Osamu Dazai – Batan Güneş

Anne hafif bir çığlık attı. Yemek odasında çorbasını içiyordu. Tabağına bir şey düştü sandım. -Bir saç mı? -Hayır. Anne, hiçbir şey olmamış gibi ağzına bir kaşık daha götürdü. Bunu yaptıktan sonra başını çevirdi, bakışlarını mutfak penceresinin arkasındaki kiraz ağacına dikti. Başı çevrikken, çorbasından bir kaşık daha çaldı. Annenin, kadın dergilerinde öğretilen sofra görgüsünden çok farklı davranışiarı vardı. Anne için kaşık çalmak, basit bir iş değildi. · Erkek kardeşim Naoji, içkiyi fazla kaçırdığı bir gün demişti ki: “Kişinin soyluluk ünvanı taşıması, onu soylu kılmaz. Kimileri büyük aristokratlardır ve doğanın verdiği soyluluk dışında soylulukları yoktur. Bizim gibi sadece ünvanı olanlar vardır. Bir de başkaları vardır ki, onlar soyludan çok paryadır. Örneğin lwashima (Naoji’nin, kont ünvanını hatırlatmayı seven sınıf arkadaşı) ShinkjukuPl batakhanelerindeki pezevenkten de adi değil midir? Şu yakmlarda, Sakurai (Naoji’nin bir başka sınıf arkadaşı ve adını böbürlene böbürlene belirten vikontun kardeşi) hani şu hödük, ağabeyinin düğününe smokinle gelmedi mi? Üstelik, smokin giymesi gerekse bile, sofrada iddialı bir söylev vermesi gerekmezdi; tiksindirici bir manzara! Bu çeşit gösteriler, kibarlıkla hiç ilgisi olmayan rüküş davranışlar! işte bunun için de Üniversite duvarlarında ‘Yüksek Sınıf Pansiyonu’ diye yazılar var. Oysa gerçek soylulara ‘Yüksek Sınıf Sefilleri’ demek daha doğru.


Gerçek soylular, lwashima’nın sergilediği şu aptal hali takınmaz. Annem, ailenin tek soylusu. Gerçek soyluluk simgesi. Öyle bir anlatım biçimi, öyle bir tutumu var ki, hiç birimiz erişemeyiz.” Örneğin, çorbayı içiş biçimi. Bizlere öğretilmiş olduğu gibi, hafifçe tabağına eğilmez, kaşığı yan tutarak biraz çorba dold_ur- (I) Tokyo’da bir mahalle. (Ç.N.) maz, sonra kaşığı yine yan tutarak dudaklarının hizasına götürmezdi. Sol elinin parmaklannı belli belirsiz biçimde masanın kenanna koyar, dimdik durur, gözlerini tabağı görecek kadar eğer, kaşığını çorbaya daldınr v,e’bir kırlangıç zarafetiyle tam istenilen açıdan ağzına götürür. Sonra çevresine masum bakışlar fırlatarak, en ufak bir ses çıkarmadan, tek bir damla dökmeden, tabağını tıkırdatmadan kaşığını yeniden çalardı. Çorbayı bu biçimde içmenin protokolde belki yeri yoktur ama benim için pek hoş ve pek soyluluk özelliği taşıyan bir davranıştı. Aslında, çorbayı, tabağın dibine bakarak içmek yerine, Anne gibi dimdik durarak içmek, tadını arttırmaktadır ama, ben, Naoji’nin deyimi ile Büyük Sınıf Sefili olduğum ve Anne gibi kaşık çalamadığım için, görgü kurallannda yazılı olduğu gibi çorbamı içixorum. Annenin sadece çorbayı değil, diğer yemekleri de bir yeme biçimi vardı ki, genel sofra kurallarının çok dışında. Eti tabağına koyduktan sonra, önce çalalı ve bıçağı ile eli küçük parçalara ayırır, sonra çatalını sağ eline alır ve parçaların her birine tek tek daldırır.

Öte yandan bizler tabağımızı çizmeden tavuğun etini kemiğinden ayırmaya çalışırken, Anne tavuğu kemiğinden tutup dişleriyle bir parça et kopartır. Böylesi ilkel davranışlar, bunları yapan Anne olunca, çok sevimli ve hatta garip bir biçimde çok çekki olmakta. Üstelik sadece tavuğl\n etini kemiğinden ayırmak söz konusu olduğunda böyle davranmaz, öğle yemeklerinde sosisleri ve jambonu da eliyle yediği olur. Arasıra “Pirinç köftesi neden lezizdir bilir misin? Parmaklarla yoğrulduğu için,” der. Ben de bazan, yemekleri ellerimizle yesek daha lezzetli olacaklarını düşünürüm ama, Büyük Sınıf Sefili olarak Anneyi taklit edemezsem, sadece Sefil kalmaktan korktuğum için bundan kaçınırım. Kardeşim Naoji, Annenin düzeyinde olmadığımızı söyler ve ben de on� erişme zorluğu karşısında umutsuzluğa varan bir duyguya kapılınm. Sonbaharın ilk günlerinden birinde, Nishikata Sokağı’ndaki evimizin arka bahçesinde, güzel ve mehtaplı bir gecede, Anne ile gölün kenarındaki yazlık kulübenin önünde oturmuş mehtaba bakıyorduk. Tilki ile farenin düğün öyküsünü anlatıp gülüşüyorduk. Sonra, Anne kalktı ve hemen oracıktaki bir taflan korusuna daldı. Sonra hafifçe gülerek bana seslendi: -Kazuko! Anne ne yapıyor, İahmin et b_akalım! -Çiçek topluyor. Gülerek fısıldadı: -Çiş! Onu gerçekten çok hoş buluyordum; tahmin etmem olanaksızdı. Akşam çorbası derken, nereden nereye geldim, ama bir kitapta Fransa’da krallık döneminde saraylı kadınlann saray bahçesinde ya da saray koridorlarında etekJerini kaldınp rahatlamaktan hiç çek.inmediklerini okumuştum. Bu kadar safJık hoşuma gidiyor ve kendi kendime acaba Anne bu hanımlann sonuncusu mu diye soruyorum. Her neyse, bu sabah çorbasını içerken hafif bir çığlık attı ve ona bir şey mi düştüğünü sorduğumda bir şey olmadığını söyledi.

-Belki de çok tuz koydum. Kantinden, bir Amerikan bezelye konservesi almış ve çorba yapmıştım. Genç bir hanımda bulunması gereken aşçılık hünerime hiç güvenmem. Bu yüzden de, Anne çok iyi olmuş dediği halde, çorbaya üzüldüm. Anne ciddiyetle “Çok güzel yapmışsın” dedi. Çorbasını bitirdiğinde, yosuna sanlı birkaç pirinç köftesi yedi. Kahvalıı etmeği hiç bir zaman sevmedim. Saat ondan önce karnım acıkmaz. O sabah çorbamı bitirmeye çalışıyordum ama başka bir şey yemeyi tercih ettim. Tabağıma birkaç pirinç köftesi koydum. Köfteleri çubuklarla ezdim. Çubuğumla ağzıma bir parça götürdüm. Anne çorba kaşığını nasıl tutuyorsa, ben de çubuğumu öyle tuttum. Bir kuşu besler gibi. Böyle çabalayıp dururken Anne kalktı, yemeğini bilirmişti, sabah güneşinin ısıttığı duvarın yanına gidip oturdu.

Bir süre konuşmadan bana baktı. -Kazuko, böyle dudağının ucuyla yememelisin. Sabah kahvaltısını, en iştahla yiyeceğin yemek haline getirmelisin. – Siz iştahla yiyor musunuz? -Benden söz etmiyoruz … Artık hasta değilim. -Asıl ben hasta değilim. · -Hayır, hayır. Anne hüzünlü gülümsedi, başını salladı. Beş yıl önce, zatürree olup yatmıştım, ama bu hastalığımın ihtiyatsızlığını yüzünden geldiğini biliyordum. Oysa bir süreden beri Anne, yıpranmış sinirleri yüzünden bunalım geçiriyordu. Kaygı duyduğu ise bendim. – Ah, diye mınldandım. -Ne oldu? Bu kez soru sorma sırası Annedeydi. Kısa süre bakıştıktan sonra tam bir anlaşma içinde olduğumuzu anlar gibi olduk. Bu beni güldürdü ve Annenin yüzü bir gülümseme ile aydınlandı. İçimi sıkan bir düşünceye kapılır kapılmaz bu garip ses çıkar ağzımdan.

Bu kez, aniden aklıma, altı yıl önce boşandığım sıradaki olaylar takıldı. Bu küçük çığlığı da o yüzden attım. Ama diyordum, neden Anne de aynı çığlığı atıyor? O da benim gibi, geçmişindeki kötü bir olayı anımsayacak değil ya … hayır, ama o küçük çığlığı almıştı işte. -Anne, demin neyi anımsadınız? -Unuttum. -Benimle mi ilgili? -Hayır. -Naoji ile mi ilgili? -Hayır. (Sonra sözlerini tartarak baş·ını bir yana eğdi ve ekledi:) Belki … Kardeşim, askere alınıp Güney Pasifik’te bir adaya gönderildiğinde henüz üniversite öğrencisiydi. Ondan hiç haber alamadık, savaş bittiği halde dönmedi. Anne, onu bir daha görmemeyi kabullendi. En azından böyle söylüyor. Benim için “kabullenmek” söz konusu değil, çünkü onu tekrar göreceğimize inanıyorum. -Tüm umudumu yitirdim sanıyordum, ama senin güzel çorbanı içince Naoji’yi anımsadım, içim acıdı. Ona karşı daha iyi olmalıydım. Naoji üniversiteye girer girmez kendini deliler gibi edebiyata verdi ve tam anlamıyla delice bir hayat sürdü. Tanrı bilir, Anneye ne denli acı çektirmiştir! Naoji’nin.

bu berbat tutumuna karşın, Anne yine de çorbasını içerken onu düşünüp hafif bir çığlık attı. Kızgınlık.la ağzıma bir lokma attım, gözlerim yanmaya başladı. -O çok iyi. Naoji çok iyi. Naoji gibi haytalar ölmez. Daima iyiler, güzeller ölür. Onu ölesiye dövseler bile, Naoji ölmez. Anne gülümsedi: -Öyleyse sanının sen erken öleceksin. Bana takılıyordu. -Neden ben? fıem kötüyüm, hem çirkinim. Seksenime kadar yaşıyacağım. – Sahi mi? Öyleyse annen de doksanına kadar yaşıyacak görünüyor … Biraz afalladım: -Evet, dedim. ıo Serserilerin işi zordur. Güzel olanlar genç ölür.

Anne güzel. Ama ben çok yaşamasını istiyorum. Şaşkındım, ne diyeceğimi bilmiyordum. -Sizinle konuşmak çok zor diye karşı çıktım. Alt dudağım titremeye, gözyaşlarım akmaya başladı. Yılan hikayesini anlatsam mı? Dört beş gün sonra, bir öğleden sonra, çocuklar bahçe duvannın dibinde bir düzine yılan yumurtası buldular. Engerek yumurtası olduğunda ısrar ediyorlardı. Kendi kendime, bahçemize on iki engerek dadanırsa, çok dikkatli olmadan bahçede dolaşamayacağımızı düşündüm. Bunun üzerine çocuklara: “Yumurtaları yakalım,” dedim. Çocuklar zıplaya zıplaya beni izlediler. Bambuların yanı sıra bir sürü kurumuş yaprak, çalı çırpı topladım, sonra ateşe verdim. Yumurtaları teker teker ateşe attım. Uzun süre yanmadılar. Bunun üzerine çocuklar, ateşi canlandırmak için yeni çalı çırpı bulup eklediler. Yumurtalar yine de yanmadı.

Alt tarafımızdaki bir çiftliğin kızı, çitin üzerinden seslenerek ne yaptığımızı sordu. -Engerek yumurtası yakıyoruz. Korkarım bunlar kuluçka yumurtası. -Ne büyüklükte? . �Bıldırcın yumurtası kadar ve bembeyaz. -. O halde bunlar karayılan yumurtasıdır, engerek yumurtası değil. Zararsızdır. Taze yumurta kolay kolay yanmaz. Bilmiyor muydunuz? Kız gülerek uzaklaştı, bizimle alay eder gibiydi. Ateş yarım saattir yanıyordu ama yumurtalar kesinlikle yanmıyordu. Bunun üzerine çocuklara, ateşten uzak durmalarını, yumurtaları kiraz ağacının dibine gömeceğimizi söyledim. Hatta bir de mezar taşı dikmek için çakıl taşı topladım. -Dua edelim. Diz çöktüm ve ellerimi bitiştirdim.

Çocuklar da uysalca arkama geçip diz çöktüler ve dua ettiler. Bu da bitince, çocuklardan ayrılıp taş merdivene vardım. Anne merdiven başında, mor sümbüllerin gölgesinde beni bekliyordu: -Çok acımasız bir iş yaptın, dedi. -Engerek yumurtaları sanmıştım, oysa sadece karayılan yuil murtasıymış. Ama onlan gereken biçimde gömdüm. Korkacak bir şey yok. Annenin beni görmesinin ne denli kötü olduğunu anlamıştım. Anne hiç de boşinançlı değildi. Ama on yıldır, Baba Nishikata Sokağı’ndaki evimizde öldüğü günden beri, yılanlardan ölesiye korkuyor. Babanın ölüm döşeğinin yanında ince bir ip gördüm sanıp almaya gittiğinde, onun bir yılan olduğunu görmüş. Yılan koridora seğirtip kaybolmuş. Onu bir tek Anne ile dayım Wada görmüş. Bakışmışlar, bir şey dememişler, Babanın son dakikalarını zorlaştırmak istememişler. Onun için o sırada odada bulunan Naoji ile ben, yılan hikayesini bilmiyorduk. Ama biliyorum, kendi gözlerimle gördüm, babamın öldüğü akşam, gölün kenarındaki bütün ağaçlara yılanlar dolanmıştı.

· Şimdi yirmi dokuz yaşındayım, yani on ,;yıl önce babam öldüğünde on dokuz yaşındaydım. Aradan on yıl geçti ama olanların anısı, yanılmayacağım kadar belirgin. Gölün kenarında, cenaze için çiçek toplamak üzere yürüyordum. Bir açalya yığınının önünde durmuştum ve birden küçük dallardan birine bir yılanın dolanmış olduğunu gördüm. Azıcık sarsıldım. Sonra Kerria güllerini kesmek için komşuya geçtiğimde de yılan gör.düm. Yanıbaşımda, Sharon gül bahçesinde, ak.ağacın dibinde, katır tırnaklarının, salkımların içinde, kiraz ağacının gövdesinde, tüm ağaçlann ve çalıların üzerinde yılanlar gördüm. Beni özellik.le ürküttüler diyemem. Yılanların·da tıpkı benim gibi babamın ölümüne ağladıklarını ve ruhuna saygı sunmak üzere delik.Jerinden çıktıklarını düşünüyordum. Daha sonra Anneye bahçede bütün o yılanlan gördüğümü söylediğimde, bir şey belli etmedi, sadece düşünmek istercesine başını yana eğdi. Bana da bir şey demedi.

Anne, yılan yumurtalarını yakiığımı anlayınca, bunun bize uğursuzluk getireceğini düşünmüş olmalı. Bunun farkındaydım ve korkunç bir şey yaptığım duygusuna kapıldım. Annenin üzerine uğursuzluk çekme korkusu, beni o denli altüst etmişti ki, olayı ne o gün, ne ertesi gün, ne de daha ertesi gün unutabildim. Üstelik bu sabah mutfakta, güzel insanlar erken ölür diye saçma sapan konuştum. Tüm çabama kan;ın, bu cümleyi söylemezlik edemedim ve gözyaşlanm arasında ağzımdan kaçırdım. Daha sonra, kahvaltı bulaşığını yıkarken, iğrenç bir küçük yılanın, Annenin yanaklanndan kayarak göğsüme indiği duygusuna kapıldım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir