Orson Scott Card – Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri

Yüzyılın En İyi Bilim Kurgu Öyküleri gibi bir başlık, her “en iyi” listesinin hissettirdiği şüpheyi hissetmenize, bu tür listelere ya da derlemelere karşı duyduğunuz rahatsızlığın nüksetmesine sebep olabilir. Dolayısıyla, daha baştan bu derlemeye böyle bir ön kabulle yaklaşmanın kaçınılmaz olduğunu söylemek mümkün. Kendisi de tanınmış, saygın kabul edilen bir bilimkurgu yazarı olan Orson Scott Card’ın giriş yazısında belirttiği gibi, kitaptaki öyküler tamamen öznel bir seçimle bir araya getirilmiş ki aslında hemen her derlemede karşımıza çıkan bir durum bu. “En iyi” bilimkurgu öyküleri denince akla pek çok başka yazarın veya bu kitapta yer alan yazarların klasikleşmiş farklı öykülerinin gelebileceğinin pekâlâ farkında Card. Açıkça ve samimiyetle, derlemede yer alacak metinlere karar verirken, ilk okuduğunda sevdiği ve tekrar okuduğunda yine sevip hayran olduğu öyküleri seçtiğini ifade ediyor. Her biri sizi farklı dünyalara, olasılıklara, sorulara, tecrübelere götüren; aklınızı karıştıran, hayal gücünüzü zorlarken tanık olduğunuz hayal gücüne, yaratıcılığa hayran kalmanızı sağlayan bu öykülerin böyle bir başucu kitabında toplanmış olması ve tabii kitabın İthaki Yayınları “Bilimkurgu Klasikleri” serisinin 30. kitabı olması bir tarafa, bu kitabı bizim için “özel” kılan farklı bir durum var: Öykülerin çeviri süreci. Pek çok çeviribilim veya mütercim-tercümanlık bölümünde olduğu gibi, Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim lisans programında da öğrenciler son sınıfa geldiklerinde bir “Çeviri Projesi” hazırlarlar. Projeye başlamadan önce öğrenciler bölümün öğretim elemanları arasından bir danışman belirlerler. Danışmanın yönlendirmesiyle çevrilecek metin seçilir, metin üzerinde çalışılır; çeviri sürecinde karşılaşılan sorunlar ve bu sorunların nasıl çözümlenebileceği üzerine konuşulur, tartışılır. Çeviri bittikten sonra da çevrilmiş metin üzerinde gerekli görülen düzeltmeler ve metnin son okuması yapılır. Öğrenciler, projelerini teslim etmeden önce, metin seçimiyle ilgili karar verme süreçlerini anlattıkları, özgün metnin içeriği, biçimsel ve biçemsel özellikleri hakkında bilgi verdikleri bir giriş yazısı; özgün ve çevrilmiş metinleri takiben de çeviri sırasında karşılaştıkları sorunları ve bu sorunlara buldukları çözümleri kuramsal yaklaşımlar çerçevesinde anlattıkları bir “yorum” bölümü yazarlar. Bu derlemedeki öykülerin çevirisi, danışmanı olduğum “Çeviri Projesi” öğrencilerim tarafından yapıldı. Bunca emek verilen nitelikli çevirilerin değerlendirilmesi gerektiği düşüncesinden yola çıkarak, önceki dönemlerde aralarında “Edebiyat Çevirisi”nin de olduğu farklı derslerimi almış olan, bilimkurgu ve fantastik edebiyata ilgi duyduklarını bildiğim bu öğrencilerime, yayımlanmak üzere bir derlemenin çevirisini yapma önerisini getirdiğimde hepsi öneriyi büyük bir heyecanla kabul ettiler. Bu, hepimiz için çok öğretici ve keyifli bir yolculuk oldu.


Yayıneviyle temasa geçilmesi, metne karar verilmesi, sözleşmenin yapılması, öykülerin dağılımı, takvimin belirlenmesi, çeviriler ortaya çıktıkça bunların üstünde çalışma, düzeltilerin ve son okumaların yapılması… başından sonuna apayrı bir tecrübeydi. Elbette bunun en keyifli kısmı çeviriler üstünde çalışmaktı. Her bir öyküyü, çeviriyi yapan öğrencimle birlikte cümle cümle okuyarak ilerlerken bazen bir kelime oyunu, bir mekânın tasviri, bazen anlatıcıların değişmesiyle ortaya çıkan ton değişikliği ya da hikâye üzerine tartıştık. Bazen gruptaki diğer çevirmenlerle fikir alışverişinde bulunup belli konularda daha fazla bilgi sahibi olanlara akıl danıştık; bazen de o kadar tartışıp kafa yorduktan sonra başa dönüp ilk akla gelen çözümün daha iyi olduğuna karar verdik. Edebiyatın insana iyi gelen o büyülü yönünü; kelimelerin, cümlelerin arasında kaybolduğumuz bu zamanlarda daha iyi anladık. Özellikle de öğrencilerin mezuniyetinin hemen akabindeki o gerilimli temmuz ayında hayatın karmaşasından, gerçek bildiklerimizin yapaylığından, yeni yeni sınırların bizi hapsettiği o cendereden bir kaçış oldu bizim için bu öyküler. Sizin de kendinizi öykülerin yarattığı bu zengin dünya içinde unutmanız dileğiyle… Aralık 2017 Sunuş Orson Scott Card Yüzyılın en iyi bilimkurgu öykülerinin bir listesini yapmak, binyılın ya da günümüze kadar yazılmış en iyi bilimkurgu öykülerinin bir listesini yapmaktan farklı değil. Bunun sebebi, bilimkurgunun bir edebiyat türü olarak ortaya çıkışının ve dolayısıyla tüm tarihinin 1900’lerde; Hugo Gernsback’in, “H. G. Wells’in yazdığı türde bilimsel romanlar” olarak tanımladığı “bilimsel kurgu” [scientifiction] üzerine ilk derginin basıldığı dönemde başlaması. H. G. Wells, Jules Verne ve (daha sonra yoluna, Edmond Hamilton gibi tam anlamıyla bir bilimkurgu yazarı olarak devam eden A. Merritt, H. Rider Haggard ve diğerleri dâhil) pek çok macera öyküsü yazarı, geriye bakıldığında bilimkurgu geleneğine ait olduğu açıkça görülen öyküler yazdılar.

Ancak bu yazarlar, ne öykülerini edebiyatta yeni bir tür olarak görüyorlar, ne de uzaylı ırkları, yeni ve tuhaf icatları ya da geçmişin şaşırtıcı kalıntılarını anlatan öyküler yazarken kendilerinin farklı bir edebiyat topluluğuna ait olduklarını düşünüyorlardı. Gernsback’in dergisi Amazing Stories’in yayımlanmasıyla bu durum değişti. Artık belli türde öykülerin içinde yer bulabildiği, bilimkurgunun ne olduğunu, ve dolayısıyla ne olmadığını, tanımlayan sınırlar mevcuttu. Bu sınırlar, en azından bir süre için, getto duvarlarının vazifesini görerek bilimkurgu türünün yerleşmesine yardımcı olacaktı. Ve tabii, bir de okur mektupları köşesi vardı. Topluluğun oluşmasını sağlayan, bu okuyucu mektupları köşesiydi. Yeni türün meraklıları Gernsback’e yazıyor ve birbirlerinin dergide yayınlanan mektuplarını okumaya can atıyorlardı. Sonra aracıyı atlayıp doğrudan birbirlerine yazmaya ve buluşup bilimkurgunun ne olduğu, ne olabileceği ya da ne olması gerektiği hakkında konuşmaya başladılar. Bunu kendi yazdıkları öyküler takip etti. Yazdıkları bu öyküleri birbirleriyle paylaştılar ve nihayetinde kulüpler kurmaya ve türün sıkı takipçilerini bir araya getiren toplantılarda buluşmaya başladılar. Bugün Dünya Bilimkurgu Kongresi, her ne kadar İngilizce hâlâ türün lingua franca’sı ya da ortak dili olsa da, pek çok farklı dilden ve ülkeden katılımcıları buluşturuyor. Okuyucular, “fanlar”a (ki bunlar bilimkurgu topluluğunun herkese açık olan diyaloğunu devam ettirenlerdi), fanlar da yazarlara dönüştükçe, birtakım eleştirel prensipler geliştirilmeye başlandı. Bu prensipler, Amerikan üniversitelerinde okutulan ve tek ortak noktası, bilimkurgudan hemen önce edebiyatta devrim yaratan modernist eserlerin niçin muhteşem olduklarını tartışmak olan eleştiri kuramlarından epey uzaktı. Woolf, Lawrence, Joyce, Eliot, Pound, Faulkner, Hemingway gibi yazarları yere göğe koyamayan ve aralarındaki edebi yakınlığa odaklanan akademisyenler, doğal olarak bilimkurgu gettosunda neler olup bittiğinden habersizdiler. Fakat öğrencileri sürekli Dune ve Yaban Diyarlardaki Yabancı gibi kitaplardan bahsettiği için nihayet bu dünyanın farkına vardılar ve komik biçimde uçuk kapakları olan bu tuhaf kitap ve dergilerin, ortaya koydukları ‘Büyük Edebiyat’ standartlarına bir nebze olsun itibar etmediğini gördüler.

Standartlarının, bilimkurgu söz konusu olduğunda geçerliliğini yitirdiği için yetersiz olduğu sonucuna ulaşmak yerine, daha güvenli ve kolay yolu seçerek bilimkurgunun değersiz olduğuna karar verdiler. Eski deyişi bilirsiniz: Elinde çekiç olana her şey çivi görünür. Bu pek de doğru değil. Akademi-edebiyat kurumu için şu daha yerinde bir benzetme: Elinde sadece çekiç olana, vida kusurlu bir çivi görünür. Bu yüzden her iki-üç yılda bir Atlantic Monthly, Harper’s Magazine veya The New Yorker bilimkurgunun niçin Kötü Sanat olduğunu anlatan bir yazıya yer verir. Yaşlı aristokratların kendi fildişi kulelerini, başkaldıran kokuşmuş yığınların saldırısından korumaya çalışmasından başka ne yapmasını beklersiniz ki? İşin aslı 1940’ların ortalarına gelindiğinde bilimkurgu, edebiyat topluluklarının en canlı, en üretken, en yenilikçi ve zaman içinde en kayda değer topluluğuydu. Ödevlerinden iyi notlar almak için metinleri didik didik eden öğrencilerden ziyade, öyküleri içindeki hikâye ve fikirler için okuyan gönüllülerce destekleniyordu. Bu şekilde kendini sürekli yenileyerek gelişti; diğer türlerden ve disiplinlerden kendisi için yararlı olabilecek ne bulduysa aldı; ne sadece bilim ne sadece kurguyla sınırladı kendini. Devrimden devrime, nesilden nesile, bilimkurgunun içerisinde, dışında olduğundan daha fazla çeşitlilik, daha fazla tarih vardı. Partiye katıldığımda eğlence çoktan başlamıştı. Doğduğum yıl, yani 1951’de, çığır açıcı başlıca eserler zaten ortaya çıkmıştı. John W. Campbell, eskinin geleneksel “aman tanrımvay canına” macera tarzı halen devam etse de, bilimkurgunun bilimsel temellerini sağlamlaştırmıştı. Öte yandan, Robert Heinlein, artık her bilimkurgu okuyucusu ve yazarının tartışmanın bir parçası olarak kalmak için çok iyi bilmesi gereken temel anlatım tekniklerden birini, yavaş yavaş göz önüne serilen anlatım biçimini nasıl ele almamız gerektiğini öğretmişti. Doğduğumda Heinlein, Asimov ve Clarke, çoktan bilimkurgunun büyük üçlüsü olmuştu; Bradbury, Anderson ve Blish’in de isimlerini duyurmalarına az kalmıştı.

Ben büyürken, bilimkurgu soluduğum havanın bir parçasıydı. Hepimiz için de böyle olmaya devam ediyor. Çünkü bilimkurgu çoğunlukla gönüllüler tarafından okunuyor (her ne kadar birkaç yazarın eserleri yaygın şekilde liselerde veya ortaokullarda zorunlu olarak okutuluyorsa da); daha eski yapıtlar, bazı öğretmenler tarafından çok büyük esefler olarak ilan edildikleri için değil, insanlar onları hâlâ okudukları ve arkadaşlarına Asimov’un Vakıf’ını, Herbert’ın Dune’unu ya da Heinlein’ın Yaban Diyarlardaki Yabancısı ’nı veya Le Guin’in Karanlığın Sol Eli’ni mutlaka edinmeleri gerektiğini söyledikleri için basılmaya devam ediyor. Bu kitaplar hâlâ elden ele dolaşıyor. Türün itici gücü olmaya devam eden de bu tutkulu okur kitlesi ve sonuç olarak bilimkurgunun tüm tarihi de hâlihazırda kolayca ulaşılabilir. Bu tarihi, kendi doğrultumuza göre başından sonuna okuyabilir ve her şeyi anılarımızda bulabiliriz. Bu kitaptaki amacım bilimkurgu tarihini sunmak değil. Bu, incelenmek ve üstünde çalışılmak üzere meydana getirilmiş bir kitap değil. Bu, bir hazine. Bir mücevher koleksiyonu. Sonsuz bir hazine değil ama. Elbette bizim de bazı kısıtlarımız vardı; yayıncıların, kimsenin üç bin sayfalık bir kitaba yetmiş dolar vermeyeceği yünündeki saçma inancı gibi. Buraya girmesi gereken pek çok öyküyü, burada temsil edilmesi gereken pek çok yazarı dâhil edemedik. Daha da kötüsü, bu yazarlar (Ray Bradbury, Harlan Ellison, George Alec Effinger, R. A.

Lafferty) esas itibarıyla öykü türünün usta isimleri. Bilimkurgu tarihinin en iyi öykülerinin toplandığı bir derlemede, sadece bir Bradbury, sadece bir Ellison öyküsü seçmek neredeyse imkânsız. Peki ya John Varley gibi bir yazar? En iyi “kısa” çalışmaları bile o kadar uzun ki, örneğin “Press Enter_” ya da “The Persistence of Vision”ı dâhil etmeniz, beş diğer öyküyü dışarda bırakmanız gerektiği anlamına geliyor. Bu haliyle bile, en beğendiğim yazarlardan ve öykülerden bazılarına yer vermem mümkün olmadı: örneğin, Peter Dickinson’dan “Flight”, Felix Gottschalk’tan “Vestibular Man”, David Bunch’tan Moderan öyküleri. Ve tabii, burada temsil edilmemelerinden büyük üzüntü duyduğum yazarlar: Bruce Sterling, Connie Willis, Nancy Kress, Lucius Shepherd, Lois McMaster Bujold, Norman Spinrad, Clifford Simak, Vonda McIntyre, Octavia Butler, Dave Wolverton ve isimlerini anamadığım diğerleri. Ama bu yüzden bana bu kadar para veriyorlar: Zor seçimler yapmak benim işim. Bağırıp çağırarak, sızlanarak, mızmızlanarak, gecenin geç saatlerine kadar kendimle konuşarak verdim kararlarımı. Seçimlerimi şu şekilde yaptım: Bu öyküler, ilk okuduğumda sevdiğim ve tekrar okuduğumda yine sevip hayran olduğum öyküler. Bunlar sadece küçük bir gruba değil, geniş bir okuyucu kitlesine hitap ettiğini düşündüğüm öyküler. Bu alan için önem taşıyan, diğer yazarları da etkilemiş ve daha da önemlisi okurlarının hayatlarını değiştirmiş yazarlara ait öyküler. Tekrarlardan uzak durmaya çalıştım; yani, derlemenin diğer öykülerindekine benzer bir iş çıkarmış öyküleri seçmekten kaçındım, her ne kadar bu tip yargılar elbette tamamıyla öznel olsa da. Seçtiğim öyküleri dönemsel olarak üç genel kategoriye ayırdım. Yirminci yüzyılın başından 1960’ların ortasında kadar olan Altın Çağ, bildiğimiz bilimkurguyu yaratmış olan yazarları ve öyküleri kapsıyor. Evet, farkındayım; “Robot Rüyaları” Asimov’un daha geç dönemdeki eserlerinden biriydi o, fakat tüm kariyeri boyunca bir Altın Çağ yazarıydı, belki de bunların içinde en iyisiydi. Bununla birlikte, Sturgeon ve Blish’in Altın Çağ sonrasına ait sayılabilecekleri, Hamilton ve Biggle’ın ise bir önceki dönemden kalmış oldukları tartışılabilir.

Bunu şimdi bir kenara bırakalım. Öyle ya da böyle, döneme hangi adı verirsek verelim, bu yazarlar, türün tohumlarını ektiler ve biçtiler. 1960’ların ortalarından 1970’lerin ortalarına kadar olan Yeni Dalga dönemi, alanı şaşırtıcı bir üslup ve tutkuyla, bazen de alanı yeniden ateşleyen ve alanın pek çok yeni öykü anlatım türüne açılmasını sağlayan bir hırsla tanıştıran yazarlara sahne oldu. Bununla birlikte bu dönemde, yalın bir anlatı, düşünce temelli öykü, ahlaki ikilem ve karakter öykülemesiyle nitelenen yerleşmiş bilimkurgu geleneği Larry Niven, Ursula K. Le Guin, Frederik Pohl ve Brian Aldiss gibi yazarlarca zenginleşmeye devam etti. Yeni Dalga yazarları, Altın Çağ’ın, ebeveynlerine isyan eden ya da aile işini sürdüren çocuklarıysa eğer, 1980’lere ve 1990’lara damgasını vuranlar Altın Çağ’ın torunlarıydı. Bunlar, Twilight Zone, The Outer Limits ve Star Trek izleyerek ve “Bana Joe Deyin”, “ ‘Siz Zombiler…’ ” ve “ ‘Tövbe et, Harlequin!’ Dedi Tiktakbey’ ” gibi öyküleri okuyarak büyümüş yazarlardı. Medya Jenerasyonu, her tür öyküyü yazabileceğini keşfetti. Siberpunk, Hümanizm gibi bazı akımlar farklı bir kimlik edinirken bu dönemde yazmaya başlayan çoğumuz, ne istersek yapabileceğimizi; öykülerimiz, türün gittikçe bulanıklaşan sınırları içine az çok dâhil olabildiği sürece, sesimizi duymayı ve yazdığımız öyküleri deneyimlemeyi isteyen okuyucular olacağını gördük. Bir dönemden diğerine geçerken bilimkurgunun yıllar içinde nasıl geliştiğini, türün kökleriyle bağlantısını kaybetmeden, bir topluluk olarak öğrenmiş olduğumuz hiçbir şeyi unutmadan anlamış olacaksınız. Artık Bilimkurgu Çağı’na erişmiş ve bu çağı bitirmiş olmamız mümkün. Edebiyatta bir sonraki devrime, yeni bir grup hikâye anlatıcıya hazır olabiliriz. Post-bilimkurgu çağına. Türün sınırlarının silinmesine hazır olmamız da mümkün. “Edebiyat” dediğimizde bu kelimenin tanımı içerisine bilimkurguyu dâhil etmemiz de.

Aslına bakarsanız, umurumda değil. Bu, eleştirmenlerin ve akademisyenlerin tartışacağı bir mesele. Umurumda olan şu: Hikâyeler bizi değiştirir. Ortak anıları paylaşan insan toplulukları yaratırlar. Ve önünüzdeki sayfalarda sizi bekleyen öyküler, zamanımızın en iyileri arasında yer alıyorlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir