Osman Aysu – 7. Uzman

ADAM, dikkat çekmeyen, göze batan özellikleri olmayan, tamamen sıradan, orta boylu ve tıknazdı. Yaşını tahmin etmek güçtü, ama saçları alnının iki yanından içeriye doğru dökülmeye başlamış ve şakakları ağarmıştı. Metronun Taksim girişindeki ufak parkın banklarından birine oturmuş, güneşli bahar havasının keyfini çıkarmak istercesine sağına soluna bakınarak vakit öldürüyordu. Sırtında ucuz konfeksiyon malı bir trençkot vardı, içindeki kareli gömleği ve uyum sağlamayan kravatı da adi cinstendi. Kalın lastik tabanlı ayakkabılarının yan tarafları da çamurlu ve boyasızdı. Saat tam 12.30’u gösterdiğinde ağır ağır yerinden kalktı, bir süre etrafına bakındı, sonra Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde vasıta arayan, ya da birbirlerine orada buluşma sözü veren insanların oluşturduğu kalabalığın arasına doğru yürüdü. Ellerini trençkotunun ceplerine sokarak kımıldamadan ve sakin bir şekilde beklemeye başladı. Ne önünde müşteri indirip bindiren vasıtalarla, ne de cıvıltıyla bekleşen gençlerle ilgileniyordu. Sadece bir ara kolundaki saate baktı. 12.35’ti. Keskin gözleri, uzaktan görünen metronun çıkışma dikilmişti. Ama bire yirmi kala, ilk defa buğday tenli yüzünde endişe belirtileri oluşmaya başladı. Beklediği kişi on dakika gecikmişti.


İstanbul gibi trafik düzeni berbat ve her zaman tıkanmalara yol açan bir şehirde bile olsa, on dakika gecikmek, onun mesleğinde bir şeylerin ters gittiğini kabullenmek için yeterli sayılırdı. En fazla beş dakika daha bekleyebilirdi ondan sonra başının çaresine bakmak zorundaydı. Lanet olsun, diye homurdandı içinden. Herhangi bir aksiliğin olduğuna ihtimal vermek istemiyordu, o ana kadar işler yolunda gitmiş sayılırdı, ayrıca Olga Şalyapin’le bu ilk yaptığı iş değildi, ona her zaman güvenmişti. Genellikle kadınlarla çalışmaktan hoşlanmazdı, ama Olga istisnaydı. Belki bir terslik de yoktu, her şey yolundaydı, ama süreyi on beş dakika geçirirse ortada anormal bir durumun var olduğu esasını ona mesleğinde öğretmişlerdi. Üçüncü kez saatine baktı. 12.44’tü. Ancak bir dakika daha bekleyebilirdi. Son bir kere daha endişeyle metro çıkışına göz attı, kadının geleceğinden ümidini kesmeye başlamıştı ki, zayıf, kara kuru, uzun boylu Olga’yı merdiven çıkışının ağzında gördü. Tıknaz adamın gözleri yaşma kıyasen bir kartalınki kadar keskindi, yine de emin olmak için ılık nisan güneşinin altında gözlerini kıstı. Gecikmesinin nedenini sormayacaktı; Olga Şalyapin’in görevine bağlılığını ve titiz çalışmasını takdir ederdi, fakat senelerin verdiği deneyim önsezilerini harekete geçirdi. Uzaktan kadını dikkatle incelemeye başladı. Kadın hızlı adımlarla yaklaşıyordu, telaşlı ve ürkek bir hali de yoktu.

Yine de huylanıyordu tıknaz adam. On beş dakikalık gecikme normal değildi. Daha da kötüsü içindeki o anlamsız his tehlike sinyalleri vermeye devam ediyordu. Sağma soluna baktı; hemen sol yanında sarmaş dolaş vaziyette başlarını birbirine dayamış iki genç kumrular gibi sevişme iştiyakı içinde koklaşıyorlar-dı, dünya umurlarında değildi. Muhtemelen öğrenciydiler. Diğer yanında ise elindeki cep telefonuyla sinirli tavırlarla konuşan otuz yaşlarında bir kadın vardı, sanki neden bekletildiğinin hesabını soıjan bir havadaydı. Diğer insanları da şöyle bir gözden geçirdi, çevrede kendileri için tehlikeli birilerini görememişti. Hatta kendisiyle ilgilenen kimse yoktu, tabii bu da rahatlaması için bir neden sayılmazdı, şayet orada kendilerini kollayan birileri varsa bunu belli etmemek onların göreviydi. Dış mekanlardaki buluşmalarda güvenlikten ne denli emin olurlarsa olsunlar, taraflar daima biraz ürkeklik gösterirlerdi. Bu tür yerler, buluşma için uygunsa da, kalabalığı kontrol gibi sakıncası vardı. Ne kadar deneyimli olunursa olunsun, etrafta pusuda yatan tuzakçıları teşhis etmek her zaman mümkün olamazdı. Olga kendisini görmüştü. Kısa bir an göz göze geldiler. Güvende olduklarını belirten işareti vermeleri gerekiyordu. Temas ancak karşılıklı olarak bu işaretlerin verilmesinden sonra başlayacaktı.

Bu işin gençleri artık bu tür kurallara pek riayet etmiyor, anlamsız buluyorlardı. Ama o eski tüfekti ve bunca yıldır hayatta kalmasını böyle ufak tefek kurallara uymakla sağlamıştı. Tıknaz adam cebinden mendilini çıkararak akmayan burnunu siler gibi yaptı. Onun güvende olduğunu gösterecek işaret buydu. Olga Şalyapin ise şimdi parkın ucundan adamın bulunduğu yere geçebilmek için, yaya geçidinin önünde durmuş, önlerindeki caddeden akıp giden vasıtaların kendisine geçiş izni vermesini bekliyordu. Fakat hâlâ kendi işaretini vermemişti. Onun işareti ise siyah güneş gözlüğünü çantasından çıkararak gözüne takmasıydı. Tıknaz adam mendili cebine sokarken içindeki kuşkular yoğunlaştı. Olga kesinlikle bir amatör değildi, parolayı vermeyi unutması söz konu olamazdı. Bir ara hızla oradan uzaklaşmayı düşündü, zaten on beş dakikalık gecikme midesini bulandırmıştı. Planda bir aksilik olabileceği gibi bir tuzak tehlikesi de mümkündü. Yoksa Olga takip mi ediliyordu? Birilerinin onun kimliğini saptamış olması zayıf ihtimaldi, ama belli de olmazdı. Hâlâ karşı tarafta vasıtaların durmasını bekleyen kadının yanındaki insanları hızla gözden geçirdi. Olga’nın yanında simit yiyen iki ortaokul öğrencisi itişerek şakalaşıyorlardı. Hemen onların yanında ise yetmiş yaşlarında bir kadın duruyordu.

Diğer yanında ise göbekli, yine yaşlı bir adamla karısı, el ele tutuşmuş karşıya geçmek için fırsat kolluyorlardı. Bu insanların hiçbiri tehlikeli olamazdı. Tıknaz adam içinden homurdandı. Olga Şalyapin güneş gözlüğünü neden takmıyordu acaba? Olga kendisine verilen talimatları unutacak bir kadın değildi. Araçların akışının sonu gelmeyecekti sanki. Adamı ter bastı. Arka arkaya geçen iki şehir otobüsü araya girerek görüntüyü tamamen engelledi. Şimdi Olga’yı da göremiyordu. Üstelik trafiğin akışı da tıkanarak durmuştu. Simit yiyen iki öğrenci, o tıkanmadan yararlanarak hızla araçların arasından koşup karşıya geçtiler. Yanlarındaki yaşlı kadın da yolun açılacağını düşünmeden onları izlemişti, ama Olga hâlâ görünürlerde yoktu. Nihayet yol açıldı, vasıtalar hareket etti. Tıknaz adam Olga’ya bir daha baktı. Gözlüklerini takmamıştı. Bir terslik vardı, ama ne? Henüz yolunda gitmeyen şeyin ne olduğunu anlayamamıştı adam.

Nihayet insafa gelen arabalar biriken yayalara yol verdiler. Olga kalabalıkla birlikte AKM’nin kaldırımına doğru yürümeye başladı. Tıknaz adam için en kritik an gelmişti. Dikkatle kadını izliyordu. Olga güvenlik sinyalini vermediğine göre anlaşmaları gereği birbirini tanımayan iki yabancı gibi geçip gideceklerdi. Ancak çok tecrübeli bir göz kadının sol avcu içinde görünmeyen bir nesneyi gizlediğini fark edebilirdi. Her ikisi de kısa arayı ilgisiz iki kişi gibi yarıladılar. Fakat yolun tam ortasında Olga kazara çarpar gibi hafifçe tıknaz adajrıa dokundu ve o sırada büyük bir maharetle elinde tuttuğu şeyi adamın avcuna bıraktı. O karmaşa ve telaş içinde kimse, tıknaz adamla, uzun boylu kadının ellerinin çok kısa bir süre içinde birbirine değdiğini fark etmedi tabii. Görseler bile, bunun acele geçiş sırasında istenmeyen bir çarpışma olduğunu düşünürlerdi. Adam beceriyle avcuna sıkıştırılan şeyi cebine indirdi. Olga Şalyapin hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti, arkasına bakmadan Gümüşsüyü istikametinde yürüyüp uzaklaştı. Tıknaz adam hâlâ ne olduğunu bilmiyordu, ama işlerin gidişatında bir terslik olduğundan emindi artık. Adımlarını hızlandırdı, buradan acele uzaklaşmalıydı. Karşısına çıkan ilk taksiyi çevirerek içine atladı.

Arabaya biner binmez de kadının eline tutuşturduğu şeyi cebinden çıkardı. Ufak bir kâğıt parçasıydı bu ve üzerinde Rusça Aldatıldık yazıyordu. The Marmara Oteli’nin Taksim Meydanı’na bakan altıncı kat odalarından birinde elindeki güçlü dürbünle kalabalığı seyreden Cemal Mahmudî, arkasındaki iri yarı, bıyıklı arkadaşına, “Allah kahretsin, uyandılar. Kadın adamı görmezliğe geldi” diye sertçe söylendi. Bıyıklı olanı, “Emin misiniz, efendim?” diye sordu. “Saçmalama, deminden beri onları izliyorum.” “Şimdi ne yapacağız?” Dürbünü gözünden indiren Cemal Mahmudî, “Adamı öldürün,” dedi. Bıyıklı olanı irkildi. “Ya kadın? Kadın ne olacak?” Mahmudî kısa bir tereddüt geçirdi. “Bırakın gitsin. Onun bize bir zararı dokunmaz.” “Fakat efendim….” “Ne diyorsam onu yap. Daha fazla sorun istemiyorum.” “Fakat bana sorarsanız….

” Mahmudî arkada duran adamın lafını sertçe kesti. “Senin fikrini sormuyorum. Hemen çocuklara telefon et ve emrimi uygulasınlar.” Bıyıklı olanı isteksizce omuzlarını silkti. Bu kararın sakıncalı olduğuna inanıyordu, ama son söz kendisine ait değildi. “Nasıl isterseniz,” diye mırıldandı. Cebinden çıkardığı cep telefonun tuşlarına basmaya başladı. Çiçek bozuğu yağlı yüzü ter içindeydi. Karşı tarafın telefonu açmasını bekliyordu, telefon açılır açılmaz da aldığı emri tekrarladı. Sonra karşı taraftan gelen soruyu aydınlatmak için ilave etti, “hayır, kadına dokunulmayacak.” Telefonu kapatıp Cemal Mahmudî’nin karşısına dikildi. Ama fikrince o kadın da ortadan kaldırılmalıydı. İlerde başlarına sorun olabilirdi. Kısa boylu tıknaz adamın adı Pavel Novotny’ydi. Çek uyrukluydu.

Çekoslovakya’nın ikiye bölünmesinden önce STB’nin (Statni Tajna Bezpecnost) yani Çekoslovakya İstihbarat Servisi’nin faal ve deneyimli elemanlarından biriydi. Fakat ülke ikiye ayrılınca hiçbir gerekçe gösterilmeden işine son verilerek tasfiye edilmişti. Önce sudan çıkmış balığa dönmüştü, oysa çok yetenekli ve espiyönaj alanında haklı bir üne kavuşmuş elemandı. Bir anda kendi ülkesinde istenilmeyen adam haline düşünce, memleket dışına çıkmış, yabancı devletlerin, uluslararası şirketlerin ve bazı terör örgütlerinin gizli ve pis işlerinde profesyonel olarak’vazifeler almaya başlamıştı. İşinde çok başarılıydı ve namı her yana yayılmıştı. Pavel Novotny ılık nisan güneşinin aydınlattığı otel odasında sinirli sinirli dolaşıyordu. Durum birden hiç ummadığı bir hale dönüşmüştü. Olga’dan aldığı tek kelimelik notu belki yirmi defa okuduktan sonra cüzdanının içine yerleştirmişti. Olga Şalyapin, Aldatıldık demekle neyi kastetmişti acaba? Yolunda gitmeyen neydi? Onları kim aldatmış olabilirdi? Pavel Novotny’nin huzuru kaçmıştı. Hâlâ bunun pek önemli bir şey olmadığını düşünüyordu; Olga’nm kendisini arayarak aydınlatıcı haber vermesini bekliyordu. Nasıl olsa kendisiyle temas kurardı, ayrıca çok önemli bir durum olsa Taksim Meydanı’na da gelmezdi zaten. Saatine baktı. Otele döneli yarım saat olmuştu, ama kadın kendisini aramamıştı henüz. Paniğe gerek yoktu. Olga mutlaka kendisini arayacaktı.

Buraya gelmeyecek kadar deneyimliydi, ama irtibat kurar, en azından telefonla arardı. Novotny’nin üstlendiği görevlerin çoğu ekip çalışmasını gerektirirdi ve o da çoğu zaman eski KGB’den tanıdığı, kendisi gibi teşkilatlarından uzaklaştırılmış, işsiz ajanlarla, ya da daha ucuza gelen ücretlerde anlaşabildiği Drzaven Sigurnost yani Bulgar Gizli Teşkilatı’nın ıskartaya çıkardığı elemanlarla çalışmayı tercih ederdi. Son beş senedir faaliyetlerinin karşılığını fazlasıyla hak ediyor ve geleceğini garantilemeye çalışıyordu. Böyle bir iki iş daha çevirebilirse, ülkesine kesin dönecek ve ömrünün sonunu sakin ve huzur içinde geçirmeyi garantileyecekti. Babası bir tarım işçisiydi, vakti zamanında onu dar dünya görüşü nedeniyle hep küçümsemiş, toprağa bağlı ırgatlığın hiçbir şey kazandırmadığını düşünmüştü. Ama şimdi babasının hayatının son derece tekdüze, ama bir o kadar da, huzurlu ve güvenli geçtiğini kabul ediyordu. Aklı yine Olga Şalyapin’e kaydı. Olga eski bir KGB ajanıydı ve onunla tam dört defa çalışmıştı. Kadın kesinlikle aç gözlü değildi ve her seferinde üstlendiği görevi sadakatle yerine getirmişti. Erkek gibi bir kadındı, hatta fazla erkeksi. Lezbiyen olduğunu tahmin ediyordu, ama kadının cinsel tercihi onun için hiçbir zaman sorun olmamıştı, umurunda da değildi zaten. Bu tür kişisel özellikler eski soğuk savaş döneminde önemliydi, istihbarat örgütleri ajanlarının zaaflarını ya da açıklarını dikkatle gizli dosyalarına işlerdi. Bu veya buna benzer sebeplerle işinden olan çok ajan tanımıştı. Bir zamanlar KGB ve STB bu konularda çok titizdi, ama yerlerine kurulan yeni teşkilatlar elemanlarının cinsel tercihlerini pek umursamıyorlardı artık. Olga ne öğrenmişti acaba? Aslında bu son işte kadın sadece bir piyondu; ateşi tutarken kullanacağı bir maşa.

Çok az şey biliyordu, No-votny yüklendiği operasyonlarda daima beyin olmayı yeğlerdi. Çek, camın kenarına yaklaşarak endişeli nazarlarla dışarıyı seyre başladı. Aklı fikri Olga’daydı, daha işin başında başarısızlığa uğramak, asla kabul edemeyeceği bir durumdu. Kadın arardı, mutlaka arayacaktı. Kaldığı otel Tepebaşı’ndaydı. Yabancılarla teması burada kuruyordu. İşvereni öyle istemişti. Dakikalar ilerledikçe içindeki tedirginlik de artıyordu Novotny’nin. Hatta bir ara oteli dahi terk etmeyi düşündü, en kötü ihtimalle Olga’yla kendi temas kurmaya çalışabilirdi, nasıl olsa kadının kaldığı yeri biliyordu. Sonra sakin olmalıyım, diye mırıldandı içinden. Bu otelde tehlikede olamazdı. Mesleki alışkanlıkla otel personeline mümkün olduğunca az görünür, resepsiyona mecbur kalmadıkça uğramaz, oda temizlikçileri geldiğinde odayı terk ederdi. Personelle konuşmaz, otelde yemek yemez, onlara simasını veya tipini hatırlatacak görüntülerden ve davranışlardan kaçınır, daima silik bir müşteri olmayı yeğlerdi. Otel dışına çıkarken bile anahtarını resepsiyona teslim etmez, üstünde taşırdı. Yatağa uzandı.

Bir süre daha beklemeye karar verdi. Olga Şalyapin’in randevuya on beş dakika geç gelmesinin nedenini düşünmeye başladı. Eski KGB ajanları çok iyi eğitilmiş memurlardı; bir zamanlar kendisi de orada kurslara katılmıştı. Böyle hata yapmazlardı. Kadının birileri tarafından takip edilmediğine inanıyordu, öyle olsa randevu mahalline gelmezdi, ama nedense görüşmekten çekinmişti Olga. Onu korkutan bir şey olmuştu. Aklı yine pusulada yazılı o tek kelimeye takıldı. Aldatıldık demekle neyi kastediyordu acaba? Daha fazla yatamadı, uzandığı yataktan fırladı. Aynanın karşısına geçerek kıyafetine çekidüzen verdi. Galiba en iyisi kendisinin Olga’yı aramasıydı. Tam o sırada kapının vurulduğunu duydu. Pavel Novotny irkildi bir an. Bu Olga olamazdı. Telefon etmeden oteline geleceğine ihtimal vermiyordu. Taksim Meydanı için geçerli olan tehlike otel için de söz konusu olmalıydı.

Novotny kapıya yaklaşıp, “Kim o?” diye sordu Rusça. Belki işgüzar bir otel personeliydi. Kulağını dört açıp gelecek cevabı bekledi. Bir erkek sesi mırıldandı: “Taze balık.” Allah kahretsin, diye homurdandı içinden. Bu müşterisiydi. Kapıdaki adamın Rusçası çok bozuktu, zaten şimdiye kadar düzgün ve aksanlı Rusça konuşan hiçbir Iraklıya rastlamamıştı. Kapıdaki adamın kullandığı kelimeleri güçlükle anlamıştı, ama daha iyisini de beklemiyordu. Parolayı müşteriye, her zamanki gibi kendisi vermişti. Novotny isteksizce kapıyı açtı. Böyle bir ziyaret beklemiyordu; neden geldikleri hakkında da henüz bilgisi yoktu. Kapıda beliren adamı tanımıyordu, ama bunun pek önemi de yoktu, işvereninin otele ayağına kadar geleceği düşünülmezdi, Araplar böyle konularda çok kibirliydiler. Önemli olan verdiği parolanın doğru kullanılmasıydı. Yine de Olga olayından beri tedirginliği sürüyordu. Adama bir göz attı.

Uzun boylu, atletik yapılı ve esmerdi. Elinde Bond tipi bir çanta tutuyordu. Yabancı, inci gibi parlak beyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve oldukça düzgün bir İngilizce ile sordu: “İş tamam mı?” Yüzündeki tebessüme rağmen sesi sert ve otoriterdi. Novotny altı dil bilirdi, İngilizce de buna dahildi. Adamı bir süre daha inceledi. Ses tonundan hoşlanmamıştı. Bu soruyu sormaları haili arıydı, ama bu tarzda değil. En azından onu kiralayanların, kendisine ve şöhretine güvenmiş olmaları gerekirdi. Yine de kendini çabuk toparladı. “Konuyu kapı aralığında konuşamayız, içeri girin,” dedi. Adam usulca odaya süzülürken Novotny başını uzatıp koridora bir göz attı. Bu ziyareti kimsenin görmesini istemiyordu. Kimsecikler yoktu dar koridorda. Esmer tenli adam yatağın kenarında dimdik dikilmiş sorduğu sualin cevabını bekliyordu. Novotny, “Bir aksilik olmazsa, bu akşam bitecek,” dedi.

Adamdan her hangi bir tepki, geciktiniz tarzında bir itiraz bekledi. Oysa odaya dalan adam kayıtsızca elindeki çantayı yatağın üzerine koymuş, açmaya hazırlanıyordu. “Bakiye ücretinizi getirdim.” Novotny’nin beyninde ilk tehlike sinyalleri o zaman çalmaya başladı. Ödemenin tamamlanması için henüz çok erkendi, dünyanın hiçbir yerinde görev tamamlanmadan ücretin tamamı ödenmezdi. Bir şeylerin ters gittiğini anlamakta gecikmedi, ama ne yazık ki çok geç kalmıştı. Birden adamın elinde çantadan çıkardığı ucuna susturucu takılmış İtalyan yapımı Bernardelli P-018’i gördü. İçine hava doldurulmuş bir kesekâğıdının patlaması gibi kof iki ses duyuldu. Novotny birden sendeledi. Gafil avlanmıştı. Son hatırladığı şey, bunca yıllık tecrübesine rağmen tedbirsizliğinin cezasını çektiği oldu. Sonra yavaş yavaş yatağın üstüne kapaklandı. Belinden yukarısı yatağın üstüne düşerken, dizleri yerdeki halının üzerine değdi. Kasılmış bir şekilde öylece kaldı. Eski STB ajanı ölmüştü… — 2 — İstanbul – Nisan BAŞKOMİSER Tarık Uzunova başını kaldırarak cinayet mahallinin dağınıklığı içinde kapıda beliren iki yabancıya bir göz attı.

İçinden, nihayet teşrif edebildiler, diye homurdandı. Polis camiasından olmadıkları her hallerinden belliydi; ilgisiz tavır takınmaları, kendilerini polisten üstün görmeleri, konuşmaları sırasında nezaketi elden bırakmazmış gibi davranmalarına rağmen ukalalık taslamaları Başkomiseri illet ederdi.’ Cesedi tetkik için çömeldiği halının üzerinden isteksizce ayağa kalktı. Otel odasının içi görev başındaki sivil polislerle doluydu. İki parmak izi uzmanı özel tozlarını dört bir yana dökerek işe yarar parmak izi bulmaya çalışıyorlardı. Tarık Uzunova’nın iki yardımcısı da hâlâ odanın içinde gözden kaçmış olabilecek ufak tefek delillerin araştırmasıyla meşguldüler. Pavel Novotny’nin cesedi kurşunları yiyip kaldığı andaki gibi iki büklüm duruyordu; bedeninin üst kısmı yatağın kenarında, parmakları kasılmış ve yatak örtüsünü kavramış halde, bacakları ise dizlerinden kıvrık olarak halının üstünde kalmıştı. Cesette sertleşme başlamış ve yere yuvarlanmamıştı, yatak ise kurumuş kanla kaplıydı. Yeni gelenlerden öndeki başkomisere yaklaştı. Otuz yaşlarında ancak vardı. İkisi de koyu renk pardösü giymişlerdi. Arka planda kalanı ise ötekinden biraz daha yaşlı gibiydi ve meraklı gözlerini cesede çevirmiş, Tarık Uzunova ile ilgilenmez pozlar takınmıştı. Başkomiser yine içinden, bunlar hep böyle davranırlar zaten, mağrur ve ukaladırlar, diye geçirdi. Genç olanı, “Bizler MİT’ten geliyoruz. Adım Korhan Tepe,” dedi ve tokalaşmak için elini uzattı, fakat nedense yanındaki arkadaşını tanıtmak gereğini duymadı.

Tarık Uzunova kendisine uzatılan eli sıkarken soğuk bir şekilde sırıttı. Başkomiser, “Sizleri bekliyorduk, biraz gecikmediniz mi beyler?” dedi hafif alaycı bir tonla. Korhan Tepe alaycı ifadeyi anlamazlığa gelerek, “Neler buldunuz komiserim?” diye sordu.” İlk gözlemleriniz nedir?” Tarık Uzunova anlatmaya başladı: “İlk tespitlerimize göre maktul yabancı uyruklu. Çek vatandaşı. Pasaportuna göre adı Sasa Katanec. Turist olarak giriş yapmış. Kurşunlanarak öldürülmüş. Sanırım 9 mm.lik iki kurşunla. Cinayet sebebi hakkında henüz bilgimiz yok. Üzerinde sekiz yüz euro ve kırk iki milyon Türk Lirası çıktı. Adli tabip henüz gelmediği için kesin ölüm saati hakkında bir şey söyleyemem, ama şahsi kanaatimi soracak olursanız, yaklaşık on ya da on beş saat önce öldürülmüş.” Kısa kesmek ister gibi bezgin bir şekilde mırıldanmaya devam etti, “Başka bilmek istediğiniz bir şey var mı?” Ajan Korhan Tepe teşekkür edercesine gülümsedi başkomisere, yan gözle de yanındaki arkadaşına baktı. Diğer ajan dikkatle cesedi süzüyordu.

Yüzünde soğuk ve anlaşılmaz bir ifade vardı. Bir süre daha uzaktan Novotny’nin kanlar içindeki cesedine bakmaya devam etti. Sonra sanki komisere değil de, ortadan soruyormuş gibi, “Eşyaları nerede?” dedi. Tarık Uzunova eliyle otel odasının kapısı açık gömme dolabını işaret etti. “Sadece bir valiz” diye homurdandı.” Hepsi o.” Olaya ilgisiz gibi davranan ajan bu defa gömme dolaba doğru yürüdü. Eğilerek valizin fermuarını çekti. Bir kirli gömlek, siyah balıkçı yaka eski bir kazak, bir çift iç çamaşırıyla tıraş takımı buldu sadece. Başka bir şey yoktu valizin içinde. Ajan belirsiz bir yüz ifadesiyle doğruldu. Korhan Tepe sessiz kalarak, kendinden daha üst mevkide olduğu anlaşılan diğ^r ajanın hareketlerini kollu-yordu. “Bizim için ilginç bir şey buldunuz mu, efendim?” diye sordu. Amir olanı umursamazca dudak bükerek, “Hayır,” dedi. Hasıl olan sessizliği başkomiser muzaffer bir edayla bozdu.

Sanki onlara üstünlüğünü kanıtlamak isteyen havalara bürünmüştü. “Sanırım katili tanıyormuş. Boğuşma izine rastlamadık. Kapı zorlanmadan açılmış, yani maktul kendi rızasıyla açmış, bu da katili tanıdığının karinesidir. İlk bulgulara göre cinayet dün öğle sularında işlenmiş. Cesedi bu sabah oda temizlikçileri bulmuşlar ve hemen otel müdürüne bildirmişler. Haberi alır almaz duruma vaziyet ettik. Resepsiyon görevlilerini, kat hizmetkârlarını sorguya çektik; hiçbiri maktulü arayan ya da görüşmek isteyen birini hatırlamıyor. Adam beş günden beri bu otelde kalıyormuş. Otelde kalan tüm müşterilerin listesini çıkardık. Tahmini cinayet saatinden sonra oteli terk eden müşterileri de araştıracağız. Otelde başka Çek tebaalı yok. Yabancı olduğu için de sizi bilgilendirdik. Teşkilatınız bu adamı tanıyor mu?” Korhan Tepe olumsuzca başını iki yana salladı. Başkomiser devam etti: “Cinayetin para nedeniyle işlenmediği de ortada.

Adamın cüzdanındaki paralara dokunulmamış.” Öteki ajan nihayet konuştu: “Cüzdanı görebilir miyim?” Komiser yatağın ucundaki komodinin üzerindeki şeffaf plastik delil poşetinin içinde duran cüzdanı işaret etti. “Buyurun, inceleyebilirsiniz.” Ajan dikkatle poşetin içinden cüzdanı çıkardı. Paralarla hiç ilgilenmedi, birkaç kartvizit ve iki fotoğraf bulmuştu. Fotoğrafların biri ablak yüzlü, orta yaşlı bir kadına, diğeri ise on iki, on üç yaşlarında bir erkek çocuğa aitti. Ajan resimleri bir süre inceledikten sonra yerine koydu. Kartvizitler daha çok ilgisini çekmiş gibi bir hali vardı; sanki isim ve adresleri hafızasına yerleştirir gibiydi. Fakat en fazla ilgisini çeken şey ufak bir kâğıda yazılmış Rusça not oldu. Ajan da mükemmel Rusça bilirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir