Osman Simsek – Inkisar

“ İnkisâr İnkisâr” kelimesi kulağa veya göze çarpar çarpmaz, yıkılan hayaller ve kırılan gönüller sökün ediyor insanın aklına. Paramparça olmuş bir vazonun etrafa dağılan kırıkları uçuşuyor dimağa. Birbirinden ayrı düşmüş dostların abus çehreleri ve incinmiş insanların soğuk yüzleri zihne akıyor levha levha. Gerçekleşen hülyaları, kazanılan kalbleri, birleştirilen parçaları, kavuşan arkadaşları ve gülümseyen simaları hatırlatıp yanaklara bir tebessüm gamzesi kondurmak varken, “inkisâr” deyip yüreklere hüzün salmak da neden? Nur ve Topuz hikâyesine uygun bir başlık bulmak için çok düşündüm. Özellikle son perdede meydana gelen hadiseleri bir-iki sözcükle ifade edecek münasip bir isim aradım. İster şahıslar planında isterse de toplum çapında cereyan eden olayları “inkisâr” kelimesinden daha güzel özetleyecek bir tabir bulamadım. İnkisâr; kırılmak, çatlamak, yenilgi, bozgun, pişmanlık, ilenme, incinme, gücenme, darılma ve beddua etme manalarına geliyor. Hayal, kalb ve ışık gibi kelimelerle tamlama yapılarak kırgınlık ve kırıklık anlamlarında kullanılıyor. Bu cümleden olarak, Namık Kemal, “Eden tahrîb-i âlem, inkisâr-ı kalbidir halkın / Gönül yıkma, cihanı eylemek âbâd lazımsa!” diyor; “Âlemin harap olmasına sebep, halkın kalbinin kırıklığıdır; cihanı mamur etmek istiyorsan, hiç kimsenin gönlünü yıkma!” tembihinde bulunuyor. Gönüller Gibi Toplum da Paramparça Öncelikle şunu belirtmeliyim ki hakiki mü’min, yeryüzünde bin çeşit ölüm kol gezse de canlı ve ümitlidir. Onun hayat çizgisinde hiçbir zaman mutlak çözülmek, kırılmak ve yıkılmak söz konusu değildir. O, Hakk’a ve halka karşı vazifelerini eksiksiz eda etmeye çalışır; kendi üzerine düşeni yaptıktan sonra da tevekkül, teslim ve tefviz ruhuyla Allah’a sığınır. Bu itibarla karşı karşıya kaldığı musibet nasıl olursa olsun, inanmış insan ne karamsarlığa sürükleyen bir hayal kırıklığı yaşar ne de paniğe kapılır. Bununla beraber, bilhassa şu birkaç senelik zaman diliminde, toplum bünyesinde inkisâr kelimesinin bütün anlamlarının bir karşılık bulduğunu söyleyebilirim. Maalesef, kavurdu fitne ateşi yürekleri, bozguna uğrattı tarafgirlik selim hisleri… Gücendi baba oğula, darıldı kız anaya… Çatladı ittifak ruhu, koptu uhuvvet bağları… Yaralandı birlik şuuru, parçalandı bütünün azaları… Düştü tokalaşan eller, dağıldı dostluk halkaları… Maziye dair pişmanlıklar kapladı sineleri, “aldatıldık” düşüncesi felç etti iradeleri… “Allah’ım, şerlerinden emin eyle!” yakarışları aldı dünkü hayır dualarının yerini! Makam, para, şöhret, şehvet, riya, rahat tutkusu ve bencillikle başı dönen, heva ve heveslerine esir düşen, kendi ruhî derinliklerine yabancı hâle gelen, gönül ufku açısından iğretilik ve zevksizlik içinde hayat süren kimseler yıktılar milletin hayallerini.


Dini politize ederek hak yolun töresini değiştirenler; düşmanlık, kin, nefret, kıskançlık ve saldırganlıkta bir mahzur görmeyenler ve onlardan cesaret alıp kaba kuvvetle kalblere iman kazıyacakları vehmine düşenler kararttılar İslâm’ın çehresini. Medya sihirbazını kullanarak güzellikleri çirkin, çirkinlikleri güzel gösterenler, cüceleri alkışlattırıp yücelere lanet yağdırtanlar; gıybet, iftira ve dedikoduya dil olup insanları bühtan bağımlısı yapanlar dağıttılar sevgi halelerini. Düşünceleri yabancı şablonlara ve kalemleri kara paralara emanet sözde aydınlar dalalete attılar safi zihinleri. Ailede huzur yudumlayamayan, mabette nurlanamayan, mektepte aydınlanamayan ve çevresinde hüsn-ü misal bulamayan, dolayısıyla kendini değişik çılgınlıklara salarak hezeyanda, sövüp saymada ve yakıp yıkmada teselli arayan nesiller kırdılar istikbal ümitlerini! İmkânsızlıkların Dürüstleri Artık bayağı dünyevîliklerin mü’min gönüllere giremeyeceğini ve imanlı bakışları bulandıramayacağını zannederken; ruh kökümüzle olan alâkamızın her geçen gün daha bir pekişeceğini düşünürken; öncekileri yiyip bitiren lüks, israf, debdebe ve ihtişamın günümüz müslümanlarına hükmedemeyeceğini umarken, bütün bu beklentilerin hüsranla neticelenmesi, elemlere çevirdi emelleri. Bazı kimseler “Meğer biz imkânsızlıkların dürüstü imişiz!” diyerek özetlemişlerdi olup biteni. Müslümanlar belki daha evvel yoklukla imtihanı kazanmışlardı ama varlıkla denenmek perişan etmişti ekseriyeti. “Gönül her zaman arar durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de sâdık dedikleri çıkar münafık!” sözünü söyleten o kadar çok kimse vardı ki. Manzaraya bütüncül bir nazarla bakınca bu asra “nifak çağı” dememek mümkün değildi. Hele onurlu, doğru ve yiğit tanınan, vicdanlarına muhalefet etmeyeceklerine inanılan insanların, haramîlikler karşısında sessiz kalmaları en büyük inkisâr-ı hayal sebebiydi. Onların sükûtu, ‘bir’i yapanlara ‘bin’i de yapma cesareti kazandırmış ve bilerek ya da bilmeyerek, yolsuzluğun bir yol ittihaz edilmesine zemin hazırlamıştı. Düşmanın cefadan usanmadığı, dostun vefayı hatırlamadığı bu hasret ve hicran günlerinde milletin mana kökleri baltalandı; mefkûre insanları bir kere daha gurbeti acı acı yudumladı ve her şeyin alt üst olacağı korkusuyla kıvrandı. Hocaefendi’nin Gurbeti Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde altı garipten bahseder ve şöyle buyurur: “Mescid, namaz kılmayanlar arasında; Kur’ân-ı Kerim, fâsıkın kalbinde; Mushaf, onu okumayan birinin evinde; sâliha bir kadın kötü huylu bir adamın nikâhı altında; sâlih bir erkek arsız bir kadının yanında ve âlim, onun ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir.” Bu kitapçıkta konu edindiğim karanlık devirde, beni en çok üzen husus, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin -zikrettiğim hadis zaviyesinden- gurbeti oldu. Kıymetli Hocamız, bir makalesinde şöyle demişti: “Garip, yurdundan yuvasından uzak kalan, dostundan, ahbabından ayrı düşen değildir. O, yaşadığı dünya içinde, bulunduğu toplum itibarıyla hâlinden, yolundan anlaşılamayan; yüksek idealleri, ötelere ait düşünceleri, başkaları uğruna şahsî zevklerinden fedakârlığı ve fevkalâde himmet ve azmiyle, kendi toplumunun kanunlarıyla sık sık zıtlaşıp çakışan; çevresi tarafından yadırganıp irdenen ve her davranışıyla garipsenen insandır.

” Bu cümleden bir “garip” idi Hocaefendi. Gönül gözleriyle bakamayanlar, onu kendi büyüklüğüyle görüp bilemediler. İmam Gazzâlî’nin yaklaşımıyla, “akl-ı meâş” çukurundan kurtulup “akl-ı meâd” zirvesine ulaşamayanlar; Mevlâna’nın deyişiyle, “akl-ı türâbî” zemininden yükselip “akl-ı semavî” şâhikasına varamayanlar, kalbî ve ruhî hayattan hep habersiz yaşadılar; beden ve cismaniyetten sıyrılıp da etrafa basiret ve firasetle bakamadılar. Dolayısıyla dünyaya meftun bu zavallılar, Hakk’a dilbeste ve âhirete kilitli o rehnümayı da kavrayamadılar. O, mânâ âleminin sultanlarından biriydi fakat muasır vatandaşları onu tanıyamadılar. Bazıları gururlarına; kimileri kıskançlıklarına ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler; onun mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlü tabiatını algılayamadılar. Tek makalesini okumadan, bir sohbetini önyargısız dinlemeden ve çoğu zaman neyi niçin söylediğini düşünmeden hükümler verdiler ve aldandılar. Belki âlemin alkışladığı demlerde onlar da alkış tuttular ama onu hiçbir zaman anlayamadılar. Nihayet, adanmış ruhlara reva gördükleri zulümlerin daha şiddetlisine aziz Hocamızı da maruz bıraktılar. Hâlbuki o, âidiyet mülahazasına bağlı olarak sadece Hizmet erlerine değil, kendisine teveccüh eden herkese kâse kâse iman, mârifet ve muhabbet şerbeti sunabilecek bir Hak dostuydu. Semtine uğrayan her müstaid gönle Mahbûb-u Hakiki (celle celâluhû) ve Habîb-i Ekrem (aleyhissalatü vesselam) sevgisi tattıracak bir âşık-ı sâdıktı. İlmindeki enginlik, tefekküründeki derinlik, hizmetlerindeki beklentisizlik, duygularındaki saffet, düşüncelerindeki tutarlılık, temsilindeki ciddiyet, davranışlarındaki duruluk ve hâlindeki inandırıcılıkla vicdan ve insaf ehli her ferde rehberlik edebilecek bir mürşitti. O, milletimiz adına medar-ı iftihar ve insanlık hesabına vesile-i hidayet bir nimetti. Keşke aslında bir lütuf olan vatandaşlık ve çağdaşlık, görme engelliliğine sebebiyet vermeseydi! Keşke çekememezlik ve haset, bakış açılarında eğrilikler hâsıl etmeseydi! Heyhat, enaniyet, hazımsızlık, tenâfüs ve rekabet basar ve basiretlerin önüne birer perde gibi gerildi ve bu marazlar, kurbanlarını yakın körlüğüne müptela eyledi. Zulmettiler Hocaefendi’ye, olduğundan çok farklı görüp gösterdiler ve onu gadre uğrattılar… Zulmettiler mü’minlere, onları hiçbir ilim ve irfan âşığının müstağni kalamayacağı çok önemli bir âbı hayat kaynağından mahrum kıldılar… Zulmettiler sair insanlara, hakikati arayanlar ile o iman meşalesi arasını suizan, karalama ve bühtan setleriyle tıkadılar.

Münkesir Kalblerle Beraber Cenâb-ı Hakk’ın rızasından, İslâm’ın doğru anlatılmasından ve Allah Resûlü’nün tanıtılmasından başka muradı olmayan bir kurb kahramanına ve onun rehberliğinde kendisini iman hizmetine vakfetmiş fedakâr insanlara bunca haksızlık yapılmamalıydı. Varsa içlerinde bir kısım yaramaz kimseler, bulunup sorgulanabilirdi fakat toptancı bir anlayışla bütün adanmış ruhlar düşman yerine konmamalıydı. Zinhar, sırf çizgi birliği bahane edilerek, yurt içindeki birinin muhtemel, belki mevhum cürmünden dolayı dünyanın en ücra köşesindeki bir masum muallim cezalandırılmamalıydı. Ne acıdır ki özellikle birkaç senedir olması gerekenlerin hasreti bir yana, olmaması icap eden hemen her menfiliği zakkum yudumlar gibi yutkuna yutkuna yaşadık. Bahar mevsiminde hazan tasası, gündüz ortasında gece karanlığı, tam “bulduk” derken hicran humması kaderimiz oldu; inkisârla kıvrandık. Zannediyorum, merhum Mehmet Akif bu devirde yaşasaydı, Safahat’taki elem güftelerine yenilerini eklerdi; rahmetli Necip Fazıl yazgımızı paylaşsaydı, o büyüleyici dizeleriyle bir Çile daha yazardı. Bülbüllerin sessizliği ne zamandan beri kargalara sükût sebebi? Muhabbet kuşları ötmüyor diye saksağanın da sustuğu nerede görülmüş? Karga ve saksağan da kendi lisanıyla zikretmeli değil mi? Akif’çe ve Fazıl’ca gönül mısraları düzemeyeceksen de bari “insaf” demeye dilin dönmez mi? İşte, ey aziz arkadaşım! Sevimsiz bir edayla da olsa bir “insaf” çığlığı atmaktır elindeki bu kitapçığı hazırlamaktan muradım. Sedası gür ve yüreği cesur aydınların sayısının bir elin parmağını geçmediği günümüzde, hiç değilse cılız ve cüretkâr bir sesle zulme itiraz etmektir maksadım. Hem muhterem Hocaefendi’ye zulmedenlere “Yazıklar olsun size!” demek hem de münkesir gönüllerle beraber haşredilmek içindir bütün uğraşım. Ümit ederim, bu vesileyle muvaffakiyetle sonuçlanır benim de rıza arayışım. Bilirsiniz; bir hadîs-i şerîfte anlatıldığı üzere; Hazreti Mûsâ (aleyhisselâm) Mevlâ-yı Müteâl’e “Yâ Rab! Seni nerede arayayım?” diye yakarınca, Allâh Teâlâ şöyle buyurur: “Beni, kalbi kırıkların yanında ara!” Bir başka hadiste anlatıldığına göre; hak ve hakikat hesabına olan inkisâr, ilahî rahmet, inayet ve maiyyete bir çağrı sayılır. Aczinin idrakindeki bir insan, kırık kalbiyle teveccüh edince, Mevlâ aradaki hicapları kaldırır; rahmet-i ilâhî, merhamet ve şefkate muhtaç kulun yüzüne tebessümler yağdırır ve Hazreti Rahman, “Üzülme! Ben kalbi kırıklarla beraberim!” buyurur. Aslında, besmelenin ilk harfinden başlanmak suretiyle bize inkisâr ile maiyyet münasebeti işaret edilmektedir. “Be” harf-i cerrinden kaynaklanan “kesre” inkisârla aynı kökten gelmektedir. Daha sözün/işin başlangıcındaki bu kesre, âdeta münkesir bir kalble, yanık bir yürekle Cenâb-ı Hakk’a yönelmeyi ders vermektedir.

Acz u fakr şuuru uyaran ve Hak’tan dolayı olan bir inkisârın, O’nun yardımı için muteber bir şefaatçi sayılacağını ima etmektedir. Şu kadar var ki inkisâr yaşamak bazen vesile-i rahmet olsa da başkasına inkisâr yudumlatmak her zaman bir talihsizliktir. Hayatı boyunca pek çok defa sükût-u hayale uğrayan merhum Necip Fazıl, henüz Hizmet Hareketi bir filiz hâlindeyken adanmış ruhları tanıyıp çok sevmiş ve “Allah, beni bir de bu arkadaşlarla inkisâra uğratmasın!” diyerek dualar etmiştir. Bu açıdan da Hizmet erleri, her gün incitip darıltan onlarca hadiseyle karşı karşıya kalsalar bile, kendileri hiç kimseyi rencide etmemeye azami gayret göstermeli ve hep şu mülahazalarla dolu olmalıdırlar: “Allah’ım! İslâm’ın gülen yüzünü bu harekette bulduğuna inanan insanları hüsnüzanlarında yalancı çıkarma; bu hizmete bel bağlayanlara asla inkisâr yaşatma. Ne olur Rabbim, bizi vazifesini müdrik ve davaya layık kullardan eyle; muhataplarımıza, aradıklarını bu dairede de bulamama hicranı tattırarak onları bir kere daha hayal kırıklığına maruz bırakma…” Kırık Dökük de Olsa Kıymetli okuyucu! Ferdî ve içtimaî iç içe inkisârlara şahit olduğum buhranlı yıllarda muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye -mekanî- yakınlığım, gönül kabım nispetinde hissettiğim acıları fazlasıyla artırdı. Zira bir tarafta sahabe hayatını esas alan ve her hâli göz önünde bulunan faziletli bir âlim, diğer yanda onu olduğundan çok farklı gösteren ve iftirayı meslek edinen pespaye kimseler vardı. O, her zaman saygılı, ince ve zarif bir üslup insanı fakat hasımları hürmetsiz, nobran ve hoyrat nadanlardı. O, iyiliklerin horlanması, insanî değerlerin hafife alınması ve hakikatlerin hırpalanması karşısında ölüp ölüp diriliyor; buna mukabil diğerleri, hemen herkese karşı her fırsatta kin, nefret ve huşûnet sergiliyorlardı. O, kendisine yönelik saldırılara katlansa da Hizmet gönüllülerine dönük taarruzlara ziyadesiyle üzülüyor; zalimler ise hem onu hem de Hizmet’i bitirme planlarını realize etme çılgınlığıyla uğraşıyorlardı. Hakperest bir mü’minin olup bitenleri kabullenmesi ve hadiseleri sükûtla seyretmesi mümkün değildi. Kabiliyeti olanın beyan gücüyle ve eli kalem tutanın yazı diliyle mutlaka bu haksızlıklara itiraz etmesi gerekirdi. Bu hissiyat ve mülahazalar neticesinde “Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Perspektifinden Yansıyanlarla Nur ile Topuz’un Hazin Hikâyesi ”ni anlatmaya karar verdim. Muhterem Hocamızın menşurundan aksedenleri ne ölçüde yakalayıp değerlendirdim Allah bilir fakat karihamın müsaade ettiği kadarıyla kendi penceremden yorumlamaya çalıştığım vakıaları Hocaefendi’nin perspektifinden yansıyanlarla da okumaya çabalayarak, elde ettiğim sonuçları aktarmaya gayret gösterdim. Aziz Hocamızın sohbetlerinden iktibas ettiğim bölümleri hafızamdan ya da tutabildiğim notlardan değil, asıllarına sadık kalarak orijinal kasetlerden nakletmeye önem verdim. Bazı söz, tavır ve davranışların berraklığa kavuşması için ders notlarımın ve şahsi intibalarımın yanı sıra Hocaefendi’nin hususî yazışmalarını, özel mektuplarını ve has dairedeki yorumlarını da kullandım.

Bazen bir resim karesinin bir kitap kadar mana ihtiva edeceği inancıyla bazı fotoğrafları da muhtevaya dâhil ettim. Aslında bu kitapçığa yeni bir telif olarak, özgün bir üslupla başlayıp istidadımın müsaade ettiği kadarıyla çalışmayı ve o şekilde tamamlamayı düşündüm. Bununla beraber, üzücü olaylar devam ederken kaleme aldığım bir kısım makaleciklere ve mesajlara da o zamanki duruşumuzu göstermesi açısından faydalı olacağı düşüncesiyle, tarih belirterek yer verdim. Eminim, çok daha güzel cümleler seçilebilir, daha hoş misaller verilebilir, bazı konularda detaya girilebilir ve daha derin tahliller yapılabilirdi. Belki de değindiğim bazı meseleler boyumu ve müktesebatımı çok aşkındı. Ne var ki evvel de ifade edildiği gibi bu iddiasız çalışma bir talebenin “insaf” çığlığı ve münkesir kalbler safında bulunma ilanıydı. Bu maksat gerçekleştirilirken bir kısım hakikatler de anlatılabilmişse, güzellikler bütünüyle Allah’ın lütfudur. Meselelerin yorumundaki isabet Hocaefendi’nin prizmasından yakalanan ışık hüzmelerinin eseri; eksikler ve hatalar kendi yetersizliğimin neticesidir. Bu münasebetle; milletimiz başta olmak üzere bütün ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselam) her türlü musibetten kurtulup selamete ulaşmasını, maddî manevî sıkıntılardan sıyrılıp inşiraha kavuşmasını, özellikle de inananlar arasında vifak, ittifak ve uhuvvet ruhunun canlanmasını ve adanmış ruhların malum imtihanlardan arınıp güçlenerek çıkmasını niyaz ediyorum. Hüzünlü gurbetin bir an önce sona ermesini diliyor; aziz Hocamızın sağlık, sıhhat ve afiyet içinde daha uzun seneler yaşayarak bundan sonra da gönüllerimizi doyurmasını Cenâb-ı Allah’tan dileniyorum. Ayrıca, refikayı hayatım olduğu gibi, neredeyse bütün yazılarımın ve mesajlarımın ilk musahhihliğini de yapan Esra Şimşek hanımefendiye, teşvik ve yardımlarından dolayı teşekkürlerimi ifade borcunu bir kere de bu fırsatla eda etmek istiyorum. Mevlâ-yı Müteâl’in merhametine, Allah Resûlü’nün şefaatine, Kur’an-ı Kerim’in refakatine ve mü’minlerin dualarına vesile olması recasıyla…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir