diğer askerler, arkasında tek sıra halinde dizilmişti. Gözleri dehşet içinde açıldı Yüzbaşının. İrkilmişti, bedeni bu irkilmeyi olanca gücüyle dışarı yansıttığı için askerler ona iyice yaklaşıp, silahlarına sıkı sıkıya sarıldılar. “Allahım!” diye bir hırıltı çıkardı Yüzbaşı. Diğer takımın komutanı Üsteğmen yanına yaklaşıp başını uzattı.

Onun da yüzü, üstünden farksız hale gelmişti. Karşılarında cereyan eden manzarayı anlatmak zordu. Yüzlerce ışık huzmesi çok dar bir alana doğru yağıyor ve orada ortadan kayboluyordu. Hedefledikleri alan, çelik eritme kazanını andırıyordu. Işık huzmeleri bir araya gelip sürekli yanan bir ateş görünümü kazanıyordu. Ateşin yoğunlaştığı bölgeden atılan birkaç izli mermiyi görünce Yüzbaşı ve Teğmenin gözünden yaşlar boşandı. Hâlâ sağ bir iki asker vardı orada ve şehit olmaları an meselesiydi. Bulundukları nokta, çatışmanın tam paralelinde kalıyordu, her iki tarafa da eşit mesafedeydi. Yüzbaşı, askerleri başına topladı: “Çocuklarım, biz buradan sağ çıkamayız, isteyen varsa hemen kamyona atlayıp karargâha dönsün. Bu vebali üzerime alamam.” Askerlerin gözleri doldu, kimseden ses çıkmıyordu. Helikopterlerin sesleri artmaya başlamıştı. Birazdan oradaki ufacık direniş cebine roketleri yollayıp işi bitireceklerdi. “Olmaz komutanım!” diye haykırdı erlerden birisi. Diğerleri de ona katıldı, gözlerinde umut yoktu ama çelik gibi bakıyorlardı komutanlarına.

Hepsi silahlarının emniyetini kapatıp tetiklerini seriye ayarladı. Beş tane makineli tüfekleri vardı. İki asker de roketatarı kullanacaktı. “Hep beraber izli mermilerin kaynaklarına ateş açacağız çocuklar. Roketleri helikopter sesi gelen tarafa gönderin, gölge görürseniz ona doğru ateş edin. İlk ateşten sonra serbestsiniz çocuklarım, Allah ne verdiyse. Ben direnen askerlerimin yanına koşacağım, beni korumaya çalışmadan o pisliklere ateş edin.” “Emredersin komutanım!” diye karşılık verdiler. Yüzbaşı telsizi aldı, karargâhla bağlantı kurdu: “Baykuş, bu son mesajımızdır. Direnen askerlerimizin yanındayız ve düşman unsurlara saldırmak üzereyiz. Çok ateş var, sağ dönmemiz mucizedir. Kendinizi kollayın! Bu kuvvet, sonrasında sizi hedef alabilir. Allah yardımcımız olsun.” 6 Cevap beklemeden telsizi kapattı. Herkes derin bir nefes aldı.

Ne yapacaklarını biliyorlardı ama sonucun ne olacağı hakkında hiçbir düşünceleri yoktu. Tek bildikleri, az sonra her yerin kan gölüne döneceğiydi. Karşılarındaki düşmanı şaşırtmak ve kayıp verdirmek zorundaydılar, eğer bunu yapabilirlerse belki kurtulabilirlerdi. Yüzbaşı elindeki M-16’nın dürbünü ile etrafı kolaçan etti. İlk ateşi o açacaktı ve sonra her taraf karışacaktı. Hedef nişangâhında Amerikalı askerleri açıkça görebiliyordu, çok iyi siper almamışlardı. Savaşmaktan çok eğleniyor gibi görünüyorlardı. Kendilerine ateş edilmesi umurlarında değil gibiydi, birkaç yaralı Türk askerinin ateşi onları korkutmuyordu. Yüzbaşı makineli tüfeğin yerleştirilmiş olduğu siperi hedefledi. En çok izli mermi ondan çıkıyordu. Siperde makineli tüfekçi dışında iki asker daha vardı. Onlar da ara sıra birkaç el ateş ediyorlardı. Yüzbaşı Hakkı gözlerini kıstı, “Bismillah,” dedi ve tetiğe bastı. M-16’nın ilk patlaması ile kıyamet koptu, yanındaki askerlerin kulakları sağırlaştı, sanki bir kuyunun içine girmişlerdi. Az önceki psikoloji ortadan kalkmıştı, şimdi seslerin bir anlamı yoktu, hepsi tek başına gibiydiler.

Yüzbaşının yolladığı mermiler Amerikalı askerlerin üzerine yağdı ve makineli tüfek hemen sustu. Yüzbaşı, nişangâhından Amerikalı askerlerin kıvranarak yere yattığını görebiliyordu ve eğer yanılmıyorsa kulaklarından sızmaya çalışan çığlık sesleri de onlara ait olmalıydı. Siperdeki üç asker de vurulmuş ama ölmemişti. Hepsinin hayatî organlarını koruyan çelik yelekleri vardı. En azından artık sorun çıkarmazlardı. Yüzbaşı, yanındaki askerlerin naralar atarak silahlarını ateşlediğini duydu ve dönüp onlara baktı. Önündeki görüntü hiçbir korku filmiyle karşılaştırılamayacak kadar korkunçtu. Yirmi asker ellerindeki silahları yüz metre kadar ötelerindeki kayalıklara boşaltıyordu. Bazen nişan alıyor, bazen nişan almadan bölgeyi tarıyorlardı. Makineli tüfekçiler, yanlarına Belçika yapımı FN makineli tüfeklerini almışlardı. Korkunç bir hızda ve serilikte ateş edebiliyordu bu silah. Şimdi bulundukları kayalıktan Amerikalı askerlere ateş kusuyorlardı. Karanlıktaki araziden ardı ardına çığlıklar yükselmeye başlamıştı. Az önce direnmeye çalışan birkaç askere ateş edilmiyordu artık. Aslına bakılırsa ateş tamamen kesilmişti.

101. Hava İndirme Tümenine bağlı askerler kayalıkların altına sinip canlarını kurtarma derdine düşmüş olmalıydı. Bu sırada roketatarlar ateşlendi ve gecenin derin karanlığı içinde, arkasında koyu bir duman izi bırakarak gökyüzüne doğru yükseldi, orada ortadan kayboldu. Roketlerin patladığı yerlerden etrafa saçılan kaya parçalarını seçebiliyorlardı. Ay ışığı gölgeleri berraklaştırıyordu. RPG’lerin etrafa saçtığı parçacıklar pek çok Amerikalı askeri yaralamış olmalıydı. Tiz çığlıkların sesleri daha da artmıştı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir