Osman Aysu – Ask Oyunu

Çatı katındaki odanın kapısına geldiğimde kısa bir duraklama geçirdim. Sanki içimden yükselen bir his odaya girmememi söylüyordu. Bu anlamsız duygunun neden kaynaklandığını kesinlikle bilmiyordum.Usulca tokmağı çevirip kapıyı ittim, pervazın yanındaki elektrik düğmesini el yordamıyla bularak çevirdim. Çıplak ampulün sarı ışığıyla aydınlanan odaya bir göz attıni. Düzensiz, bakımsız ve sanki yıllardır el değmemiş görünümündeydi. Uzun zamandır kapalı kalmanın doğurduğu havasızlıktan burnuma küf ve rutubet kokusu çarptı. Bir gariplik sezinledim. Burası rahmetli babamın hayatı boyunca sürdürdüğü intizamlı yaşamı, alışkanlıkları ve derli topluluğuyla sanki tezat teşkil ediyordu. Bu dağınık ve metruk oda, onun hayatından geri kalan bir yer olamazdı. Anılarımla yargılarım arasında beni rahatsız eden bir çatışma başlamıştı ve ne olduğunu kestiremediğim tedirgin bir ruh hâli dalga dalga benliğimi kaplıyordu. Küf kokan tozlu odanın içinde birkaç adım attım. Cilâsı bozulmuş, yer yer kabarmış parkelerin üzerine atılmış eski püskü, şeklini kaybetmiş iki boş bavul, bir bacağı kırık olduğundan yan yatmış hezaren iskemle, nedense kimseye verilmeden bu güne kadar saklanmış birkaç bakır tencere, babamın gençliğinden kalma akordeon ve yaprakları sararmış dizi dizi eski tarih mecmuaları sonsuzluğa kadar akıbetlerini bekler bir hava içinde terkedilmişliği yaşıyorlardı. Çok uzun zamandan beri bu odaya girmediğimi hatırladım birden; belki on beş seneden beri, daha doğrusu bu evden çıktığımdan beri adımımı atmamıştım.


Ziyaretlerim sırasında da, haliyle çatı katına çıkmak gereğini duymamıştım hiç. Meğer ne çok lüzumsuz eşya birikmiş burada, diye düşündüm bir an. Bakışlarımı etrafta dolaştırmaya devam ettim. Babamın anılarına sadık, eskiye değer verdiğini, alıştığı eşyalardan kolay kopamadığını bilirdim, ama bu kadarını da tahmin ve tasavvur edememiştim doğrusu. Burası bir eskici dükkanı gibiydi; köşeye atılmış bisikletimi görünce irkilmekten kendimi alamadım. Sünnetim de amcam hediye etmişti. Jantı eğrilmiş, selesinin derisi yırtılmış haliyle bir köşede duruyordu. Neredeyse bana aidiyetini bile zor hatırlamıştım. Başka bir yanda annemden kalma Singer marka dikiş makinesi, irili ufaklı mücevher kutuları, katlanıp bohça haline getirilmiş daha bir yığın atılacak eşya doluydu yerlerde. Babamın bunları niye muhafaza ettiğini anlayamamıştım. Sanki burada bir tarih yatıyordu; ailemizin geçmişi, birlikteliğimizin geriye kalmış anılarının sembolleşmiş eşyaları. İçimi bir hüzün kapladı. Aşağı katlar geçen hafta vefat eden babamın sıcak ve alıştığım, yakından tanıdığım hayatının izlerini taşıyordu; her şey normaldi. İntizamlı, bakımlı ve tertemiz. Lâkin bu oda, onun kişiliğine ters düşen bir pislik içindeydi. Ayrıca bütün bu gereksiz eşyaları saklamasına rağmen neden onları darmadağınık bıraktığını da anlamamıştım.

Üzerini kesif toz kaplamış anneme ait boş mücevher kutularından birini yerden aldım. Onu gayet iyi hatırlıyordum. İçi siyah kadifeyle kaplı, üzeri minelerle bezenmiş Fransız yapımı bir mahfazaydı. İçinde pırlantalarla kaplı zümrüt seti dururdu. İri küpeler, mekik yüzük ve şahane gerdanlığı. Anneme çok yakışırdı. Kuğu misâli ince uzun boynunda gerdanlığı bir an görür gibi oldum. Sonra, aklıma geldi birden; acaba annemin mücevherleri ne olmuştu? Vefatı yaklaşık on beş yılı aşıyordu, içimi acı bir hüzün kapladı. Neredeyse bu odaya girdiğime pişman olmuştum. En iyisi uygun bir zamanda yeniden gelip bu evde esaslı bir tasfiye ve temizlik yapmam gerekecekti. Geçmişin anıları âdete omuzlarıma çökmüştü. Işığı kapatıp dışarı çıkmak istedim. Ama yapamadım; o izah edemediğim içimdeki tuhaf duygu, sanki orada kalmaya, döküntü eşyaları karıştırmaya zorluyordu beni. Duraksadım yeniden; burada beni araştırmaya zorlayan ne olabilirdi ki? Hepsi miadını doldurmuş, kullanım özelliklerini yitirmiş bir yığın eski püskü şeyler. Sadece anılarımı tazeleyen bir nostalji deposu.

Hepsi o kadar. Elektrik düğmesine uzanan kolum havada kaldı. Kapının önünde durup bekledim. Sanki beni çağıran o tılsımlı şeyin ne olduğunu anlamak istercesine yeniden dağınık ve etrafa saçılmış eşyalara baktım. Geçen hafta babamın cenazesinden sonra emektar uşak Yahya Efendi teslim etmişti evin anahtarlarını. Neredeyse tüm ömrü babamın yanında geçirmişmiş, namuslu, dürüst ve sadık bir insandı. Kendimi bildiğim bileli bu evde yaşamıştı. O yalnız bir uşak değil, babamın can yoldaşıydı da. Hadi, babam bu eşyaların atılmasına izin vermemişti, ama Yahya Efendi acaba niye burayı temiz tutmamış, babamın kıyamadığı eski eşyaları derleyip toplamamıştı? Yoksa hayattayken buraya girmesini yasaklamış mıydı? Bu düşünce biraz 6açma geldi, aklım yatmadı. Zaten kapı da kilitli değildi. İçimde beni tedirgin eden duyguyla eşyalara yeniden bir göz attım. Özellikle de tam karşıma isabet eden geniş duvarın dibinde istiflenmiş büyük mukavva kutulara baktım. Acaba içlerinde ne vardı? Babamın kütüphanesinde yer kalmadığı için buraya çıkarttığı eski kitaplar mı? Yaklaşıp içlerine baktım; çoğu boştu. İnanılır gibi değildi; boş kutuları bile buraya yığmışlardı. Yan tarafta, ilkokul çağındayken babamın bana yaptırdığı dört raflı maun kitaplık bile buradaydı.

Elimde olmadan gülümsedim, yirmi yıl evvelinin beynime üşüşen tatlı anılarıyla kitaplığa yaklaştım. Şimdi raflarda kısmen kırık biblolar, vazolar, içlerine tükenmez kalem doldurulmuş çatlak bardaklar ve daha bir yığın öteberi istif edilmişti. Fakat beni asıl hayrete düşüren şey kitaplığa yaklaştıkça içimdeki o garip duygunun da şiddetinin artmasıydı. Sanki aradığım şeye yaklaştığımı hissediyordum. Bu durum önce bana komik geldi. Bit pazarına benzeyen oda da ne bulabilirdim ki? Sonra gözüm üçüncü rafta duran mukavva kutuya takıldı. Nedense önüne geçilmez bir istek, onu açıp içine bakmamı söylüyordu. Kalp atışlarım hızlanmış, sebepsiz yere vücudumu ter kaplamıştı. Dilim damağım kurumuştu birden. Gözlerim sanki hedefine ulaşmaya çalışan bir roket gibi kutuya kilitlenmişti. Bu odada kalmamı sağlayan o esrarengiz tılsım kutunun içindeydi. Bunu hissediyor fakat, nedense ellerimi üstü tozla kaplanmış kutuya uzatamıyordum. Ürkeklik, bir tür korku veya geleceğimi değiştirecek bir felaketin habercisi vardı içimde sanki. Bunları duyumsadığım için kendimle dalga geçmek istedim. Bu olsa olsa bir evham, ya da babasıyla ilişkileri bozuk bir evlâdın nedamet endişesi olabilirdi.

Yani bir tür suçluluk kompleksi. Her an babamla olan çekişmemi yargılayıp hükme bağlayacak bir suç delili.İşin aslına bakılırsa, üç gündür kendimi yargılıyor, geçmişin sık sık muhasebesini yapmaya çalışıyor-dum; çok daha önceleri yapmam gereken ve doğruyu bulmam icap ederken, yılların ihmâli şimdi benliğimde fırtınalar ve pişmanlıklar yaratıyordu. Sanırım evlâtlık vazifelerimi hakkıyla yerine getirememiştim. işin garip yanı babamı severdim, ama bu hissimi özellikle son on yıldır ondan saklamaya ve esirgemeye çalışmıştım. Annemin zamansız ve âni ölümünden sonra aramız iyiden iyiye açılmış, görüşmelerimiz asgari düzeye inmişti. Annemin ölümünden âdeta onu sorumlu tutmuş ve suçlamıştım. Gerçekten suçlu muydu? Bilmiyordum; bu gün de bilmiyorum hâlâ. İnsanları suçlamak kolaydı, asıl zor olan masumiyetlerine inanmak ve bu yolda çaba harcamaktı. Annesine aşırı düşkün bir evlât olarak bu cehti göstermiş miydim acaba? Gösterdiğim pek söylenemezdi; hiç kuşkusuz hissi ve tesir altında kalarak hükme varmış, babamı ihmâl etmiş, uzak ve mesafeli davranmıştım. Büyülenmiş gibi o tozlu kutuya bakmaya devam ediyordum. Elim uzanamıyordu bir türlü. Belki de korkuyordum. İçimdeki o titreşimler, benliğimi saran heyecan, o kutunun bu güne kadar bilmediğim bazı ailevi sırları açığa çıkaracağı endişesi yaratıyordu ben de. İlk bakışta komik ve anlamsız bir saplantı olarak gözükebilirdi; çatı katındaki bu terkedilmiş odada duygularımı zorlayan, bunca yıllık hissiyatımı değiştiren ne tür bir gerçekle karşılaşabilirdim ki? Vesvese, çocukça bir endişeydi benim ki.

O kutudan değil, beynime saplanan düşüncelerden sıyrılmalıydım asıl. Nihayet tozlu kutuyu raftan aldım. Hafifçe salladım. Sallayınca içindeki nesnenin hareket ettiğini fark ettim, sağa sola bir kayma olmuştu. Acaba içinde ne vardı? Belki çok saçma sapan bir şey, asla saklanmaya gerek duyulmayacak, tıpkı buradaki diğer eşyalar gibi bir an önce çöp tenekesine atılacak bir nesne. O zamana kadar babamın bilmediğim saklama huyunun başka bir tezahürü. Ama kapağı açamıyordum bir türlü. Önce üzerindeki yoğun toz tabakasını hafifçe üfledim. Kalkan tozların genzime kaçmasını önlemek için bir iki adım geri çekildim. Buna rağmen nefesimle birlikte yoğun toz bulutunun burun deliklerime dolduğunu hissetmiştim. Kutunun kapağını kaldırdım sonunda. Hiç beklemediğim bir şey çıktı içinden. Deri kaplı, irice bir defter. Hani çoğunlukla genç kızların tuttukları, sayfalarına ilk aşklarını ya da arkadaşlarının düşüncelerini kaydettirdikleri, ufak kilidi olan, abuk subuk cümlelerin yer aldığı çirişten bir defter. Artık zamanımızda genç kızların bu heveslerinin devam edip etmediğini bile bilmiyordum.

Elimde olmadan gülümsedim önce. Her halde annemin genç kızlığından kalma olmalıydı. Bu evde yaşadığım sürelerde onu hiç görmemiştim. Annem ölünceye kadar romantik kalmış bir kadındı zaten; her halde genç kızlığında tuttuğu bu defteri saklamıştı. Hatta emindim ki, babam bile defterin varlığından annemin vefatına kadar mutlaka haberdar olmamıştı. Annem kendi kişiliğini açığa vuracak şeyleri sır gibi saklardı. Bir süre öylece kaldım. Belki elime canlı bir hazine geçmişti. Müfide Hanımın gençlik heyecanları. Acaba bunca yıldır saklı kalan anılarını okumam, ona karşı saygısızlık mı olacaktı? Birden karar veremedim. O kadar asil ve muhterem bir kadındı ki, kaleme aldıklarını muhtemelen tebessüm ederek okumam, onun yüreğimde ve beynimde yer eden aziz anısına hürmetsizlik olacak gibi geldi bir an. Nereden bakılsa, elli yıl belki de daha fazla süreli bir geçmişin saf ve çocukça heyecanlarına tanık olacaktım. Defteri kutudan çıkardım; ellerimin arasında kutsal bir emaneti taşırcasına tuttum bir süre. Sayfalara göz atamadım. Gözlerim buğulanır gibi oldu; galiba sevmediğim bu huyumu annemden almış olmalıydım, bir erkeğe yakışmayacak kadar duygusal yapım vardı.

Daha babamı kaybedeli bir hafta olmasına rağmen, şu an annemin anılarının ruhumda yarattığı eziklikle ağlamaya hazır bir hale gelmiştim. Hayır, diye mırıldandım kendi kendime. Tabii ki okuyacaktım, bundan daha doğal ne olabilirdi ki, sevinmeliydim hatta, şöyle bir düşündüm, bu annemden kalan en canlı mirastı. Kendi el yazısı. Bana kalan en kıymetli eşyası. Her türlü maddiyatın ötesinde bir değer. Defter kilitli değildi. Her halde babam, annemin ölümünden sonra onu bulunca açıp okumuş, atmaya kıyamamış ama sonunda yeterince değerli bulmayarak bu eski eşyaların bulunduğu çatı katına çıkarıp, diğer eski eşyalar gibi akıbetine terk etmişti. Tıpkı bisikletim, kendi akordeonu veya bacağı kırık hezaren sandalye gibi. Sinirlenir gibi oldum. Yıllardır babama süren gelen kırgınlığım yeniden alevlendi. Anneme olan sevgimi ve aşırı düşkünlüğümü bilirdi; en azından bu defterden beni de haberdar etmesi, istiyorsam saklama imkanımı bana sağlaması gerekirdi. Oysa annemin böyle bir deftere sahip olduğunu ancak yıllar sonra öğrenebiliyordum, hem de tamamen tesadüfen. Annemden kalan en büyük mirastan beni mahrum etmişti. Artık ölmüş bir insanın arkasından kötü şeyler düşünmek istemiyordum, ama bu babamla aramdaki ruhsal uçurumun en tipik örneklerinden biriydi işte.

Hayatta ki maddi değerlerin hepsini bilir fakat mânevi kıymetleri takdir edemezdi, daha doğrusu etmezdi. Aslında annemin anılarını bu küflü ve tozlu çatı katı odasında okumaya hiç niyetim yoktu; defteri bu akşam kendi evime götürecek, çalışma odamdaki rahat koltuğuma gömülerek okuyacaktım. Belki içindeki satırlar -belki değil kesinlikle öyleydi- babamla tanışmadan önce kaleme alınmış çocuksu duyguların ifadesiydi, ama ne olursa olsun, onlar annemin hisleriydi ve ben onları rahat ve alıştığım atmosferde okumak istiyordum. Ne bu pis oda da, ne de bir türlü bana ait olduğunu kabullenemediğim babamın evinde. Ama o an olmayacak bir şey yaptım. İçimden bir his, bir özlem duygusu, sanki bana annemden bir şey getirecekmiş gibi el yazısını görmek isteği yarattı. Deri kaplı defterin kapağını açtım. Büyük şaşkınlığa da o zaman kapıldım. Bu annemin el yazısı değildi. Bakışlarım donuklaştı. Annemin hatıra defterini bulduğuma kendimi öyle şartlandırmış-tım ki, durumu kabullenemedim önce. Aptallaşmış olarak satırlara baktım. Garipseyerek ilk bir iki satırı okudum. Neden sonra uyandım. Bu babamın el yazısıydı.

Ayrıca buna tam olarak hatırat da denemezdi, belki uzun ve fasılalı zaman dilimleri içinde tutulmuş notlardı. Babam yazmayı hiç sevmezdi. Asla böyle bir alışkanlığı da olmamıştı. Onun anılarını kaleme alacağını düşünemezdim. Nedense her doktor gibi onun da kaligrafisi berbattı, yazdıklarını zor okuyordum, ama ifadesi hayli düzgün, çarpıcı ve akıcıydı. Babam hakkında bir daha yanılmıştım. İçime çöken burukluk devam ediyordu, fakat bu defa otuz beş yaşını süren bir erişkin olarak kendimi suçluyordum. Acaba nerede hata etmiştim? Ona hak ettiği sevgiyi verememiş miydim? Tek suçlu o muydu? Hiç mi ben de hata yoktu? Üstelik elimde tuttuğum defterin daha ilk sayfası bana tahsis edilmiş, aramızdaki baba – oğul münasebetini gayet objektif bir şekilde analize çalışmıştı. Defteri kapattım, koltuğumun altına sıkıştırarak elektriği söndürüp dağınık odadan çıktım. İki kat aşağıya inerek babamın çalışma odasına girdim. O saatte villada tek basmaydım. Bir müddet kararsızlık içinde bocaladım; kapının önünde duran arabama binip kendi evime gitmek istiyordum, fakat bunu yapamayacağımı çabuk anladım. O defterin içinde yazılanları bir tür babamın vasiyeti şeklinde kabul etmiştim. İlk sayfada yazılanlar yalnız aramızdaki ilişkinin bir çözümlemesi değil, bundan sonra ne yapmamı, ne şekilde davranmamı gösteren bir tavsiyeler yumağı olabilirdi. Defterdekileri derhal okumazsam, rahatlayamayacağımı anlamıştım artık.

Deri kaplı defteri masanın üzerine bıraktım. Masanın üzerindeki lambayı yakarak babamın maroken koltuğuna oturdum; yine de bir süre defterin kapağını açamadım. Babamın vefatını takip eden şu bir hafta içinde hiç aklıma gelmemişti, acaba babamın resmî bir vasiyetnamesi var mıydı? Yığınla hukukçu dostu, arkadaşı mevcuttu, belki son arzularını tanzim eden bir yazılı belge tanzim ettirmiş olabilirdi. İtiraf edeyim ki geriye bıraktığı zengin mal varlığı pek umurumda değildi, bunu şimdiye kadar beynimde hiç mesele etmemiştim, şimdi de etmiyordum. Ama önemli bir an yaşadığım içime doğuyordu. Ayrıca o defterin muhtevası beni korkutuyordu da. Orada beklemediğim gerçeklerle karşılaşacaktım. Belki de babamla, geçmişimle, hatta geleceğimle hesaplaşma zamanı gelmişti. Daraldığımı, boğulacak gibi olduğumu hissettim, gömleğimin yaka düğmesini açıp, kravatımı gevşettim. Koltuğa yaslanıp sallanmaya başladım. Gözlerimi defterden ayıramıyordum. Çatı katında bulduğum defter hiç şüphesiz babamın mirasıyla ilgili olamazdı; ayrıca bıraktığı hatırı sayılır mirasın gözümde pek itibarı da yoktu ama aramızdaki baba – oğul ilişkisini sonsuza kadar etkileyeceğini daha ilk satırından anlamıştım. Acaba o satırları niye yazmıştı? Bunu bana elime geçecek şekilde yazıp ulaşmasını neden sağlamamıştı? Ya da kendisine yaptığım çok nadir ziyaretlerimden birinde söz konusu etmemişti? En azından buna hakkı vardı. Fikirlerini bana açsa, karşılıklı tartışır, belki de aramızdaki askıda kalmış ihtilâfları bir noktaya bağlardık. Ama babam bunu hiç yapmamış, denemeye teşebbüs dahi etmemişti.

Odanın havası ağırlaşır gibi geldi bana. Bakışlarım etrafta dolaştı. Tüm eşyalar, haliyle onun özelliklerini ve zevklerini yansıtıyordu. Meslekî kitapları, koyu ve insanın içine kasvet veren mobilyalarıyla tam bir Reha Şahin klasiği. Pahalı fakat zevksiz ve ruhsuz eşyalar. Çoğunu ilk defa görüyormuşum gibi inceledim. Her taraf tertemizdi. Bakımlı ve derli toplu. Odaya onun kokusunun sindiğini söyleyebilirdim. Hafif bir tütün ve İngiliz Atkinson kolonyasının belli belirsiz kokusu. Babam kendisini pek yenileyemeyen insanlardan biriydi; zevklerini ve alışkanlıklarını asla değiştirmezdi. Masanın üzerindeki defteri yeniden açtım, saatime bir göz attım ve ilk sayfadan olmak üzere okumaya başladım. Bitirdiğimde çalışma odasının duvarındaki pandüllü antika saat on biri vuruyordu. Sanki başka bir âlemdeydim artık. Okuduklarım tüm benliğimi altüst etmişti.

Zaman zaman satırlara tam bir dehşete kapılarak, bir korku romanı okuyormuş gibi titreyerek devam etmiştim. Bu durumum hiç de abartılı değildi; çünkü şimdiye kadar bilmediğim, hatta aklımın köşesinden bile geçmeyecek bazı aile sırlarını öğrenmiş bulunuyordum. önce inanmak istemedim, bir yanlışlık olabileceğini düşündüm. Ne var ki tümünün gerçek olması gerekiyordu, zira olaylar en yetkili kişi tarafından kaleme alınmıştı. Yerimden kalkamadım bir süre. Tir tir titriyordum. Öğrendiklerimi içime sindirmem oldukça zor olacaktı. Uzun süre masanın başında öylece kaldım. Pek yanılmamıştım; babamın kaleme aldıklarını bir nevi vasiyetname demek yanlış olmazdı; ama ilk bakışta anlayamadığım hususlarda mevcuttu. Zira son sayfanın altına bir tarih atmıştı ve o tarih yedi yıl öncesine aitti. Peki, sonra ne olmuştu? Neden babam bu yazdıklarını ortaya çıkarmak ya da bana eriştirmek yerine yukarıdaki o küflü odanın dağınıklığına terk etmişti? Bunları hiçbir zaman öğrenmemek ihtimalim de mevcuttu. Oradaki tüm eşyaları çöpe atabilirdim. Belki yasal ve geçerli bir vasiyetnamesi vardır, diye düşündüm sonra. Acaba tatsız ve şok edici gerçeği kanun yoluyla mı öğrenmemi tercih etmişti? Mümkündü, hatta babamın kişiliğine daha uygun düşen bir çözümdü bu. Kızgın mıydım? Hayır.

Ama tarifsiz bir hayal kırıklığı yaşadığım muhakkaktı. Galiba çok şaşırmıştım. Bütün değer yargılarım ters yüz olmuştu. O an ne düşüneceğimi kestiremiyordum…. Avukat Mehmet Ali Çayırlı beni gözleri yaşararak karşıladı. Upuzun kollarını iki yana açarak hasretle kucakladı. Hislerini içtenlikle ifade ettiğine emindim. Mehmet Ali amca babamın en sevdiğim arkadaşıydı ve onu çocukluğumdan beri tanırdım. Uzun süre birbirimize sarılı kaldık. Nihayet iri pençe gibi ellerini omzumdan çekmeden bir adım geriledi ve nemli gözlerini yüzüme dikti. Sesi titrek ve hüzünlüydü. “Avukatlar meramını iyi anlatan, güzel konuşan insanlar olarak bilinir ama ne yazık ki ben, bu durumlarda fazla konuşkan ve ağzı lâf yapan insanlardan değilim. Üzüntümü nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Takdir edersin, baban çocukluk arkadaşımdır, üniversiteye kadar aynı okullarda hatta aynı sınıflarda okuduk; ona sevgim yıllanmış bir arkadaşlığın ötesinde kardeşlik seviyesindedir. O da rahmetli amcanın vefatından sonra beni kardeşi yerine koymuştur.

Sana üzüntümü anlatacak kelimeler bulamıyorum, hâlâ kabullenemediğim bir boşluk içindeyim.” “Sağ olun, Mehmet Ali Bey amca” diye mırıldandım. “Biliyorum.” “Geç otur şöyle” diyerek bana yer gösterdi. Masasının karşısındaki geniş ve rahat maroken koltuğa oturduğumda yüreğim tarif edilmez çarpıntılar içindeydi. Az sonra ruhumu kemiren şüpheleri giderecek yasal cevap ve izahatları alacağımı düşünüyordum. Şayet dün gece babamın çalışma odasında okuduğum o garip ve yarım kalmış defterin içindekiler doğruysa, tüm hayatımın gidişatını değiştirecek olağandışı gerçeklerle yüz yüze gelecektim. Sabır ve metanetimi muhafaza etmeliydim. Mehmet Ali bey masasının arkasındaki koltuğuna oturur oturmaz ne kadar diken üstünde ve huzursuz olduğunu anlamakta gecikmedim. O her zamanki neşeli, güler yüzlü, babacan ve her zaman duruma hâkim olan kişiliğinden eser kalmamıştı. Sanki az sonra patlayacak fırtına hazırlanıyormuş gibi tedirginlik içindeydi. İlk iş olarak telefondan kâtibini arayarak, gelecek her türlü telefonu kendisine bağlamamasını tembih etti. Yaşlanmış ve kırışıklıklarla kaplı yüzünden telâşını kavramam çok kolay olmuştu. “Acını takdir ediyorum” diye giriş yaptı. Sonra duraklayıp yüzüme baktı.

Galiba elimde değildi. Öyle değişik duygular içindeydim ki, üzüntüm bir gerçek ise de en az içine düştüğüm kuşku ve tereddütlerde hislerimi aynı oranda etkiliyordu. Korkarım daha fazla dayanamayacaktım, bir an önce konuya girmek ve hakikatlerle yüzleşmek isteği galebe çalıyordu. Yüzümün durgun ve sakin ifadesine rağmen, ruhumda esen rüzgârları anlamış gibi, sessiz ve durağan tavrımı inceledi. Ve sanırım o an endişelendi. Konuyu değiştirmek isteğiyle tecrübeli bir avukat taktiğine başvurdu. “Bu ziyaretini neye borçluyum, bakıyım” dedi babacan bir tavırla. Anladığım kadarıyla mevzua direk kendisi girmektense, benim açmamı bekliyordu. Hiç tereddüt etmeden sordum. “Siz babamın en yakın arkadaşıydınız” dedim. “Her halde bilirsiniz, babam vasiyetname hazırladı mı?” Bu soruma hazırlıklı olmalıydı, ama ona rağmen yüzünün sarardığını hissettim. Koltuğunda geriye yaslanıp, kalın çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Bir an sessiz kalıp yüzümde hâsıl olan merakı kontrole çalıştı. Artık vereceği cevap pek önemli değildi, çünkü acı da olsa gerçeği kavramıştım. O not defterinden öğrendiklerim doğruydu.

İçimin allak bullak olduğunu duyumsadım, neredeyse kusacaktım, insanoğlu bir tuhaftı, gerçekleri kavrasa bile son ana kadar, hakikatler resmiyet kazanıncaya değin kabullenmek istemiyor, isteklerinin ve sağduyusunun galebe çalmasını umuyordu. Hâlâ babamın avukatının ağzından soruma onay almadığım halde, başım önüme düştü ve gerçeği kabullenmek zorunda kaldığımı anladım. Mehmet Ali Bey, “Evet” diye fısıldadı güçlükle. “Babanın bir vasiyetnamesi var. Onu istekleri doğrultusunda ben kaleme aldım. Noter’e de onaylattık.” Kısa bir sessizlik oldu. Yaşlı adam hafifçe içini çektî.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir