Oscar Wilde – Öyküler

Kentin yukarısında, yuksek bir sutun ustunde Mutlu Prens’in yontusu duruyordu. Bastan basa ince, saf bir altın tabakasıyla kaplıydı; gozleri iki parlak gok yakuttu, kılıcının kabzasında da kocaman bir al yakut parlıyordu. Yontuyu pek beğeniyorlardı. Sanatcı zevkleri olduğu ununu kazanmak isteyen bir belediye meclisi uyesi, “Sanki hava fırıldağı… oylesine guzel,” diye dusuncesini belirtti; ama kendisinin pek pratik olmadığını sanırlar korkusuyla hemen ekledi: “Ancak, o kadar da yararlı değil.” Dikkatli bir anne, ay icin tutturup ağlayan oğluna, “Mutlu Prens kadar olamıyor musun? O hicbir sey icin ağlamayı aklına bile getirmez” dedi. Umutsuz bir adam, bu cok guzel yontuya bakarak, “Hele, dunyada tumuyle mutlu biri varmıs” diye soylendi. Hayır kurumunun cocukları parlak kırmızı pelerinleri, tertemiz beyaz onlukleriyle kiliseden cıkarlarken “Tıpkı melek gibi,” dediler. Matematik oğretmeni, “Nereden biliyorsunuz?” diye sordu, “Hic melek gormediniz ki.” Cocuklar, “A, duslerimizde var ama…” dediler. Matematik oğretmeni de kaslarını catıp pek ciddi tavır takındı, cunku cocukların duslemlerle uğrasmasını doğru bulmazdı. Bir gece kucuk bir kırlangıc kente doğru cıkageldi. Arkadasları bir bucuk ay once Mısır’a gitmisler, ama bu geri kalmıstı. Cunku en guzel saza gonul vermisti. Ona ta İlkyaz’ın basında, iri sarı bir kelebeğin pesi sıra ırmaktan asağı doğru ucarken raslamıs, sazın ince ve kırılgan beline oyle vurulmustu ki konusmak icin onunde durmustu. Sozu dondurup dolastırmaktan hoslanmayan Kırlangıc, “Sizi seveyim mi?” dedi.


Saz da yerlere dek eğildi. Bunun uzerine kırlangıc kanatlarını suya değdire değdire gumus halkalar cizerek onun cevresinde dondu, dondu. Bu onun yanıp yakılmasıydı ve butun yaz surdu. Oteki kırlangıclar, “Gulunc bir ilgi; parası yok, sonra soyu sopu da kum gibi,” diye cıvıldadılar. Doğrusu ırmak da sazlarla dopdoluydu. Sonra guz gelince hepsi ucup gitti. Onlar gittikten sonra Kırlangıc pek yalnız kaldı ve sevgilisinden bıkmaya basladı, “Hic konusmuyor,” dedi, “Sanırım hoppalığı da var, cunku hep ruzgarla cilvelesiyor.” Ruzgarın her esisinde saz kesin en zarif iltifatlarını yağdırırdı. “Evine boyle bağlı olmasını kabul ederim…” diye surdurdu konusmasını, “… ama ben gezmeye bayılırım, dolayısıyla karım da gezmeden hoslanmalı.” Sonunda ona, “Benimle geliyor musun?” diye sordu; saz basını yukarı kaldırdı. Evine pek bağlıydı. Kırlangıc, “Sen beni oyaladın. Ben piramitlere gidiyorum, hoscakal!” diye haykırıp uctu. Butun gun uctu, geceleyin kente vardı; “Acaba nereye insem? Umarım kent benim icin hazırlıkta bulunmustur,” dedi. Sonra yuksek sutunun ustundeki yontuyu gordu.

“Burada kalırım. Bol havalı, cok guzel bir yer” diye Mutlu Prens’in tam ayaklarının arasına kondu. Cevresine bakınıp uyumaya hazırlanırken, kendi kendisine yavasca, “Yatak odam altından,” dedi; ama, tam basını kanadının altına koyarken, ustune iri bir su damlası dustu. “Ne tuhaf sey, gokte bir tek bulut yok, yıldızlar parıl parıl parlıyor da gene yağmur yağıyor. Avrupa’nın kuzeyinde iklim doğrusu pek kotuymus,” diye haykırdı; “Saz yağmurdan hoslanırdı, ama bu onun bencilliğinden baska bir sey değildi.” Derken bir damla daha dustu. “Yağmurdan koruyamayacak olduktan sonra yontunun ne gereği var? İyi bir baca kulahı bulmalı” diye ucmaya davrandı. Ama daha kanatlarını acmadan ucuncu bir damla dustu. Basını kaldırıp bakınca ne gorsun? Mutlu Prens’in gozleri yas icindeydi, altın yanaklarından da gozyasları akıp duruyordu. Yuzu ay ısığında o kadar guzeldi ki kucuk Kırlangıc’ın yureği sızladı: “Kimsiniz?” dedi. “Ben Mutlu Prensim.” Kırlangıc, “Oyleyse niye ağlıyorsunuz?” diye sordu, “Beni sırılsıklam ettiniz.” Yontu, “Ben sağken, daha yureğim insan yureğiyken gozyası nedir bilmezdim, cunku kapısından uzuntunun giremediği Sans Souci sarayında otururdum. Gunduzun bahcede arkadaslarımla oynar, aksamları da buyuk salonda dansın basına gecerdim. Bahcenin cevresini saran pek yuksek bir duvar vardı.

Ama, onun gerisinde ne olduğunu sormayı aklıma bile getirmezdim. Cevremde her sey o kadar guzeldi ki… Buyruğumdakiler bana Mutlu Prens derlerdi; doğrusu mutluydum da; eğlence mutluluksa… İste boyle yasadım, boyle oldum. Artık oluyum diye beni buraya, boyle yukseğe diktiler. Simdi beldemin butun cirkinliğini, olanca duskunluğunu goruyorum. Yureğim kursun olduğu halde elimden ağlamaktan baska bir sey gelmiyor.” Kırlangıc kendi kendine, “Ne, som altından değil mi?” dedi. Kisisel dusuncelerini acıkca soylemeyecek kadar nazikti. Yontu alcak, uyumlu bir sesle: “Uzakta”, dedi, “kucuk bir sokakta yıkık dokuk bir ev var. Pencerelerinden biri acık, icinde de masa basında oturmus bir kadın goruyorum. Yuzu zayıf ve yıpranmıs. Dikis iğnesini durtuklemekten delik desik, kızarmıs, sert elleri var, cunku bu kadın terzi. Kralicenin saraydaki soylesi arkadaslarından en guzeli icin saray balosunda giyilmek uzere canfes bir giysi ustune carkıfelek cicekleri isliyor. Odanın kosesinde, bir yatakta kucuk oğlu hasta yatıyor. Atesi var. Portakal istiyor.

Annesindeyse ırmak suyundan baska verecek bir sey yok; cocuk da ağlıyor. Kırlangıc, Kırlangıc, kucuk Kırlangıc, kılıcımın kabzasındaki yakutu cıkarıp ona goturmez misin? Ayaklarım bu altlığa percinli de kıpırdayamıyorum.” Kırlangıc, “Beni Mısır’da bekliyorlar,” dedi. “Arkadaslarım Nil’de asağı yukarı ucusup iri niluferlerle konusuyor. Yuce Firavun’un turbesinde neredeyse uykuya dalarlar. Boyalı tabutu icinde kendi de oradadır. Baharatla bezenmis, sapsarı kefenle sarılmıstır. Boynunda ucuk yesil yesimden bir zincir vardır. Elleri de solgun yapraklara benzer.” Prens, “Kırlangıc, Kırlangıc, kucuk Kırlangıc” dedi. “Bir gecelik yanımda kalıp yardımcım olmaz mısın? Cocuk oylesine susamıs, annesi de oyle bitkin ki.” Kırlangıc yanıtladı: “Oğlan cocuklarını da hic sevmem. Gecen yaz ırmakta kaldığım sıralarda bana hep tas atan iki terbiyesiz cocuk vardı, Değirmenci’ nin cocukları. Doğallıkla tasları bana hic değdiremezlerdi; biz kırlangıclar hızlı uctuğumuzdan, bizi tasla vurmak kolay değildir. Sonra ben cevikliğiyle unlu bir ailenin cocuğuyum.

Ama, ne de olsa bu saygısızlık belirtisidir.” Ama Mutlu Prens’in oyle uzgun bir gorunusu vardı ki Kırlangıc ona acıdı: “Burası cok soğuk,” dedi, “Ancak gene yanınızda bir gece kalır, isinizi gorurum.” Prens, “Sağol, kucuk Kırlangıc.” dedi. Kırlangıc da Prens’in kılıcındaki kocaman yakutu gagasıyla aldı ve kentin catıları uzerinden karanlığa daldı. Beyaz mermer meleklerin oyulu olduğu kilise kulesinin yanından gecti. Sarayın onunden suzulurken dans sesleri duydu. Guzel bir kız sevgilisiyle balkona cıktı; erkek kıza: “Su yıldızlara sasıyorum, su askın gucune sasıyorum,” dedi. Kız, “Kralicenin balosuna dek bari giysim yetisseydi,” diye yanıt verdi, “Ustune carkıfelek cicekleri isletiyorum; ama terziler oyle tembel ki.” Irmağın uzerinden gecip gemilerin serenlerine asılı fenerleri gordu. Yahudi mahallesinin uzerinden asarken Yahudilerin pazarlık ede ede bakır terazilerle altın tarttıklarını gordu. Sonunda yıkık dokuk eve varıp iceri baktı. Cocuk yatağında ates icinde cırpınıyor, annesi de uyukluyordu; kadıncağız pek yorgundu. Bir sıcrayısta iceri girip kocaman yakutu masanın ustune, kadının yuksuğunun yanına bıraktı. Sonra kanatlarıyla cocuğun alnını yelpazeleye yelpazeleye yatağın cevresinde hafif hafif uctu.

Cocuk,”Nasıl da serinledim, sanırım iyilesiyorum,” diye tatlı bir uykuya daldı. Sonra Kırlangıc, Prens’in yanına donup yaptıklarını anlattı, “Ne tuhaf,” dedi, “Hava pek soğuk olduğu halde vucudum sanki cok sıcak.” Prens, “Cunku iyilik ettin” dedi. Kucuk Kırlangıc da dusunceye varıp sonra da uykuya daldı. Dusunmek her zaman uykusunu getirirdi. Gun ağırırken ırmağa inip yıkandı. Kusbilim profesoru kopruden gecerken, “Ne gorulmemis sey! Kıs mevsiminde bir kırlangıc!” deyip o kentin gazetesine upuzun bir mektup yazdı. Herkes ondan soz etti. Yazı, anlayamadıkları bircok sozcukle dopdoluydu. Kırlangıc, “Bu gece Mısır’a gidiyorum,” dedi. Bu dusunceyle ici icine sığmıyordu. Butun genel anıtları ziyaret edip kilise kulesinin tepesinde uzun uzun oturdu. Nereye gitse serceler cıvıldaya cıvıldaya, birbirlerine, “Ne kibar bir yabancı…” dediler. Kırlangıc da pek eğlendi. Ay doğunca Mutlu Prens’in yanına dondu, “Mısır’da gorulecek isiniz var mı? Hemen yola cıkıyorum” diye seslendi.

Prens, “Kırlangıc, Kırlangıc, kucuk Kırlangıc,” dedi. “Bir gececik daha kalmaz mısın?” Kırlangıc, “Beni Mısır’da bekliyorlar” diye yanıt verdi, “Yarın arkadaslarım ikinci cağlayana kadar ucacaklar. Orada hasır otlarının arasında bir su aygırı yatar. Koca granit bir taht ustunde Tanrı Memnon oturur. Butun gece yıldızlara bakar, sabah yıldızı belirince bir sevinc cığlığı atar, sonra da susar. Oğleyin sarı sarı aslanlar su icmeye ırmak kıyısına gelirler. Yemyesil zebercetler gibi gozleri vardır. Gurlemeleri cağlayanın gurlemesini bastırır. Prens, “Kırlangıc, Kırlangıc, kucuk Kırlangıc” dedi, “Uzakta, kentin ta obur basında, catı arasında bir genc goruyorum. Uzeri kağıtlarla ortulu bir masaya abanmıs, yanında bardak icinde bir demet solgun menekse var. Sacları kestane renginde kıvırcık, dudakları lal gibi kıpkırmızı; iri, hulyalı gozleri var. Tiyatronun yonetmeni icin bir oyun bitirmeye uğrasıyor. Ocakta ates yok. Aclıktan da gucu kesilmis.” Tertemiz yurekli kırlangıc, “Bir gece daha beklerim.

Bir yakut da ona mı gotureyim?” dedi. Prens, “Ne yazık ki artık yakutum yok. Varım yoğum gozlerim. Gozlerim bin yıl once Hindistan’dan getirilmis bulunmaz gok yakuttandır. Birini cıkarıp ona gotur. Kuyumcuya satıp yiyecek bir seyle ocakta yakacak odun alır ve oyununu bitirir.” Kırlangıc, “Prensciğim, bunu yapamam,” diye ağlamaya basladı. Prens, “Kırlangıc, Kırlangıc, kucuk Kırlangıc; nasıl buyuruyorsam oyle yap,” dedi. Kırlangıc Prens’in gozunu alıp Oğrenci’nin tavan arasına doğru uctu. Damda bir delik olduğu icin iceri girmesi pek kolaydı. Oradan iceri dalıp odaya girdi. Genc elleriyle yuzunu kapamıstı; kusun kanat cırpmalarını duymadı. Basını kaldırınca guzel gok yakutu solgun menekselerin uzerinde buldu. Genc, “Artık beğenilmeye basladım,” diye haykırdı, “Beni cok beğenen birindendir bu. Simdi oyunumu bitirebilirim.

” Artık pek mutluydu. Kırlangıc, ertesi gun limana indi. Buyuk bir geminin sereni ustunde oturup gemicilerin koca koca sandıkları iplerle ambarlardan cıkarmalarını seyretti. Her sandık cıktıkca, “Yıssa, molaaa,” diye haykırıyorlardı. Kırlangıc, “Mısır’a gidiyorum,” diye bağırdı, ama kimse aldırmadı, o da ay doğunca Mutlu Prensinin yanına dondu: “Sizinle esenlesmeye geldim” diye seslendi. Prens, “Kırlangıc, Kırlangıc, kucuk Kırlangıc, bir gececik daha kalmaz mısın?” dedi. Kırlangıc, “Kıs geldi, kavurucu kar da nerdeyse gelir. Mısır’da yemyesil hurma ağaclarının uzerinde gunes sıcaktır. Timsahlar da camurlarda yan gelip tembel tembel bakınırlar. Arkadaslarım simdi Baalbek Tapınağı’nda yuva yapıyorlar. Pembeli beyazlı kumrular onları seyrede seyrede birbirlerine karsı dem cekiyorlar. Prensciğim, sevgili Prens, sizden ayrılmalıyım, ama sizi hic unutmayacağım, onumuzdeki İlkyaz’a verdiklerinizin yerine iki guzel mucevher getiririm; al yakut, al gullerden daha kırmızı; gok yakut da, engin deniz gibi mavi olacak.” Mutlu Prens, “Asağıki alanda…” dedi, “… kucuk bir kibritci kız var. Kibritlerini su yoluna dusurdu, hepsi bozuldu. Eve para goturmezse babası dovecek.

Kızcağız ağlıyor. Ne ayakkabısı var, ne corabı, bascağızı da acık. Obur gozumu cıkar, ona ver de babası dovmesin.” Kırlangıc, “Yanınızda bir gece daha kalırım,” dedi, “Ama gozunuzu cıkaramam. Sonra busbutun kor olursunuz.” Prens, “Kırlangıc, Kırlangıc, kucuk Kırlangıc, buyruğumu yap” dedi. Kırlangıc, Prens’in obur gozunu de alıp asağı doğru fırladı. Kibritci kızın yanından suzulup mucevheri avucunun icine bırakıverdi. Kız, “Ah, ne guzel cam parcası!” diye gulerek kosa kosa eve gitti. Sonra kucuk Kırlangıc Prens’in yanına dondu, “Simdi kor oldunuz” dedi. “Artık ben hep yanınızda kalacağım.” Prens, “Hayır, kucuk Kırlangıc,” dedi, “Sen Mısır’a gitmelisin.” Kırlangıc, “Hep yanınızda kalacağım,” diye Prens’in ayağının dibinde uykuya daldı. Ertesi gun hep Prens’in omuzunda oturup ona yabancı ulkelerde gorduklerini anlattı. Nil’in kıyılarında sıra sıra dizilip kırmızı balıkları avlayan kızıl ibis kuslarından; colde oturup her seyi bilen, kendisi de dunyayla yasıt yaslı Sfenks’ten; develerinin yanında kehribar tespih ceke ceke ağır ağır yuruyen tacirlerden; Ay dağlarının koskoca bir billura tapan, abanoz gibi kapkara kralından; bir hurma ağacında uyuyup kendisini yirmi rahibe bal helvasıyla besleten koca yesil yılandan; buyuk bir golde iri yayvan yaprakların ustunde yuzup her zaman kelebeklerle savasan Yecuc Mecuclerden soz etti.

Prens, “Sevgili kucuk Kırlangıc, bana cok meraklı seyler soyluyorsun,” dedi, “Ama en meraklı sey, insanların acıları. Duskunlukten buyuk hicbir giz yok. Kentimin uzerinde uc da, kucuk Kırlangıc, butun gorduklerini bana anlat.” Kırlangıc kentin uzerinde uctu: yoksullar kapı diplerinde otururken zenginlerin guzel evlerinde safa surduklerini gordu. Karanlık ara yollara girip, kapkara sokaklara kayıtsız kayıtsız bakan ac cocukların kağıt gibi yuzlerini gordu. Bir koprunun kemeri altında iki kucuk cocuğun kucak kucağa yatıp birbirlerini ısıtmaya calıstığını gordu. Cocuklar, “Aman, cok acız,” dediler. Bekci “Orada yatamazsınız,” diye bağırdı; onlar da yağmur altında gozden yittiler. Sonra donup gorduklerini Prens’e anlattı. Prens, “Ustum saf altınla kaplıdır,” dedi, yaprak yaprak sokup yoksullarıma gotur; yasayanlar hep altının insanı mutlu edeceğini sanırlar.” Kırlangıc, Mutlu Prens perisan bir duruma gelinceye kadar altını yaprak yaprak soktu. Yaprak yaprak yoksullara dağıttı; cocukların benzine renk geldi ve sokaklarda gulup oynamaya koyuldular, “Artık ekmeğimiz var,” diye haykırmaya basladılar. Derken kar bastırdı, arkasından da don. Sokaklar sanki gumustenmis gibi parıl parıl parlıyordu. Upuzun buzlar evlerin sacaklarından billur hancerler gibi sarkıyor, herkes kurklerle dolasıyor, kucuk cocuklar da kıpkırmızı baslıklarla buz ustunde kayıyorlardı.

Zavallı kucuk Kırlangıc usudukce usudu, ama Prens’i bırakmak istemedi; onu cok seviyordu. Ekmekci gormeden fırının dısındaki ekmek ufaklarını topluyor; kanatlarını cırpa cırpa da ısınmaya calısıyordu. Ama sonunda oleceğini anladı. Ancak bir kez daha Prens’in omuzuna dek ucabilecek gucu kalmıstı. Hafifce, “Hoscakal, sevgili Prens,” diyebildi, “Elinizi opmeme izin verir misiniz?” Prens, “Demek sonunda Mısır’a gidiyorsun kucuk Kırlangıc; buna sevindim. Burada uzun sure kaldın, ama beni dudaklarımdan opmelisin, cunku seni seviyorum,” dedi. Kırlangıc, “Gittiğim yer Mısır değil” dedi, “Ben olumun ocağına gidiyorum. Olum de uykunun kardesi değil mi?” Ve Mutlu Prens’i dudaklarından opup ayaklarının dibine olu olarak dustu. Tam o anda Mutlu Prens’in icinde bir sey kırılmıs gibi sasırtıcı bir catırtı duyuldu. Kursundan yureği, tam ortasından ikiye ayrılmıstı. Don’un pek sert olduğu kesindi. Ertesi sabah erkenden Belediye Baskanı, Belediye Meclisi uyeleriyle birlikte asağıdaki alanda dolasıyordu. Sutunun onunden gecerken basını kaldırıp yontuya baktı, “Vay, Mutlu Prens’e ne olmus boyle?” dedi. Her zaman Belediye Baskanı’nın soylediklerine uygun soz soyleyen meclis uyesi de, “Sahi, ne kılığa girmis?” diye haykırdı; ikisi de, bakmak icin yontunun altlığına cıktılar. Baskan, “Kılıcının yakutu dusmus, gozleri gitmis, artık altınlığı da kalmamıs; dilenciden biraz iyi durumda…” dedi.

Uyeler de, “Ya, dilenciden biraz iyi durumda” dediler. Baskan, “İste ayaklarının dibinde de bir kus olusu!” diye surdurdu konusmasını, “Doğrusu kusların burada olmesine izin verilemeyeceği konusunda bir buyruk cıkarmalıyız.” Belediye yazmanı bu dusunceyi hemen yazdı. Bunun uzerine Mutlu Prens’in yontusunu yıktılar. Universitede sanat profesoru, “Artık guzel olmadığına gore, yararlı da değildir,” dedi. Sonra yontuyu fırında erittiler. Baskan, madenle ne yapmak gerektiğine bir karar vermek uzere meclisi topladı; “Elbette baska bir yontu yaptırmalıyız,” dedi, “Bu da ancak benim kendi yontum olabilir.” Meclis uyelerinin her biri, “Benim yontum, benim yontum!” diye kavgaya tutustu. Son isittiğim zaman hala kavga ediyorlardı. Dokum yerindeki iscilerin bası, “Ne tuhaf sey! Bu kursun yurek bir turlu fırında erimiyor; bari bir yana atalım,” dedi ve icinde olu kusun da bulunduğu bir toz yığınının ustune attılar. Tanrı meleklerinden birine, “Bana kentteki en iyi iki seyi bulup getirin,” dedi; melek de kursun yurekle olu kusu goturdu. Tanrı, “Doğru secmissiniz,” dedi, “Cunku cennetimin bahcesinde bu kucuk kus sonsuza dek otecek ve Altın Ulkemde Mutlu Prens beni kutsayacak.” BULBUL – GUL Genc Oğrenci, “Al bir gul gorursem, benimle dans edeceğini soyledi. Ama butun bahcemde bir tek bile al gul yok,” diye ağlıyordu. Bulbul, Karamese’nin icindeki yuvasından bunu duydu, yaprakların arasından bakıp merak etti.

Genc, ağlayarak, “Butun bahcemde bir tanecik al gul yok!” diyordu; gozleri yasla doluydu; “Ah su mutluluk ne hicten seylere bağlı! Butun akıllı insanların yazdıklarını okudum, felsefenin butun gizlerine erdim de gene al bir gulun yokluğu yasamımı altust ediyor.” Bulbul, “İste sonunda gercek asığı buldum,” dedi, “Hic tanımadığım halde gecelerce onun icin sakıdım, gecelerce onun destanını yıldızlara okudum, simdi kendisini goruyorum. Sacları sumbul gibi koyu; dudakları yureğinin titrediği gul gibi al. Ama tutku, yuzunu fildisi gibi soldurmus, uzuntu alnına damgasını vurmus. Genc Oğrenci, “Prens yarın gece balo veriyor,” diye soylendi, “Sevgilim de gidecek. Al bir gul goturebilirsem, gun ağarıncaya dek benimle dans edecek. Al bir gul goturebilsem onu kollarımın arasına alacağım, o basını omzuma dayayacak, elleri de avucumun icinde kalacak. Ama bahcemde hic al gul yok; demek yapayalnız bir kosede oturacağım, o da yanımdan gececek, bana hic bakmayacak, gonlum kırılacak.” Bulbul, “İste gercek asık bu,” dedi, “Benim sakıdıklarımın acısını o cekiyor; bana heves, ona yas. Ask sasılacak bir sey, kesinlikle! Zumrutlerden, yakutlardan daha değerli. İncilerle, lallerle değisilemez, pazara da cıkarılamaz. Ne satıcılardan parayla alınabilir, ne de altın teraziyle tartılır…” Genc Oğrenci, “Saz takımı sayvana gecip telli sazlarını calacak, sevgilim de arpla kemanın sesine uyup dans edecek. Oyle hafif dans edecek ki ayakları bile yere değmeyecek, saraylılar da cevresine ususecek, ama benimle dans etmeyecek, cunku ona verecek al gulum yok,” diye kendisini otların ustune attı ve elleriyle yuzunu kapayıp ağladı. Kuyruğu havada kucuk bir yesil Kertenkele, yanından hızla gecerken sordu: “Niye ağlıyor?” Gunes ısınının demeti icinde titreyip duran Kelebek, “Sahi, niye?” dedi. Bir Papatya, yanındakine fısıldadı: “Evet niye?” Bulbul yanıtladı: “Bir al gul icin ağlıyor.

” Hepsi bir ağızdan, “Al gul icin mi?” diye bağırdılar, “Ne gulunc sey!” Kucuk Kertenkele de pek alaycı bir seydi, kahkahayla guldu. Ama Bulbul, Oğrenci’nin uzuntusundeki gizi anladı; mese ağacında sessiz sessiz oturup askın gizemini dusundu. Birdenbire boz kanatlarını acıp kendini havaya bıraktı. Ağaclı yamacların icinden bir golge gibi bahceyi dolastı. Cimen tarhın ortasında guzel bir gul fidanı vardı. Bulbul bunu gorunce surgunlerinden birinin uzerine kondu: “Bana al bir gul ver de, sana en guzel sarkımı okuyayım,” dedi. Fakat fidan basını iki yana salladı: “Benim gullerim beyazdır” diye yanıt verdi, “Denizin kopuğu gibi, dağların ustundeki karlardan daha beyaz. Ama eski gunes saatinin cevresinde yetisen kardesime git. Belki istediğini o verebilir.” Bulbul de eski gunes saatinin cevresinde yetisen gul fidanına gitti. “Bana al bir gul ver de, sana en guzel sarkımı okuyayım,” diye seslendi. Ama fidan basını iki yana salladı: “Benim gullerim sarıdır” diye yanıt verdi, “Kehribar bir taht ustunde oturan deniz kızının sacları gibi sarı. Tırpancılar tırpanlarıyla gelinceye dek cayırlıkta acılan altın top ciceğinden daha sarı. Ama Oğrenci’nin penceresinin altında yetisen kardesime git, belki istediğini o verebilir.” Bulbul de Oğrenci’nin penceresinin altında yetisen gul fidanına gitti: Ama fidan basını iki yana salladı: “Benim gullerim aldır” diye yanıt verdi, “Kumrunun ayakları gibi al; okyanusun kovuklarında sere serpe dalgalanan mercan kanatlarından daha al.

Ama, kıs damarlarımı kavurdu, don tomurcuklarımı kopardı, bora dallarımı kırdı. Bu yıl artık hic gul veremeyeceğim.” Bulbul, “Butun istediğim al bir gul!” diye haykırdı; “Bir tanecik al gul! Onu elde etmemin hicbir yolu yok mu?” Fidan, “Bir yol var dedi. “Ama, oyle korkunc ki soylemeyi goze alamıyorum.” Bulbul, “Soyle, ben korkmam,” dedi. Fidan, “Al bir gul istiyorsan, onu kendin ay ısığında muzikten yaratıp, kendi yureğinin kanıyla boyayacaksın. Yureğini bir dikene dayayıp bana sarkı okumalısın; diken yureğini delmeli, senin can kanın da benim damarlarımdan iceri bosalıp benim olmalı.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir