Osman Aysu – Iktidar Merdiveni

Gazeteci Oğuz Arkan, yılların verdiği tecrübeyle karşısındaki koltukta oturan Hür Solcu Parti’nin Onursal Başkanı Musa Süren’e bir an merakla baktı. Onursal Başkan her zaman az ve öz konuşurdu. Ayrıca pek çok siyasinin yaptığı gibi, lastikli cümleler kullanmaz, her yöne çekilebilecek yorumlardan özellikle kaçınırdı. Gazeteci biraz daha arkasına yaslandı, kulağına gelen fısıltının doğru olduğuna kanaat getirerek, bu kez kendinden yeterince emin, “Sayın Başkan,” dedi, “şu sıralar Ankara sansasyon yaratacak bir haberle çalkalanıyor ve bu haberin kaynağının siz olduğunuz, teklifin sizden geldiği söyleniyor. Bu konuda ne diyeceksiniz?” Musa Süren seksen yaşın üstündeydi. Uzun süreden beri de işitme zorluğu çekiyordu; gazeteciye yüzünde hafif mütebessim bir ifadeyle bakarak sanki soruyu iyi duyamamış gibi sordu. “Hangi haberden söz ediyorsunuz? Başkent gündeminde her zaman sansasyonel haber vardır. Bana mal edilen bu haber de neymiş, sizin ağzınızdan duymak isterim.” Gazeteci Oğuz Arkan hiç bozuntuya vermedi. Meslek hayatı boyunca yüzlerce kere Musa Süren’le röportaj yapmıştı, yaşlı politikacının tüm meslektaşları gibi biraz pof potlanmaktan hoşlandığını bilirdi. “Efendim, daha güçlü bir muhalefet için, sol partilerin yıpranmamış yeni bir lider etrafında bir araya gelmesi ve adı geçen kişinin başkanlığında seçimlere gidilmesinden çokça söz ediliyor şu sıralar ve bunun fikir babası olarak da sizin adınız geçiyor. Doğru mu?” “Anladım, şu konu… Evet, doğrudur. Bir dost meclisinde eskiden birlikte çalıştığım bazı arkadaşlara bu husustaki samimi fikirlerimi açıklamıştım. Benimki sadece bir temenni idi, gerçekleşme ihtimalinin ne nispette mümkün olacağı hakkında kesin bir bilgim yok, ama birleşme fikrinin zaruret olduğuna inanıyorum.” “Yanılmıyorsam o liderin ismini de açıklamışsınız.


” “Evet, bu da doğrudur. Bir isim verdim.” “Önerdiğiniz lider Prof. Sinan Öktem mi?” Yaşlı başkan başını salladı. “Evet, o.” “Muhalefetteki dağınık sol partilerin bu teklife sıcak bakacaklarına inanıyor musunuz?” Yaşlı Başkan çayından bir yudum alarak fincanı yanındaki sehpanın üzerine bırakırken keyifle gülümsedi. “Solun güçlenip yeniden etkili siyasi bir denge hasıl etmesi için, evvel emirde güçlü ve karizmatik bir lidere ihtiyacı olduğu inkâr edilemez bir vakıadır. Muhtelif partilerin liderleriyle bu birleşmenin tahakkuk etmeyeceği ayan beyan bellidir artık. Maalesef memleket büyük liderler çıkaramıyor son yıllarda.” Oğuz Arkan, eski parti başkanının son cümlesinde kendisine bir iftihar payı çıkardığını hemen sezinlemişti. Mesleğinin verdiği alışkanlıkla Musa Süren’i hemen tasdik etti. “Bu konuda haklısınız, beyefendi,” dedi. “Hem de çok haklısınız. Fakat burada dikkat çekici husus, söz konusu lider adayı hakkında diğer sol partilerin takınacağı tavırdır. Yakın geçmişimize bir göz atarsak bu tür girişimler daha önce de olmuş, ama bir isim üzerinde mutabakat sağlanamamıştı.

Sizi bu sefer ümitlendiren nedir?” Musa Süren çayından bir yudum daha aldı. Saatin ilerlemesi nedeniyle Musa Süren’in çalışma odası oldukça kararmıştı. Eski Başkan’ın oturduğu berjer koltuğun hemen arkasındaki ayaklı ahşap lambadan akseden sarı ışık, yaşlı adamın sarkan yanaklarının üzerinde gölge oyunları yapıyordu. “Öncelikle bu ittifakın artık kaçınılmaz bir zaruret haline gelmesidir. Yaklaşan seçimlerde mevcut iktidarın karşısına güçlü bir muhalefetle çıkmanın tek yolu ve şartı budur. Şekline gelince, benim önerim, İtalyan sol partilerinin kurduğu Zeytin Ağacı ittifakının bir benzerinin Türkiye’de de yapılması yolundadır.” “Anlıyorum, efendim. Peki bu öneriniz herhangi bir şekilde Prof. Sinan Öktem’e iletildi mi?” “Hayır,” dedi Başkan, “sanmıyorum. En azından benim bilgim yok. Siz gazetecilerin kulağı deliktir, yoksa bir şeyler mi öğrendin?” Oğuz Arkan başını iki yana salladı. “Teklifinizin henüz basına sızdığına ihtimal vermiyorum. Aksi halde tüm gazeteler haberi sürmanşetten yayınlardı. Bu sohbeti de sizinle baş başa değil, geniş bir gazeteci topluluğu ile birlikte basın toplantısı halinde Sapardık.” “Ama siz duymuşsunuz, işte…”‘ “Haklısınız, beyefendi.

Sözünü ettiğiniz o yemeğe iştirak eden yakınlarınızdan biri de benim çok eski ve candan bir dostumdur. Aramızda kırk yıllık bir hatır vardır. İtiraf edeyim ki hadiseyi bana çıtlattığında, rier şeyden önce meseleyi kaynağından inceleme gerektiği fikrine kapıldım. Sizi ziyaretimin sebebi de budur.” Musa Süren gülümsedi. “Tahmin edebilirim; bu haberi kulağınıza Cemil Bey fısıldamış olmalı. Cemil Bey’i yakından tanırım, onunla uzun yıllar çalıştım. Vakti zamanında kurduğum hükümetlerde vekil olarak çalışmış, sağlam ve güvenilir biridir. Pek tabiidir ki, teklifin önünde sonunda basına intikal etmesi kaçınılmazdı. En azından haberin sizin gibi tecrübeli ve yıllardır gazetedeki köşesini zevkle okuduğum bir basın mensubu tarafından duyurulması bence de en münasibi olacaktı.” Oğuz Arkan beyninde şekillenen soruyu sormanın zamanı geldiğini düşünerek elindeki çay fincanını önündeki sehpaya bırakarak fısıldadı: “Anladığım kadarıyla siz, Prof. Sinan Oktem’in solu derleyip toparlamak için uygun bir lider olduğunu düşünüyorsunuz, ama acaba kendisi bu görevi kabullenmeye hazır mı?” Musa Süren birkaç dakika düşündü. Feri kaçmış gözlerinde hafif bir bulutlanma oluştu, yüzü ciddileşti, alt dudağı hafifçe titredi. “Bilmiyorum ama kabul edeceğini sanırım,” dedi. “Sizi bu düşünceye iten sebep nedir?” Bu kez emektar parti başkanı hiç tereddüt etmeden cevap verdi.

“Tanıdığım kadarıyla Hoca sorumluluktan kaçmayan biridir. Çok zor dönemler geçiriyoruz ve vatanını seven, bu millete hizmet etme aşkıyla yanan insanlar için sorumluluk yüklenmenin tam zamanıdır. Şayet kendisine bu teklif iletilirse, görevi geri çevireceğini hiç tahmin etmiyorum.” Gazeteci Oğuz Arkan ilk defa bir kuşkuya kapıldı; eski vekillerden Cemil Turna ile yaptığı özel görüşme birden zihninde canlandı. Bir gün evvel Ankara’nın ünlü restoranlarından birinde Cemil Turna ile öğle yemeği yemişlerdi; dışardan bakıldığında karşılaşmaları, yemeğe gitmeleri tamamen bir tesadüftü. Sokakta karşılaşmışlardı ve eski vekil kadim dostunun koluna girerek onu yemeğe sürüklemişti. Tam bir rastlantı görüntüydü, ama Oğuz Arkan şimdi düşündükçe, aslında bunun bir rastlantı olmadığına ve kendisinin özellikle seçildiğine inanmaya başlamıştı. Yıllardır sol eğilimli bir gazetenin Ankara’da çalışan köşe yazarlarından biriydi; geniş bir okur kitlesi vardı. Şimdi bu planın sistemli bir şekilde uygulamaya konulduğunu hissediyordu. Planın halka kendisi gibi sevilen ve sayılan bir gazeteci tarafından iletilmesinde hiç kuşkusuz büyük yararlar olabilirdi. Yine de içinde bir tereddüt vardı; yanılıyor da olabilirdi. Musa Süren le sohbeti yaklaşık yirmi dakika daha devam etti. Ama bu süre içinde o konu kapatılmış, geçmişle ilgili muhtelif anılar hatırlanarak hoşça sohbet edilmişti. Oğuz Arkan veda ederek ayrıldığında içinde hafif bir huzursuzluk hissediyordu. Eski başbakanın kapısı önünde nöbet tutan koruma görevlisi polise gülümseyerek bahçeden çıktı ve kaldırım kenarına bıraktığı Opel’inc binerek evinin yolunu tuttu.

Yol boyu zihni Musa Süren Te yaptığı konuşmadaydı. Henüz bu haberi kendi gazetesinde bile kimseye çıtlatmamıştı. Saat 17.30 civarındaydı ve kaleme alacağı yazıyı gazetedeki bürosunda yazıp yarınki baskıya yetiştirmek üzere İstanbul’a fakslayacak vakti vardı. Haber kendisinindi, artık bu konuda şüphesi kalmamıştı. Hür Solcu Parti, üstü kapalı da olsa teklifin halka duyurulması için onu ve gazetesini seçmişti. Aslında buna şaşmamak gerekirdi, otuz sekiz yıldır bu mesleğin içindeydi. Yıllar önce üniversitede öğrenciyken, hayat şartları onu çalışmaya itmiş, amcasının aracılığıyla İstanbul’da bir gazetede iş bulmuştu. Gazetedeki ilk işi polis muhabirliğiydi. Basınla ilişkisi olanlar polis muhabirliğine gazeteciliğin mutfağı derlerdi, o da işe buradan başlamış, ancak yeteneği sayesinde çabucak sivrilmiş, mesleğin muhtelif kademelerinde bin bir meşakkatle çalıştıktan sonra bugünkü pozisyonuna ulaşmıştı. Kuşkusuz hiç de kolay elde edilmemişti bu başarı; üniversite eğitimi yarım kalmış, iktisat fakültesini üçüncü sınıfta terk etmişti. Sola olan meyli o tarihlerde başlamış; öğrenci hareketlerine karışmış; polisle başı derde girmiş; sonra gazetecilikte sivrilince bu kez kaleme aldığı yazılar nedeniyle kendisi ve gazetesi aleyhine sayısız davayla cebelleşmek durumunda kalmıştı. Bu davaların çoğu beraatla neticelenmişti ama gençliğinde, şöhret basamaklarını hızla tırmandığı o yıllarda, iki kere mahpushaneye düşmüş, sonuç olarak sağcısı solcusu yazılarını büyük bir keyifle okuduğundan, basın ve geniş halk kitleleri tarafından sevilen bir solcu yazar olarak tanınmıştı. Kapıyı emektar hizmetçileri Saliha Hanım açmıştı. Oğuz ayakkabılarını kapının önünde çıkarıp terliklerini ayağına geçirirken sordu.

“Nesrin nerede?” “Hanımefendi, kız kardeşine kadar gitti. Saat yediye doğru döneceğini söyledi.” Oğuz Arkan doğru çalışma odasına yürüdü. Aslında şu an kimseyle konuşacak hali yoktu. Biraz yalnız kalmak, fırtınalar doğuracak bu haberi nasıl kaleme alacağını düşünmek istiyordu. Türk solunun senelerdir ihtiyacı olduğu bütünleşme fırsatı belki bir kere daha yakalanmıştı. Solu temsil eden ve siyasi yelpazeyi oluşturan partilerin pek çoğunun Prof. Sinan Öktem’e uzun boylu itirazları olacağını sanmıyordu; birleştirici kişi bu sefer iyi seçilmiş sayılırdı. Söz konusu birleşmenin hukuki bir kimlik altında olmayacağı kesindi, hiçbir parti bu fikri onaylamazdı, ama güvenilir bir lider altında ve onun desteğiyle sağlanacak mutabakat, bir anda solu güçlü kılabilir ve seçimlerde iktidara taşımaya yeterdi. Oğuz bilgisayarının başına otururken yine de zihninde bir yığın soru işareti vardı. Solun yıllardır memleketteki en büyük temsilcisi olan Hür Solcu Parti’nin eski ve deneyimli başkanından çıkan bu fikrin, çeşitli küçük sol parti liderleri tarafından nasıl karşılanacağını tam olarak tahmin edemiyordu; destek ve kabul göreceği konusunda hâlâ kuşkuluydu. Aslında fikir yeni değildi, siyasi tarih içinde daha önce de denenmiş, ortaya bazı isimler atılmış, ancak başarıya ulaşılamamıştı. Bunun en büyük nedeni de, diğer ufak partilerin, siyasi ihtirasları nedeniyle ana sol partiyle ihtilafa düşüp ondan ayrılıp yeni bir parti kurmuş olan yöneticileriydi. Hiçbiri liderlik konusunda taviz vermeye yanaşmamışlardı. Ne var ki, bu sefer durum biraz farklıydı; Prof.

Sinan Öktem şimdiye kadar siyasete bulaşmamış biriydi, sol eğilimli olmasına rağmen hiç siyasi deneyimi yoktu. Bu hem lehte, hem de aleyhte bir faktördü. Genç kitleleri peşinden sürükleyebilirdi, haklı şöhreti nedeniyle güçlü bir oy potansiyeli de oluşturabilirdi. Oğuz Arkan yazısını yazmaya başlamadan önce bir an düşündü. Acaba bu bomba haberi kaleme almadan, İstanbul’a gidip kendisiyle bir röportaj yapsam mı, diye geçirdi aklından. Öylesi çok daha tutarlı olurdu. Ancak basında bu tür haberlerde hızlı davranmak son derece önemliydi, atlamaya gelmezdi. Dün haberi Cemil Turna’dan almış bugün de Musa Süren’le görüşmüştü. Haberin doğruluğu ve ciddiyeti konusunda hiç tereddüdü yoktu, yine de iskemlesinden kalkıp değişik düşünceler içerisinde pencereye kadar yürüdü. Her şeyden önce haberi genel yayın müdürüne aktarmalı, sonra da yazı işleri müdüründen ekstra yazısı için yarınki sayfa düzenini ayarlamasını istemeliydi. Nedense içinde sebebini anlamadığı garip bir huzursuzluk vardı. Bunca yıllık meslek deneyimiyle elde ettiği haberin basında bomba gibi patlayacağından hiç kuşkusu yoktu, ama Oğuz Arkan nedense Musa Süren’le yaptığı söyleşiyi kaleme almakta gecikiyordu. Kendisinin bile anlamadığı bir nedenle gazetesini aramaktan vazgeçti. Sanki bu sansasyonel haberin takdirini gazete sorumlularına terk etmek istercesine idarecilere telefon da etmedi. Bir sigara tellendirip yeniden bilgisayarın başına oturdu.

Haberin kaynağını nereden elde ettiğini zikretmeden Musa Süren’le yaptığı söyleşiyi her kelimesine sadık kalarak nakletti. Sonra çıktısını alıp gazeteyi faksladı. Oğuz sabah uyandığında karısı Nesrin hâlâ derin bir uykudaydı. Usulca yataktan kalktı, terliklerini ayağına geçirerek yatak odasından çıktı. Üniversiteye giden oğlu ve lise öğrencisi olan kızı bu saatlerde kalkmazlardı. Yavaş yavaş koridoru geçip kapının kilidini açtı. Kapıcı genellikle saat yedide gazeteleri paspasın üzerine bırakırdı. Yerden tüm gazeteleri alarak salona geçti. Öncelikle kendi gazetesine bir göz attı; dün faksladığı haber gazetede yer almamıştı. Şaşkınlıkla gazeteyi baştan aşağı bir daha taradı. Gözünden kaçmış olamazdı; haber yoktu. İnanamadı. Baş sayfadan başlayarak bütün gazeteyi, spor sayfasına kadar, bir daha taradı. Yoktu… Bu bir mizanpaj sorunu olamazdı; yazı işleri müdürü gerekirse böyle önemli bir haberi tüm sayfaları değiştirerek basardı, daha doğrusu basması gerekirdi. Faksın baskıdan çok daha önce ellerine geçtiğini biliyordu.

Suratını asarak nedenini düşünmeye başladı. Aynı sabah saat on bir sularında Sosyal Aydınlanma Partisi’nin merkez binasında, parti başkanı Hulusi Göçer’in özel kalem müdürü, başkanın odasına girerek masasına yaklaştı ve her zamanki saygılı edasıyla, “Beyefendi, Taner Özmert bey geldiler, sizinle çok önemli bir konuda görüşmek istediklerini söylüyorlar, ne yapmamı emredersiniz?” diye sordu. Başkan hemen, “Al içeri, bekletme; ayıp olur,” diye mırıldandı. Aslında Taner Özmert’ten pek hoşlanmazdı; bir dönem Manisa milletvekilliği yapmış, parti içinde sevilmiş, sayılmış bir kişiydi, ama diğer yandan da son zamanlardaki tutumu ile parti içi muhalefeti körükleyenlerdendi. Açıkça ifadeye kalkışmasa da parti başkanlığında gözü olduğu muhakkaktı. Misafiri odasına girerken Başkan Hulusi Göçer bu randevusuz ziyaretin nedenini düşünmeye başlamış, hafifçe yüzü asılmıştı. Yine de hissiyatını belli etmeden koltuğundan ayağa kalkmış, sanki onu görmekten çok mutlu olmuş gibi, odanın ortasında karşılayıp kucaklamıştı. Sarılıp öpüştüler. Başkan, özel kalem müdürüne hemen iki sade kahve göndermesini söyledi. Taner Özmert’in sade kahve içtiğini bilirdi. Hal hatır sorduktan sonra Başkan yumuşak bir ses tonuyla sordu. “Yahu, Tanerciğim nerelerdesin? Uzun zamandır görüşmüyoruz, neredeyse bir ay oldu. Bizim Şükrü’den Manisa’ya gittiğini işitmiştim, yeni mi döndün?” “İki gün evvel döndüm Başkanım. Amca oğullarından biri vefat etmişti de.” “Başın sağ olsun.

Hayret neden bizim haberimiz olmadı?” “Sizler sağ olun, Başkanım. Ben kimseye haber vermedim.” “Yaşlı mıydı?” “Ehh, ben yaşlardaydı, akran sayılırdık.” Hulusi Göçer başını sallayarak itiraz eder gibi homurdandı. “Akran mıydınız? Dur bakalım yahu, genç saydırmış rahmetli. Akransanız ellisinde filan olmalıydı.” Sanki ilgileniyormuş gibi sordu. “Vefat sebebi neydi?” “Malum hastalık. Mide kanseriydi, hem de uzun zamandır muzdaripti o illetten.” Üzülmüş gibi içini çekti Başkan. Oysa umurunda bile değildi. Bu beklenmeyen ziyaretin nedenini merak ediyordu. Taner Özmert pek sebepsiz gelmezdi. Muhtemelen yine bir tatsızlık çıkarma peşindedir, diye düşündü. Biraz sabrederse nasıl olsa baklayı ağzından çıkarırdı.

Nitekim kahvelerini yudumlarlarkcn Taner içini dökmeye başladı. “Sayın Başkanım, meğer şu bir ayda Ankara’yı bayağı özlemişim, ne de olsa başkentin havası her zaman başkadır.” Bu girizgâhtan henüz bir anlam çıkaramamıştı Hulusi Göçer, sırıtmakla yetindi. “Eh, öyledir tabii, haklısın,” dedi. “Yıllarımızı burada geçirdik, havasına suyuna alıştık.” “Daha buraya ayak basalı iki gün oldu etraf dedikoduyla çalkalanıyor.” Başkan hafifçe irkildi. “Ne dedikodusu?” Taner şaşırmış gibi Başkan’a baktı. “Haberiniz yok mu yoksa?” “Neden?” “Etrafta dolaşan şayiadan.” “Hangi şayiayı kastediyorsun Taner?” “Siz gerçekten duymamışsınız galiba.” Hulusi gözlerini kısıp dikkat kesildi. Taner’in mutlaka bir bildiği vardı ve sabah sabah kendisine tatsız bir haber vermek için uğramış olmalıydı. Bu kez başka bir şey sormadı, Taner’in içini dökmesini bekledi. Nitekim Taner yüzünde sahte bir endişeyle mırıldandı. “Sol partileri henüz siyasete bulaşmamış biri etrafında toplamak istiyorlarmış, haberiniz yok mu?” Parti başkanı irkilerek eski mesai arkadaşını süzdü.

“Bu mu ilginç haberin? Pek yeni bir haber değil bu’.” Taner’i iğnelemek ister gibi homurdandı. “Anlaşılan Manisa’da siyasetten epey uzak kalmışsın; gazete de mi okumadın? Bu harekâtı Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu başlattı. Son bir ay içinde iki kere toplandılar, yeni bir arayış içindeler. Siyasi hayatımızın merkez sol veya sosyal demokrat çizgideki insanlarını bir araya getirmek istiyorlar. Ama bu kolay değil, kalabalık katılımlı birkaç toplantı yapıldı, lakin sonuç yok. Durum meydanda, halk ana muhalefet olan Hür Solcu Parti’den umudunu kesti artık; eski liderleri Musa Süren’in siyaset hayatından çekilmesinden sonra yerine gelen Fahir Ozan’dan hiç memnun değil, muhalefet görevini iyi yapamadığından şikayetçi. İtiraf edelim ki, halk bizden de memnun değil, son seçimlerde barajı bile aşamadık. Çok bölündük dostum, çok… Fahir Ozan’ın yönetim anlayışına karşı çıkarak onun partisinden ayrılanlar da, Hür Solcu Parti’yi yetersiz bulan sosyal demokrat aydınlar da kendi partilerini kurdular. Tıpkı bizim gibi. Ama sonuç ne oldu, tam bir hüsran. Tek yaptığımız solu parçalamak oldu.” Taner Özmert sırıttı. “Durumu iyi özetlediniz Başkanım.” “Benim de vurgulamak istediğim buydu.

” “O zaman geriye ne kalıyor Başkanım? Yeni bir hamle, yeni bir toparlanma ve tüm sosyal demokrat eğilimlileri kendi etrafında toplayacak güçlü bir lidere gereksinim değil mi?” Hulusi Göçer içinden mırıldandı. Ne anlatmaya çalışıyor bu işgüzar, diye düşündü. Yoksa bildiği bir şey mi vardı? Siyasi dedikodular Ankara’da çabuk yayılırdı, olağandışı bir şey olsa haber mutlaka kendi kulağına da gelirdi. Taner girizgâhını, sol partileri henüz siyasete bulaşmamış biri etrafında toplamak istiyorlar, diye yapmıştı. Böyle biri olabilir miydi acaba? Bir an zihnini zorlayarak bu evsafta birini bulmaya çalıştı, aklına herhangi bir isim gelmiyordu. Kısa bir duraklamadan sonra sordu. “Böyle biri mi varmış?” “Öyle diyorlar Başkanım.” Hulusi Göçer yüzünde alaylı bir ifadeyle gülümsedi. “Kimmiş bu zatı muhterem?” “Prof. Sinan Öktem’in adı dolaşıyor etrafta.” Başkanın kaşları çatıldı, kasılıp dikkatle Taner’i süzdü. “Sinan Öktem mi?” “Öyle diyorlar, efendim. Benim işittiğim bu.” “Kimden duydun bu haberi?”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir