Osman Aysu – Kanli Pazar

Fabio Pazzini, Lombardiya’daki Como gölüne bakan muhteşem villasının penceresindeydi. Biraz önce bahçeye girip ince mermer kırığı taşların üzerinde yavaşça duran arabayı seyrediyordu. Arabadan inen yakışıklı adamı görünce gülümseyerek alt salona inen merdivene yürüdü. Pazzini malikânesi gölün çevresindeki en görkemli yapıydı. Bina pek eski değildi ama Pazzini ailesinin tüm Lombardiya’daki zengin ve soylu geçmişi üç asır öncesine dayanırdı. Fabio Pazzini’nin genç misafiri Antonio Montolivo da doğal olarak bu daveti almadan önce Kont Pazzini’nin geçmişi hakkında ufak bir araştırma yapmıştı. Antonio otuzlu yaşların hemen başlarında, uzun boylu, atletik yapıda ve oldukça yakışıklı bir gençti. Sert hatlı yüzü, henüz mevsim başı olmasına rağmen çoktan bronzlaşmış bir teni vardı. Sırtında koyu mavi keten bir takım elbise, mavinin daha açık tonunda bir gömlek vardı. Lacivert kravat takmıştı. El yapımı, ince köseleli ve pırıl pırıl boyalı ayakkabılarının özel bir tasarım malı olduğundan hiç kuşku yoktu. Ağır ağır malikânenin girişine doğru yürürken kapının açılıp Kont Pazzini’nin bahçeye, kendisini karşılamaya çıktığını gördü. Kapıda bizzat Kont tarafından karşılanmak biraz şaşırmasına neden olmuştu; zira Pazzini ailesinin fertleri özellikle soyluluklarının azametini her vesile ile çevresine hissettirmekten hoşlanan insanlardı. Ayrıca bütün italya onları tanırdı. Antonio buraya çağrılış nedeni hakkında çok az şey biliyordu, ama ne olursa olsun, Kont’un kendisini kapıda karşılamasını yadırgamıştı.


Yeni işverenine doğru ilerlerken yaşlı adamı daha yakından görme fırsatını bulmuştu, gerçi onu basından, iş dünyasından, televizyondan tanıyordu ama karşı karşıya gelince adamı umduğundan daha genç ve dinamik buldu. Saçları ve çenesindeki sakal pamuk beyazı olmasına rağmen son derece dinamik davranışları vardı. Hızlı adımlarla yaklaşmış ve samimi bir edayla tokalaşmak için elini uzatmıştı. “Hoş geldiniz, Antonio Montolivo,” dedi. “Sizinle tanıştığıma memnun oldum.” “Çok naziksiniz, Sayın Kont. Ben de çok memnun oldum.” Kont ona verandadaki pahalı bambu takımları işaret ederek, “Lütfen oturun,” dedi. “Umarım konuşmamızı, evin kapalı ortamı yerine, güneşten yararlanarak burada yapmamızı tercih edersiniz, yanılıyor muyum?” “Benim için hiç fark etmez, efendim.” Pazzini koltuklardan birini çekti, bacak bacak üzerine atarak oturdu. Antonio hızla adamı inceledi. Beyaz pantolon, lacivert kazak giymiş, boynuna şal örneği fular bağlamıştı. Gerçekten de yaşını göstermiyordu, oysa Antonio onun tam atmış beş yaşında olduğunu biliyordu. “Bir Martini ya da Nebbilo üzümlerinden yapılmış bir Barolo içer miydiniz?” Genç adam gülümsedi. “Hayır, teşekkür ederim.

Bir an önce konuya girmemizi yeğlerim Sayın Kont. Fazla vaktinizi almak istemem.” Pazzini birkaç saniye genç adamı dikkatle süzdü. Sonra, “Nasıl isterseniz,” diye mırıldandı. “Sanırım bu beklenmedik davetimin nedenini merak ediyorsunuzdur.” “Gerçekten öyle, efendim.” Kont masanın üzerindeki kadehlerden birine iki parmak kadar Martini koyarken tok ve etkileyici sesiyle, “Herhalde biliyorsunuzdur, sizi bana Vincenzo Bocchetti tavsiye etti,” dedi. Genç adamın yüzünde en ufak bir hayret ifadesi oluşmamıştı. Şüphesiz bunu biliyordu. Lombardiya’ya gelmeden bir gün önce Vincenzo ile bu konuyu konuşmuşlardı. Bilmediği, teklif edilecek işin mahiyetiydi. Sabırla dinlemeye devam etti. “Vincenzo çok eski bir dostumdur. Ona güvenirim. Sizden övgüyle bahsetti.

” Antonio yine hafif bir tebessümle başını eğdi, takdiri kabul eder gibi. Sonra, “Ama benden ne istediğiniz konusunda herhangi bir şey söylemedi,” dedi. “Bu çok doğal, çünkü o konuda Vincenzo’ya ben de bir açıklamada bulunmadım. ” “Anlaşılan bu sadece ikimizin arasında kalması gereken bir konu Sayın Kont.” “Evet, öyle. Yaptığınız işi sadece ikimiz bileceğiz. Aslına bakılırsa siz de sadece bir bölümünü bileceksiniz. Sizden Londra’ya gitmenizi ve size verilecek özel bir paketi bana getirmenizi istiyorum. İlk şartım, soru sormayacaksınız. Kuşkusuz size verilen paketi güvenlik içinde bana getirmeniz de ikinci şartım. Son şartım ise, iş bittikten sonra bu Londra seyahatini tamamen unutmanız. Karşılığında çok yüksek bir ücret alacaksınız. ” Antonio gülümsedi. “Bir kurye işi… Taşımacılık… Beni bir tür kurye olarak kullanmak istiyorsunuz. Ama neden? Siz çok varlıklı bir adamsınız, bildiğim kadarıyla üç özel uçağınız varmış.

Galiba bunlardan biri de oğlunuzunmuş. Böyle sıradan sayılacak bir iş için neden beni tercih ettiniz?” Kont da gülümsedi. “Bilmediğiniz hususlar da var. Sözünü ettiğim paketi ele geçirmek bunlardan biri… Görüşmenizi istediğim adamdan paketi almaya çalışacak başka kişiler de olacak. Yani yolculuğunuz zor ve tehlikeli! Bu iş için ancak bir profesyoneli seçebilirdim.” “Evet, galiba şimdi anlıyorum. ” “O halde söyleyin şimdi; teklifimi kabul ediyor musunuz? Yanık teniyle kontrast oluşturan bembeyaz dişlerini ortaya seren bir gülümsemeyle karşılık verdi Antonio. “Bu sorunuzun cevabı biraz da takdir edeceğiniz ücretime bağlı Sayın Kont,” dedi. Pazzini cebinden çıkardığı çek yaprağını genç adama uzattı. “Burada yazılı rakam ücretinizin yarısıdır. Teklifimi kabul ederseniz hemen bozdurabilirsiniz. Diğer yarısını da ancak paketi getirdiğinizde alacaksınız.” Genç adam çek yaprağındaki yazılı rakama hemen bir göz attı. Tahminin çok üstündeydi bedel, ama bunu belli etmeyecek kadar tecrübeliydi. Sadece, “Anlaştık,” diye mırıldandı.

“Göreve ne zaman başlayacağım?” Bu kez Kont Pazzini sırıtmıştı. “Şu andan itibaren başladınız sayılır. Yarın sabah yedi buçukta Bellegro civarındaki ufak bir havaalanında bekleyen uçağıma bineceksiniz. Özel pilotum kapalı bir zarf içindeki talimatı, size uçakta teslim edecektir. Okuduktan sonra talimatı derhal imha etmenizi istiyorum. Bu husus da anlaşıldı mı?” “Kesinlikle, efendim. ” Kont Pazzini ayağa kalktı birden. “O halde görüşmemiz bitmiştir. Size bol şans dilerim Senyör Montolivo. Buna gerçekten ihtiyacınız olabilir,” dedi. Antonio içinden, nihayet o mağrur aristokrat tutumunu sergiledi, diye düşündü. Pazzini’nin sıcak ve yumuşak hali kaybolmuş, çeki teslim ettiği andan itibaren ailesine has o buyurgan, mağrur havası ortaya çıkmıştı. Ama Antonio Montolivo bunu umursayacak yapıda biri değildi. Tek düşüncesi kazanacağı adeta bir servet niteliğindeki paraydı. Bu, meslek yaşamında elde edeceği en yüksek ücretti… Hızlı adımlarla arabasına döndü.

Yarın sabaha kadar halletmesi gereken bir yığın işi olacaktı… Viyana’nın Stephansdom semtindeki Haas Haus, baştan aşağı mavi-yeşil ışıltılar yayan camlarıyla, eski şehrin en yeni binalarından biriydi. Hans Jansen içerdeki Do&Co restoranına girdiğinde saat tam on ikiyi gösteriyordu. Beyaza yakın sarı saçlı, yanakları al al, yüz kilonun üzerinde, göbekli bir adamdı Jansen. Kilosuna hiç uygun düşmeyen hızlı adımlarla restorandan içeri girip en yakın masalardan birine oturdu. Randevuya yarım saat erken gelmişti, ama yiyeceklerinin parası nasıl olsa buluşacağı adamdan çıkacağı için gönül rahatlığıyla garsonu çağırıp sipariş verdi. Burası çatı terasıyla Viyana’nın en güzel manzarasına sahip yerlerden biriydi. Hans keyifle avuçlarını ovuşturdu. Stefan Neuer’i gayet iyi tanırdı. Yaşamı boyunca gördüğü en cimri insanlardan biriydi; ne var ki Avusturya’nın en zenginleri sıralamasında ilk üçe girerdi. Sokaktaki insan onu pek tanımazdı, yetmiş yıllık hayatı boyunca mecburiyet halleri hariç cemiyet hayatından daima uzak durmuş, şehir dışındaki saray yavrusu evinde yaşamayı tercih etmişti. Şimdiye kadar onunla röportaj yapmayı becermiş tek bir gazeteci yoktu. Daha da ilginci, muazzam servetini nasıl yaptığı da pek bilinmezdi. Yakın çevreleri bile, hatta haylaz oğulları dahil, onu dış ülkelerden ithalat yapan bir tüccar olarak tanırlardı. Hans iki tabak suşiyle Eggenberger Urbock birasını yarım saate sığdırırken keyiften dört köşeydi. Zengin ihtiyarın bu kez kendisinden ne istediğini bilmiyordu, ama yine de tahmin etmekte fazla zorlanmazdı.

Her seferinde olduğu gibi pis bir işe bulaştıracaktı muhakkak onu. Stefan Neuer başka ne sebeple arayabilirdi ki? Hafızasını şöyle bir yokladı; son on sene içinde onun adına beş kez çirkefe bulaşmış, hatta ölümle yüz yüze gelmişti. Ne var ki beş olayda da onu memnun etmişti. Özellikle de son seferinde… İhtiyarın son derece dakik olduğunu, tam beş dakika sonra restoranın kapısında görüneceğini bildiğinden bardağındaki son bira yudumunu da dikip kalın dudaklı ağzını kumaş peçeteyle sildi. Hans Jansen aslında fakir biri sayılmazdı ama yapısı itibariyle, giyimine hiç özen göstermezdi. Aşırı kilosu nedeniyle ter içinde kalmıştı. Binanın lanet kliması da çalışmıyordu galiba. Randevu için verilen son dakikalar yaklaşırken, acaba ihtiyar kurt beni niye Haas Haus’a çağırdı, diye düşünmeye başladı. Stefan Neuer’in az ilerde görkemli bir iş yeri olduğunu biliyordu. Adam neredeyse kırk yıldan beri oranın sahibiydi. Bundan önceki iş tekliflerini de hep orada yapmıştı. Yine de Hans pek oralı olmadı. Hayretine mucip olan tek husus ihtiyar tilkinin bu defa kalabalık arasına karışmasıydı. Hoş bunun hiçbir sakıncası yoktu onun açısından, zira toplum arasında boy göstermediğinden onu pek tanıyan çıkmazdı bütün zenginliğine rağmen. Gerçekten de saat 12.

30’u gösterirken Stefan Neuer kapıda göründü. Hans onu oturduğu yerden aceleyle süzdü. Uzun süredir görüşmemişlerdi. Yaşlı adamın son görüşmelerinden bu yana hiç değişmediğini fark etti. Hep aynı Stefan Neuer. Kısa boylu, zayıf ve çelimsiz trilyoner… Avrupa’nın sayılı trilyonerlerinden biri… Acaba kazandığı parayı ne yapıyor diye düşündü Hans. Hayatta para kazanmanın da bir amacı olmalıydı. Har vurup harman savurmak, şart değildi tabii ama en azından peşinden gelen iri yarı koruma gorillerinden daha iyi giyinmesi gerekmez miydi.? Şu haliyle iki gorilinden de pejmürde görünüyordu trilyoner. Hans nezaket göstererek ayağa kalkmak istedi, fakat Stefan daha masaya yaklaşırken eliyle oturmasını işaret etmişti. İster istemez iskemlesine çöktü Hans. Stefan Neuer masaya otururken her zamanki kısık sesiyle, boş tabakları işaret ederek, “Bakıyorum eski iştahın devam ediyor,” dedi. Profesyonel yaşamında kendisine iyi paralar kazandırdığı için Neuer’e her zaman saygılı davranırdı. Ama Viyanalı yaşlı trilyonerden hoşlanmazdı aslında. “Evet, efendim,” diye fısıldadı.

Bu arada adamın gorillerinden biri, taşıdığı Bond tipi deri çantayı usulca patronunun yanındaki iskemleye bırakarak geri çekilmişti. O anda Hans’ın içini tatlı bir heyecan kapladı. Bu, trilyonerin çalışma sistemiydi. Yaptıracağı iş karşılığında ödemelerini daima nakit yapar ve çoğunlukla çantayı da hediye ederdi. Hans kabalık yapmamak için saygıyla beklemeye devam etti. Bu tip adamların fazla gevezelik etmeyip hemen konuya gireceklerini tecrübesiyle bilirdi. Stefan Neuer hemen masaya yaklaşan garsona bir şey istemediğini başını olumsuzca sallayarak belli etmişti. Garson yanlarından uzaklaşırken trilyoner hemen konuya girdi. “Benim için İngiltere’ye gitmeni istiyorum, Hans,” dedi. Bu pek de şaşırtıcı bir teklif değildi. Bir kere de onun için Madagaskar’a gittiğini hatırladı. Omuzlarını silkerken, “Tamam,” diye fısıldadı. “Gidebilirim. Bu kez ne yapacağım?” “Londra’dan bana bir paket getireceksin. ” Şaşıran Hans bön bön yaşlı adama baktı.

“Pardon? Bir paket mi dediniz?” Trilyonerin sesi bu defa daha da kısık çıkmıştı. “Evet, aynen öyle.” Teklifi yadırgayan Hans, “Yanlış anlamadım, değil mi? Bir paketten söz ediyorsunuz…” “Doğru, anladın.” “Şey… Kabalık etmek istemem ama bir paket getirtmek için Londra’ya beni göndermeniz biraz tuhaf değil mi? Maiyetinizdeki yüzlerce adamdan biri bu işi yapamaz mı?” “Aptalca konuşma, Hans. Bunu senden istediğime göre konunun çok nazik olduğunu anlaman gerekirdi. Yoksa aldığın bu kilolar seni geri zekâlı mı yaptı?” “Bağışlayın efendim, sadece biraz şaşırdım. Herhalde bu paket sizin için çok önemli olmalı ve yapacağım yolculuk kimse tarafından bilinmemeli, değil mi.?” “Kuşkusuz, öyle.” Hans Jansen bir süre yaşlı adamın açık mavi gözlerine bakarak mırıldandı. “Acaba getirmemi istediğiniz bu paket bir tabut büyüklüğünde olabilir mi?” Hans’ın neyi kastettiğini anlayan trilyoner gülümsedi. “Hayır, senden birini öldürmeni istemiyorum, yanılıyorsun… ” “Peki, istediğiniz tam olarak nedir?” Stefan yanında duran çantayı alarak Hans’a uzattı. “Aç bak… İçinde alacağın para var. Bir de sarı bir zarf göreceksin. O zarfı ancak Londra’ya ulaştıktan sonra açacaksın, içinde yapacağın işin detaylı talimatını bulacaksın. Senden istediğim paketi alır almaz bana ulaştırman.

Zaman çok önemli. Bu arada hemen şunu da belirtmek isterim: Orada aynı işi yapmak için gönderilmiş başka kişiler de olabilir. Mümkün olduğunca başını derde sokmamaya çalış.” “Bu noktayı galiba pek iyi anlayamadım, efendim. Yani Viyana’dan gönderilmiş kişiler mi?” diye mırıldandı Hans. “Hayır… İspanya, İtalya, Rusya, hatta Amerika Birleşik Devletlerinden gönderilmiş insanlarla da karşılaşabilirsin. Senin anlayacağın bu bir tür yarış olacak. Ama bu yarışı senin kazanman gerekiyor. ” “Ya o insanlar benden önce paketi ele geçirirlerse ne olacak?” “O zaman Viyana’ya dönmemelisin. Aksi halde seni öldürürüm.” Hans yaşlı adama bakakaldı. Şimdiye kadar onun böyle konuştuğunu hiç görmemişti. Gayri ihtiyari, parmakları, kucağında tuttuğu çantanın kilitlerine gitti ve çantayı açtı. Çanta ağzına kadar yüzlük Amerikan dolarlarıyla doluydu. En üstünde de sarı bir zarf duruyordu.

Hans’ın bir an nefesi kesilir gibi oldu. Bu para için her şeyi yapardı. Yaşlı trilyonere güvence vermek için ağzını açmıştı ki, Stefan Neuer’in masadan kalktığını gördü. Artık konuşması anlamsızdı. Susmayı yeğledi… Süite Prado, Madrid’de Prado’nun ve Museo Thyssen-Bornemisza’nın biraz ilerisinde, şık süitlerden oluşan lüks bir oteldi. Genç Raul Silva karşısında oturan babası Viktor Silva’ya şaşkın bir ifadeyle sordu. “Baba, bizi bu otele neden çağırdın?” Yaşlı adam elindeki şarap kadehini yavaşça sehpaya bırakırken endişeli bakışlarını oğluna ve kızına çevirdi. “Oturun, çocuklar,” dedi yorgun bir edayla. Raul hâlâ bu ani ve beklenmedik davetin şaşkınlığı içindeydi. Babasıyla bir otelde görüşmek oldukça garibine gitmişti. İki gün evvel tam otuz yaşına basmıştı Raul. Esmer ve yakışıklı bir iş adamıydı. Daha doğrusu babasının muhteşem servetini, onun yaşlanması nedeniyle çekip çevirmeye başlamıştı. Hırslı, tuttuğunu koparan, fevkalâde başarılı, iş alanında rakip tanımayan parlak bir yetenekti. Yaşlı Viktor Silva’nın içi rahattı artık; sıfır sermaye ile başladığı iş hayatında, artık İspanya’nın en varlıklı adamlarından biri olmuştu.

İki yıl evvel karısının ölümüyle iş hayatından elini eteğini çekmiş, Madrid dışındaki şatosuna yerleşmişti. Büyük şirketlerinin başında çok deneyimli elemanlar vardı ve onların başında da oğlu Raul, kendisini aratmayacak bir başarı gösteriyordu. Viktor, karşısındaki kanepeye oturan çocuklarına baktı tekrar. Kızı Carmen yirmi yedi yaşında, İspanyol ırkının bütün özelliklerine sahip güzel bir kadındı. Uzun boyu, zarif, beyaz teni, iri kara gözleriyle annesine benziyordu. İyi eğitim görmüştü ama tahsilini tamamlayınca çalışmak yerine babasının bitip tükenmek bilmez servetini yemeyi tercih etmişti. “Londra’ya gitmenizi istiyorum,” dedi Viktor. Raul önce bir tepki göstermemişti. Çünkü iki senedir aktif iş hayatından çekilen babasının hâlâ bazı büyük iş organizasyonları için yabancılar tarafından arandığını bilirdi. Babasının yine İngiltere’den vazgeçilemeyecek bir öneri aldığını düşündü. Fakat asıl şaşıran kızı olmuştu. Carmen babasını süzerek, “Benim de mi gitmemi istiyorsun?” diye sordu. “Evet,” diye fısıldamıştı Viktor. Bu isteğe en az Carmen kadar şaşıran Raul söylendi. “Fakat baba, kız kardeşimin orada ne işi olabilir? Biliyorsun, o iş hayatından uzak kalmayı tercih etti.

” “Biliyorum, tabii. Fakat orada buluşmanızı istediğim kişiyi Carmen tanır. Ayrıca sizden istediğim şeyin, işlerle ilgisi yok.” İki genç birbirlerine baktılar. Şimdiye kadar babalarının bu tür bir isteğiyle hiç muhatap olmamışlardı. Ayrıca yaşlı babalarının son derece gergin olduğunu da hissetmişlerdi. İlk soru Carmen’den geldi: “Görüşmemizi istediğin kişi kim, baba?” Viktor’un ağzından adamın adı çıkarken sanki hafifçe titredi. “David Honor. ” Carmen bir süre düşündü. Hafızasını zorladı ama bu ad ona hiçbir şey ifade etmiyordu. “Öyle birini tanımıyorum,” diye fısıldadı. “Tanıyorsun, ama o buluşmada sizi birbirinizle tanıştırmamıştım. Adamın adını çıkaramaman çok normal. Olayı anlatınca hatırlarsın herhalde.” Genç kadının merakı daha da artmıştı.

Susup babasının devam etmesini bekledi. “Londra’daki tahsilin sırasında seninle bir pulcu dükkânına gitmiştik. Yanılmıyorsam oradaki ikinci senendi. Chelsea’de ufak bir dükkân. King’s Road üzerindeydi…” “Evet, galiba,” diye mırıldandı Carmen. “Hatırlar gibi oldum.” “Dükkân sahibini de anımsıyor musun şimdi? Zayıf, uzun boylu, gözlüklü, soğuk bir adamdı.” “Evet, evet. Dikkatimi çeken bir şeyi vardı. Hatırladım… Ellerinden birinin serçe parmağı yoktu.” “Mükemmel. Şimdi o adamla görüşmeye gitmenizi istiyorum.” Raul atıldı. “Sebebini sorabilir miyim, baba?” “Onda bulunan bir emaneti almanızı istiyorum.” “Ne emaneti?” “Bunu bilmenize gerek yok.

Sadece kendinizi tanıtarak ondaki şeyi isteyin yeter.” İki çocuğu hayretle kendisine bakmaya devam etmişlerdi. İlk karşı çıkan Raul oldu. “Hâlâ bir şey anlamış değilim. Böyle basit bir şeyin alınması için bizim Londra’ya gitmemize ne gerek var? Oradaki şubelerimizde çalışan elemanlarımızdan biri bu işi kolaylıkla yapabilir.” Viktor olumsuzca başını salladı. “Mesele düşündüğünüz gibi değil. Son derece hayati!” Hayati kelimesi üzerine Raul dikkatle babasını süzdü. “Hayati mi dedin? Pulcudan alınacak bir emanetin nasıl hayati olacağını anlayamıyorum bir türlü. Bu nadide bir koleksiyon parçası filan mı? Ayrıca senin pul merakın olduğunu da bilmiyordum. ” “Yok zaten,” diye homurdandı Viktor Silva. “Ama sözünü ettiğim o emanet, başkalarının eline geçerse büyük felâketler doğabilir. ” Carmen atıldı. “Bizi meraklandırıyorsun baba. Bu muammalı konuşmanın amacı nedir? Neden bahsediyorsun sen?” “Şimdilik bunu size açıklayamam çocuklar.

Ama o emaneti ele geçiremezsek ailemiz batar.” Raul dehşete kapılmış gibi söylendi. “Ailemiz mi batar? Şaka mı yapıyorsun baba? Chelsea’deki ufak pulcu dükkânında saklı olan şey her ne ise İspanya’daki koca Silva ailesini nasıl batırabilir?” Yaşlı adam hafifçe titredi. “O emanet bir anlaşma, yazılı bir metin… Altında yedi ayrı ülke insanının imzası var. Bu imzalardan biri de bana ait. Yaklaşık otuz yıl önce imzalamıştım o metni. ” Raul huysuz bir şekilde sordu. “Ne tür bir şey bu metin? Ticari bir anlaşma mı?” “Hayır, kesinlikle değil.” “Siyasi bir belge mi yoksa? Ama senin siyasetle uğraştığına hiç şahit olmadım.” “Pek öyle de sayılmaz zaten. Şimdilik bunu hiç düşünmeyin. Önemli olan o belgenin bir an önce elime geçmesi.” Bu kez Carmen homurdandı. “Hiçbir şey anlamadım. Neden bunca yıl sonra bu belge birden önem kazandı senin gözünde? Niçin belgeyi daha önce geri almak istemedin?” Viktor Silva’nın yaşlı başı adeta önüne düştü.

Geçmişin karanlık anılarına daldığı, yorgun gözlerindeki titrek bakışlardan belli oluyordu. “Dediğim gibi, bunu şimdi size açıklayamam. Ama o metni tanzim eden yedi kişiden ikisi öldü. Fransız Felix Ponts altı sene önce öldü. İngiliz Frank Wilson’un da geçen hafta öldüğünü öğrendim. Bu durumda metnin altındaki imza sahiplerinin sayısı beşe düştü. Şayet içimizden biri daha eceliyle ölürse veya öldürülürse, işte o zaman ” Yaşlı adam susmuştu birden. Raul ve Carmen aynı anda mırıldandılar. “Evet, o zaman ne olur?” Viktor Silva soruya cevap vermedi. Sadece, “Ailemizin geleceği için derhal bu gece Londra’ya uçmanızı istiyorum,” dedi. İki kardeş tekrar bakıştılar. Aslında Raul ve Carmen birbirleriyle hiç geçinemeyen, iki ayrı yaradılışta, idealleri, dünya görüşleri, hayata bakış açıları çok farklı iki kişilikti. Zaten mecbur kalmadıkça da bir araya gelmezlerdi. Raul, kız kardeşiyle böyle bir yolculuğa çıkmanın ne kadar sıkıcı bir şey olduğunu düşünerek söylendi. “Carmen’in gelmesine hiç gerek yok.

Anladığım kadarıyla bu basit bir iş, alt tarafı bir pulcu dükkânını bulup David Honor’la konuşacağım. ” “Hayır,” diye homurdandı Viktor. “Bu hiç de tahmin ettiğin kadar basit bir iş değil. David Honor şayet Carmen’i görmezse, asla o emaneti sana teslim etmez. O gün Carmen’i yanımda boşuna mı götürdüğümü sanıyorsun?” Bu kez Carmen babasını biraz hayretle süzmüştü. Chelsea’de geçirdikleri o günü yeniden hatırlamaya çalıştı. Düşündükçe şimdi bir şeyler çıkarmaya başlar gibi oluyordu. Gerçi babasının o beklenmedik ziyaretinin üzerinden neredeyse altı, yedi yıl geçmişti ama Londra’ya habersiz gelişine çok şaşırmıştı. Babası evlâtlarına her türlü maddi imkânı sağlamakla beraber, doğrusu, yetişmelerinin hiçbir safhasına yakın ilgi göstermemişti. Bu sevgisizliğinin bir örneği sayılamazdı, aslında çocuklarını sevdiğini biliyordu Carmen. Ama iş hayatının yoğun temposu ailesine ayıracak pek vakit bırakmamıştı babasına. Londra’ya gelişini de iş gereği sanmıştı ama üç dört günlük vaktinin tümünü ona ayırınca çok sevinmişti. Oysa şimdi, kızını ziyaretinin altında başka nedenler yattığını anlıyordu Carmen. Kızın kaşları çatıldı. Pulcu dükkânına gidişlerini daha detayıyla anımsamaya çalıştı.

Pek başarılı olamadı. Sadece o soğuk İngiliz’in kendisine nasıl dikkatle baktığını hatırladı. Aklında kaldığı kadarıyla pulcu ve babası dükkânın arkasındaki bir odaya çekilmiş, yaklaşık on dakika kadar konuşmuşlardı. O çağlarda Carmen’in aklı bir karış havadaydı ve ikisinin özel pul koleksiyonlarını incelediklerini düşünmüştü. Babasının pullara hiç ilgi duymadığı aklının köşesine bile gelmemişti. “Nasıl yani?” diyen kardeşi Raul’un sorusuyla düşüncelerinden sıyrıldı Carmen. Dikkatini yine konuşmalara çevirdi. Babasının ses tonu gittikçe sertleşiyordu. “Şimdi anlamsız sorular yöneltmeyin bana. Size fazla açıklama yapamayacağımı söyledim. Şu an tehlikede olan benim. Orada başınızın ağrıyacağını sanmıyorum. Ben yaşadığım sürece sizler için bir tehlike yok. Ama benim başıma bir hal gelirse… ” Raul, babasının konuşmasını kesti. “Baba neler söylediğinin farkında mısın? Beni korkutuyorsun.

Seni tehdit eden birisi mi var?” Viktor Silva belli belirsiz kekeledi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir