P. D. James – Dogal Bir Olum

Bu yazı küçük bir dükkânın camlı kapısının üstündeydi; ama kuşkusuz, yalnızca loş mekânın içinden, kapının arkasından sokağa bakarken böyle görünüyordu. 9 Dışarda soğuk, kasvetli bir kasım sabahı sürmekteydi. Bardaktan ‘< boşanırcasına yağmur yağıyor, damlalar camdan ve kuyruklu harfle-Y rin üzerinden akıyordu. Kapının arkasından bütün görülebilen, yolun öbür tarafındaki yağmur lekeli bir duvardı/ Ansızın kapı öylesine bir hızla açıldı ki, üstünde asılı olan küçük bir pirinç çıngırak salkımı heyecanla çıngırdamaya başlayıp bir zaman sakinleşemedi. ?Bu gürültüye sebep olan on, onbir yaşlarında, ufak, tombul bir . oğlandı. Koyu kahverengi saçları ıslak ıslak yüzüne yapışıyor, paltosu yağmurdan sırılsıklam olmuş, sular damlıyordu; sırtında, omuzlarından geçen kayışlara bağlı bir okul çantası taşımaktaydı. Biraz solgun ve soluk soluğaydı; ama daha az önceki telaşının tam tersine, şimdi açık kapının eşiğinde dikilmiş duruyordu. •j Karşısında, gerilere doğru alacakaranlıkta kaybolan dar, uzunla-., masına bir mekân vardı. Duvarlarda, tavana kadar varan ve her boy ve biçimde kitapla tıka basa dolu raflar diziliydi. Yerde büyük boy kitap tepeleri yükseliyor, birkaç masanın üzerinde de dağ gibi yığılmış, deri ciltli ve yandan yaldızları parlayan küçük kitaplar duruyordu. Odanın karşıki ucunda yükselen adam boyunda bir kitap duvarının arkasından bir lambanın ışığı görünmekteydi. Arada bir bu ışıkta bir duman halkası yükseliyor, halka büyüyor ve daha yukarda, karanlığın içinde kayboluyordu. Kızılderililerin birbirlerine dağdan dağa haber gönderdikleri işaretler gibi görünüyordu tıpkı.


Belli ki biri oturmaktaydı orada; gerçekten de az sonra çocuk, bir sesin kitap duvarının arkasından oldukça sert bir tonda konuştuğunu duydu: “Hayranlığınızı ya içerde, ya dışarda sürdürün, ama kapıyı örtün. Soğuk geliyor.” Çocuk söz dinleyip kapıyı yavaşça kapattı. Sonra kitap duvarına yaklaştı ve köşesinden çekine çekine baktı.» Derisi aşınmış, yüksek, yanaklı bir koltukta, tıknaz, iri yapılı bir adam oturmaktaydı. Üstünde, yıpranmış görünen ve tozlu izlenimi uyandıran, siyah, buruşuk bir giysi vardı. Göbeği çiçekli bir yelekle toplanmıştı. Adamın kafası dazlaktı, kulakların üstünden birer tutam beyaz saç kabarıyordu yalnızca. Yüzü kırmızıydı ve yırtıcı bir buldoğu andırıyordu. Yumru biçimli burnunun üstüne küçük bir altın gözlük oturmuştu. Ayrıca adam, ağzının köşesinden sarkan eğri bir pipoyu tüttürüyordu ve bu yüzden de bütün ağzı çarpılmıştı. Dizlerinin üzerinde bir kitabı tutuyordu, belli ki az önce okumaktaydı onu, kitabı kapatırken sol elinin enli işaret parmağını sayfaların arasına koymuştu çünkü -r- ayraç gibi tıpkı. Daha sonra sağ eliyle gözlüğünü çıkardı, karşısında durmuş sular akıtan ufak, tombul çocuğu süzdü, bu sırada yırtıcılık duygusunu daha da artıran bir biçimde gözlerini kıstı,Ve şöyle mırıldandı yalnızca: “Ah seni küçük!” Sonra yeniden kitabını açıp okumaya koyuldu. Çocuk ne yapacağını pek bilemiyor, o yüzden de yalnızca dikilip duruyor, kocaman gözlerle adama bakıyordu. Sonunda adam kitabını yeniden kapattı -önceki gibi parmağını sayfaların arasına koyarak -ve homurdandı: “Dinle oğlum, ben çocuklardan hoşlanmam.

Gerçi bugünlerde moda ki bütün dünya ölesiye pohpohluyor sizi- ama ben değil!1 Ben hiç mi hiç çocuk dostu değilimdir. Bana göre çocuklar, her şeyi kırıp döken, kitaplara marmelat bulaştırıp sayfalarını koparan ve acaba büyüklerin de kendi sıkıntıları, üzüntüleri var mıdır diye en ufak bir tasa bile duymayan budala çığırtkanlardan ve baş belalarından başka bir şey değildir. Bunları sırf, neyle karşı karşıya olduğunu bilesin diye söylüyorum sana. Ayrıca bende çocuklara göre kitap yok, öteki kitapları da sana satmam, işte böyle, umarım anlaş-mışızdır!” Bütün bunları pipoyu ağzından çekmeden söylemişti. Sonra yeniden kitabını açıp okumasına devam etti. Çocuk sessizce başını eğdi ve gitmek üzere döndü, ama bu söylevi böyle hiç karşılıksız bırakmayı kendine yediremiyordu sanki, o yüzden bir kere daha dönüp, “Hepsi öyle değildir ama,” dedi usulca. Adam başını ağır ağır kaldırarak baktı ve bir kere daha gözlüğünü çıkardı. “Hâlâ orada mısın sen? Söyler misin bana, senin gibi birinden kurtulmak için ne yapmak gerek? Hem demin söyleyecek olduğun o çok önemli şey neydi?” “Önemli bir şey değil,” diye yanıtladı çocuk, daha da hafif bir sesle. “Yalnızca – bütün çocuklar sizin söylediğiniz gibi değildir, demek isliyordum.” “Aha!” Adam yapmacık bir şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. “O zaman büyük istisna da galiba sen oluyorsun, ha?” Tombul çocuk verecek yanıt bulamadı. Hafitçe omuz silkti yalnızKitabın Almanya’da ilk basım tarihi, 1979 Dünya Çocuk Yılı, -çn. ca ve bir kere daha gitmek üzere döndü. “Ve beş kuruşluk…” Çocuk arkasından huysuz sesi işitip döndü. “Beş kuruşluk nezaket yok sende, yoksa hiç değilse kendini tanıtırdın ilkönce.

” “Adım Bastian,” dedi çocuk, “Bastian Balthasar Bux.” “Oldukça tuhaf bir ad,” diye homurdandı adam, “Üç tane B. Neyse senin suçun yok bunda, bu adı kendin vermedin ya kendine. Benim adım Kari Konrad Koreander.” “Üç K,” dedi çocuk ciddi bir tavırla. “Hımm,” diye homurdandı adam, “doğru!” Birkaç bulutçuk püfürdetti. “Neyse, nasıl olsa birbirimizi bir daha görmeyeceğimize göre adlarımızın ne olduğu da fark etmez. Yalnız bir şeyi daha bilmek isterdim, yani az önce niçin öylesine telaşla dükkânıma daldığını. Tıpkı bir şeyden kaçıyormuşsun izlenimi veriyordu insana. Doğru mu?” Bastian başını eğdi. Birden yuvarlak yüzü eskisinden biraz daha soluk, gözleri de biraz daha büyük göründü. “Galiba bir dükkânın kasası soydun,” diye tahmin yürüttü Bay Koreander, “ya da yaşlı bir kadını yere serdin; ya da sizin gibiler bugünlerde ne yapıyorsa işte. Polis peşinde mi çocuğum?” Bastian başını hayır anlamında salladı. “Söylesene,” dedi Bay Koreander, “kimden kaçıyordun?” “Ötekilerden.” “Hangi ötekilerden?” “Sırufımdaki çocuklardan.

” “Neden?” “Onlar … onlar bana rahat vermiyorlar.” “Ne yapıyorlar peki?” “Okulun önünde pusu kuruyorlar bana.” “Eee, sonra?” “Sonra bir şeyler haykırıyorlar işte. Đtip kakıp alay ediyorlar benimle.” “Sen de düpedüz boyun eğiyorsun buna!” Bay Koreander bir süre kınayarak çocuğa baktı, sonra sordu: “Neden doğruca burunlarının üstüne bir tane indirmiyorsun?” Bastian ona kocaman gözlerle baktı. “Hayır – bundan hoşlanmıyorum. Hem ayrıca – iyi dövüşemem ben.” “Peki öyleyse güreşebilir misin?” diye merak etti Bay Koreander. “Koşma, yüzme, futbol, jimnastik? Bunlardan anlamaz mısın hiç?” Çocuk başını hayır anlamında salladı. “Başka bir deyimle,” dedi. Bay Koreander, “sen pısırığın birisin, ha?” Bastian omuz silkti. “Ama ne de olsa ağzıa laf yapar yine de,” dedi Bay Koreander. “Seni alaya aldıklarında niye karşılık vermiyorsun onlara?” “Bir keresinde yaptım bunu…” “Eee?” “Beni çöp bidonuna kapatıp kapağını da bağladılar. Biri beni işi-tinceye kadar iki saat bağırdım.” “Hımm,” diye homurdandı Bay Koreander, “sen de güvenemiyorsun artık kendine.

” Bastian başını salladı. “Yani,” diye saptadı Bay Koreander, “üstüne üstlük tavşan yüreklinin birisin sen.” Bastian başını eğdi. “Galiba sen gerçek bir çalışkansın, ha? Notları hep pekiyi, sınıfın birincisi, bütün öğretmenlerin sevgilisi, öyle değil mi?” “Hayır,” dedi Bastian, gözleri hâlâ yerdeydi, “geçen yıl sınıfta kaldım.” “Aman Tanrım!” diye bağırdı Bay Koreander. “Demek her bakımdan başarısızın birisin!” Bastian bir şey söylemedi. Dikilip duruyordu yalnızca. Kolları sarkmış, paltosundan sular damlıyordu. “Seninle alay ederlerken ne diye bağırıyorlar peki?” diye merak etti Bay Koreander. “Ah – akla gelebilecek her şey.” “Örneğin?” “VVambo! VVambo! Otur, işte potşambo! Wambo oturdu, potşam-bo kırıldı. Çok ağırsın Wambo!” “Çok esprili değil,” diye fikir yürüttü Bay Koreander. “Daha başka?” Bastian saymadan önce duraksadı. “Hayalci, ay danası, traşçı, atmasyoncu…” “Hayalci mi? O neden?” “Ara sıra kendi kendimle konuşurum ben.” “Ne konuşursun örneğin?” “Kendi kendime öyküler yaratırım; hiç olmayan adlar, sözcükler bulurum, öyle işte.

” “Ve bunları kendi kendine anlatırsın. Neden?” Potşambo: pot de chambri’dan geliyor, Fransızcada oturak, -çn. “Ne yapayım, böyle şeylerle ilgilenen başka kimse yok ki.” Bay Koreander bir süre düşünceli düşünceli sustu. “Buna annenle baban ne diyor peki?” Bastian hemen yanıt vermedi. Bir süre geçtikten sonra, mırıldandı: “Babam bir şey demiyor. Hiçbir zaman bir şey demez o. Onun için fark etmiyor.” “Ya annen?” “O – burada değil artık.” “Annenle baban boşandılar mı?” “Hayır,” dedi Bastian, “annem öldü.” O anda telefon çaldı. Bay Koreander epeyce zorlanarak koltuğundan kalktı ve ayaklarını sürüye sürüye yürüyerek dükkânın arkasında bulunan küçük bir bölmeye girdi. Ahizeyi kaldırdı ve Bastian Bay Ko-reander’in adını söylediğini belli belirsiz duydu. Sonra bölmenin kapısı kapandı, şimdi boğuk bir mırıltıdan başka bir şey duyulmaz olmuştu. Bastian oracıkta dikiliyor, kendisine ne olduğunu, bütün bunları neden itiraf edip anlattığını pek bilmiyordu.

Böyle sorguya çekilmekten nefret ederdi. Birden içine ateşler basarak okula çok geç kalacağı aklına geldi; evet, hiç kuşku yok, acele etmesi gerekiyordu, koşmalıydı – ama olduğu yerde dikilmiş duruyor, karar veremiyordu. Bir şey onu tutuyor, nedir bilmiyordu. Boğuk ses hâlâ mırıldanıyordu bölmede. Uzun bir telefon konuş-masıydı bu. Ansızın fark etti; deminden beri, daha önce Bay Koreander’in elinde tuttuğu, şimdi de koltuğun üzerinde duran kitaba bakmaktaydı. Gözlerini ondan ayıramıyordu açıkçası. Sanki kitaptan, onu karşı konulmaz bir biçimde çeken bir kuvvet yayılmaktaydı. Koltuğa yaklaştı, elini yavaş yavaş uzattı, kitaba dokundu – aynı anda da içinde bir şey “klik!” etti, bir kilit kapanmıştı sanki. Bu dokunuşla geri dönülmez bir şey başlamış da, artık kendi yolunu izleye-çekmiş gibi bir duygu uyandı içinde. Kitabı kaldırıp her tarafından inceledi. Cildi bakır rengi ipektendi ve sağa sola çevirdikçe ışıldıyordu. Sayfalan şöyle bir karıştırınca yazıların iki ayrı renkte basılmış olduğunu gördü. Resimler bir şeye benzemiyordu, ama üstlerinde kocaman, şaşırtıcı güzellikte başlangıç harfleri vardı. Kapağı bir kere daha iyice inceleyince, birbirlerini kuyruklarından ısıran ve böylece bir oval oluşturan, biri açık, biri koyu renk iki yılan olduğunu keşfetti üstünde.

Bu ovalin içinde de, ilginç kıvrımları olan harflerle yazılmış olarak kitabın adı duruyordu: Đnsan ıutkuları bilmecemsi şeylerdir ve bu, çocuklarda da yetiş-kinlerdekınden daha farklı değildir. Buna yakalananlar ne olduğunu açıklayamazlar; benzeri bir şeyi hiç yaşamamış olanlarsa kavrayamaz-lar. Bir dağ doruğuna ulaşmak uğruna hayatlarını tehlikeye atan insanlar vardır. Nedendir; hiç kimse, kendileri bile açıklayamaz. Kimisi, onun adını bile duymak istemeyen birinin gönlünü fethetmek için kendini harap eder. Bir başkası, damak zevklerine -ya da şişeninkine-karşı duramadığı için kendini mahveder. Bazısı, şans oyunlarında kazanmak uğruna bütün varını yoğun verir ya da her şeyini asla gerçek olmayacak bir saplantıya feda eder. Kimisi, ancak olduğundan başka türlü olursa mutlu olabileceğine inanır ve hayatı boyunca dünyayı dolaşır. Bazısı da güç sahibi olmadan huzur bulamaz. Kısacası, ne kadar değişik insan varsa, o kadar da değişik tutku vardır. Bastian Balthasar Bux için bu, kitaplardı. Hiç karmakarışık saçlar ve alev alev yanan kulaklarla bütün bir öğleden sonra boyunca bir kitabın başında oturmamış, okuyup okuyup da çevresindeki dünyayı, acıktığını ya da üşüdüğünü fark etmeyecek kadar unutmamış biri – Hiç annesi ya da babası ya da onunla ilgilenen başka bir kişi, sabah erken kalkacağına göre şimdi uyumalısın, gibi iyi niyetli gerekçelerle ışığı söndürdüğü için, yorganın altında, bir el fenerinin ışığında gizlice okumamış biri – Hiç harika bir öykünün sonuna gelip de birlikte onca serüven yaşadığı, sevip hayran olduğu, adlarına kaygılanıp umutlandığı kahramanlara veda etmek zorunda kaldığı ve onlarsız hayat kendisine boş ve anlamsız göründüğü için açıkça ya da gizlice acı gözyaşları dökmemiş biri – Bütün bunları kendi deneyimiyle bilmeyen bin, Bastıan’ın şu an yaptığını da kavrayamayacaktır herhalde.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir