Panait Istrati – Hayata Giris

Ibrail’deki 3 numaralı ilkokulun yönetmeni Bay Moissesko, “Yönetmenlik Odası”nda, diplomamı anama uzatırken şu soruyu sorduğunda on üç yaşındaydım: — Ne yapacaksınız şimdi bu oğlanı? Zavallı anacığım, derin bir göğüs geçirdikten sonra: — Aman Müdür Bey… ne yapabilirim ki! Ya bir uğraş öğrenecek, ya da birinin yanına girecek… Iyi yürekli öğretmenimiz, sırtını pencereye yaslayıp bir süre, kısa, ak düşmüş sakalını çekiştirdi, bir anama, bir bana baktı, sonra gözlerini yere çevirip: — Yazık, diye mırıldandı… Ve birkaç saniye sonra: — Liseye gonderemez misiniz? — Hayır… Müdür Bey: hem dul, hem de yoksul bir kadınım… Gündelikle çamaşıra giderim… — Yazık… Açıkça itiraf etmek gerekirse, “yazık” olacak hiç bir şey goremiyordum bu işte: tam tersine, çocukluğumun en guzel yıllarını alıp götüren bir angaryadan kurtulduğum için mutluydum. En yuksek numarayı aldığım okuma derslerinin dışında, okulu hiç bir zaman sevemedim, başarılı bir öğrenci olamadım. Yardımıyla ilkokulu bitirdiğim Bay Moissesko, büyük bir inatla beni geleceği parlak bir öğrenci sayar, denetmenler geldi mi hemen beni çıkarır, birşeyler okuturdu. Ve bu, kendini eğitime adayanlara, çocuk ruhundan hiç mi hiç anlamayan, çocukları asker borazanıyla, kamçıyla kamçılaya yetiştirmeye çalışan cadaloz karılara guzel bir derstir aslında. O çağda, ilkokul öğretmeni bir çocuğu alır, birden dörde kadar okutur, bitirme sınavlarında başarı gosterenleri kendinden sonraki öğretmene teslim ederdi. Yedi yaşında birinci sınıfa başlarken, yok yere hepimizi pataklayan 3 – 4- bir yamyamın eline düşme talihsizliğine uğradım. Sonuç: sınıfın yarısı okuldan kaçardı. Ya bataklıklara gider, ya da, mevsim kışsa, kızak kayardık. Tabii çaktım o yıl, ve ertesi yıl, birinciye taş çıkartan bir kaçığa düştüm. Kulaklarımızı koparır, cetvelle vura vura ellerimizi kanatır, tokatı attı mı burnumuzdan kan getirirdi. Çoğu kez, kuru mısır taneleri üstüne diz çöktürür, saat on ikiden ikiye kadar öğle yemeği yedirmezdi bize. Koca bir yıl, hemen bütün sınıf kaçtı. Üçüncü yılın başında, biz hâlâ alfabedeyken, birinci sınıfları okutma sırası okul yonetmenine geldi. O gün, gözümüzün önünde gerçekleşen yöntem değişikliğini ömrüm boyunca unutmayacağım. Ders başladığında ne bağrış çağrış vardı, ne gözdağı.


Bay Moissesko bütün “kalınkafalıları” topladı, sınıftaki sıralardan birine oturup sordu: — Ee, sizler okuma yazma öğrenmek istemiyor muşsunuz, öyle mi? — Hayır, efendim, hayır! Öğretmenlerimiz bizi dövüyordu, onun için okuldan kaçıyorduk! — Peki, çocuklar! ben parmağımı bile değdirmeyeceğim size, ama derslerinizi öğrenmezseniz, Eğitim Bakanı beni işten atar, bunu da bilmiş olun… Boyle davranırsanız ekmeğimden olurum… Benim işe yaramaz bir öğretmen olduğuma karar verirler… — Hayır, efendim, bütün derslerimizi öğreneceğiz! Gerçekten de öğrendik. Iyi yürekli Bay Moissesko’nun klavuzluğunda, tıkır tıkır sınıfları geçip dördüncü sınıfa geldik. Tanrı rahmetini esirgemesin! Yeri cennet olsun! Ona rastlamasadım, suçlu çocukların gönderildiği hapisanelerden birini boylardım herhalde. Şimdi kalkıp yedi yıllık liseye başlamak, çok daha korkunç yamyamlarla karşılaşmak, bütün gençliğimi öğretmenlerin kendilerinin bile ne işe yaradığını bilmediği olgunluk sınavını verecem diye kafa patlatmak bana hiç de iç açıcı gelmiyordu doğrusu. Ama, yolda, sızlanıp duruyordu: — Hey Ulu Tanrım… Belki gerçekten de yazık, ama ne gelir benim gibi yoksulun elinden! — Üzülme, anneciğim, dedim… Göreceksin, tek başıma, gönlüme göre bir patron bulacağım kendime! Ve buldum… Hem de tek başıma… Pek gönlüme göre değildi, ama zararı yok. Yazın geri kalan kısmını, her zamanki gibi, Baldovinesti’de, Angel ve Dimi dayılarımın yanında geçirdim. Angel Dayı’mdan meyhanecilik öğreniyordum. Dimi Dayı’mlaysa, unutulmayacak anılar elde etmek üzere, özgürlüğümün son demlerinin tadını çıkarıyordum. Dimi Dayı’m, daha sabah serinliğinde tüfeğini omuzuna vurur, üzümleri talan eden ardıçları vurmaya giderdi. Ben de, azarlanıp eve yollanmaktan korkan avköpeği gibi, gizlice ardına düşerdim. Akşamlarıysa, taze mısır kızartır, ağustos böceklerinin konserini, kurbağaların vıraklamasını, kopeklerin ulumasını dinlerdim. Yemekten sonra, hava guzelse, Dayı’mla birlikte otlağa giderdim; Dayı’m orda otlayan atları gozler, durmadan sigara içer, öbür köylülerle hoşbeş eder, yıldızlara bakarak saati anlardı; bense, onun kepenek’ine sarılır, mışıl mışıl uyurdum. Gündüzün kavurucu sıcağmdaysa, bir bodrum kadar serin olan Angel Dayı’nın meyhanesine sığınırdım. Ortalığı sular, süpürür, bardakları yıkar, şarap fıçılarında musluk deliği açmayı öğrenirdim. Dayı’m beni seyreder: — Aferim be oğlum, derdi, seni hiç yanımdan ayırmak istemezdim, çok iyi beceriyorsun bu işleri; ama akıllıca bir davranış olmazdı böylesi: çocuk dediğin, hısım akrabasının yanında şımarır, dikkafalının biri olur.

Insan, ancak yabancıların yanında öğrenir adam olmayı. Ama soysuzun birine hizmet etme sakın. Eliaçık, gönlü zengin bir işveren ara. Bulunca da canla başla hizmet et! Hele tırtıklamaya sakın alıştırma kendini, ticarette en zararlı, en uğursuz şey budur. Canın şeker istedi mi doğruca efendine git, gözünün içine bakarak: “Pierre Usta, de, bugun benim canım şeker yemek istiyor!” Çıkarıp birkaç metelik verirse, git al ve ye şekerini; vermezse, sabret! Hüzünlü bir ekim sabahı, annem işe gider gitmez, ondan habersiz ben de yola koyuldum. Yoksulların amansız bir kavga verdiği er meydanına doğru atılmış ilk adımlarımdı bunlar. Yüreğim kabarmıştı, çünkü o başıboş çocukluk yıllarımın geride kaldığını biliyordum. Yanımda yoremde akan oluk gibi kana, gözyaşlarına, anacığınım çektiği zahmetlere rağmen tadını çıkararak yaşadığım neşeli çocukluk yıllarım sona ermişti. Şimdi artık kendi başınım çağresine bakmak, anama yuk olmamak, hattâ, elimden gelirse, zaman zaman “getirip iki lokma bir şey katmak istiyordum soframıza”. Bu arzu nicedir içimi yakıyordu zaten. Daha okula giderken, kış günleri, mağaza onlerinde titreşen, mallarını överek müşterilerin eteğine yapışan mosmor yüzlü, çatlak elli yavrucakları seyrederdim. Eve öteberi alırken durur, uzun uzun konuşurdum onlarla, çektikleri acıları bilir, onları kendimden üstün bulurdum: — Daha şimdiden çalışıyorlar, derdim kendi kendime; anaları babaları onların yükünden kurtulmanın sevinci içindedir mutlaka. Gelecek yıl, ben de onlar gibi yapıp çalışacağım. O yıl gelmişti işte. Ve leş gibi bir çuval parçasından yapılmış önlüklerle örtülü bu minicik göğüslerin her birinden ne türlü ahlar yükseldiğinden habersiz, yiğitçe, hattâ gururla iş aramaya gidiyordum, iş bulmaya, ve akşama anneme bu sevinçli haberi vermeye.

Gelişigüzel dolaşmıyordum sokaklarda. Ne aradığımı biliyordum, her yönden kendime uygun bir taverna bulmuştum kendime. Her şeyden once, bir Yunan meyhanesiydi bu. (Angel Dayı, “genellikle Rumen’lerden daha eli açık olan Yunan’lıların” yanında çalışmamı salık vermişti.) Ayrıca, patron bekârdı. http://palpa.cjb.net -6- (Yanlarmda çalıştırdıkları çocukları sabahtan akşama doven, bebeklerinin boklu bezlerini yıkatan patron karılarından nefret ederdim çünkü.) Ve son olarak, meyhane, benim sevgili Tuna’ma yakındı! Dunyayı verseler o manifatura ya da bakkal dükkânlarından birinde çalışmak istemezdim; buralardaki oğlanlar, sabahları, yarım çuval erza-ğın doldurulduğu sandıkları kaldırıma taşımak, akşam yeniden içeri almak, yoldan geçen köylülerin ardından koşmak, külahlarını kapıp kaçmak, böylece adamları alışverişe zorlamak için paralanır dururlar. Gerçi, seçtiğim işin, yani meyhaneci çıraklığının da kendine gore dertleri vardı. O pis kokulu bulaşıklarla, dükkânın akşamüstü değil de, gece yarısı, hattâ sabaha karşı kapanışından başka, bir de şu korkunç hruba, zavallı çırakların ecel terleri dokerek günde belki yüz kere geçmek zorunda oldukları duvarları ıslak, havasız dehliz vardı: sarhoşun birinin, elinde para, patronun gözü önünde istediği bir bardak “buğulu” şarap için, istesen de istemesen de oradan geçmek zorundaydım Söylendiğine göre hruba’lar, gece yarısına doğru, çırağın elindeki mumu söndürüp sırtına çullanan hayaletlerle dolardı. Yamakların çoğu ordan geçerken düşüp bayılırdı. Korkudan ölenler bile vardı. Bütün bu korkunç öyküleri ben de biliyordum, Angel Dayı beni uyarmıştı: — Hayalet falan yoktur orda! Mum, havasızlıktan soner. Yerdeki, kolayca tıkanan hava deliklerinin açık kalmasına çalış.

“Buğulu” şaraba gelince, ancak çok sıcak gunlerde, buz olduğu zaman istenir. Dolap beygiri gibi gidip gelmek istemiyorsan, kurnazlık et: küçük bodruma, hemen elinin altına, koca bir kap buzlu şarap yerleştir; “ta yedi kat yerin dibine” indiğini göstermek üzere de azıcık oyalan; fıçıdaki “basıncı” vermek içinde, bir parça gazoz yetişir; al sana “buğulu ve buzlu” şarap. Ama gözünü aç: sakın “işten anlayan” müşteriye boyle bir oyun oynamaya kalkma. Bundan otuz yıl once, Riva sokağı – bugün adı değişmiş olabilir – Süvari Alayı caddesinden başlayıp, Tuna’ya bakan yaylada biten daracık bir koridordu. Kıyı anlamına gelen Riva adı da bundan ötürüydü zaten. Karaköy mahallesinin tam ortasına rastlayan, gelen geçeni bol bir sokaktı; bu ma-halledeyse, tıpkı Kodin’de sözünü ettiğim Komorofka mahallesi halkı gibi aslında kimseye zararı dokunmayan, eğlenceye düşkün Yunan’lılar otururdu. Karaköy mahallesi, akıllı uslu neşesi, yetmişiki ırktan oluşmuş halkıyla ilgimi çekmekteydi: avucumun içi gibi bilirdim onu; orda dolaşırken, gidip gormek için yanıp tutuştuğum ve ancak fotoğraflarla basma resimlerden tanıdığım Boğaziçi kıyılarını, alnıma yazılmış o yeryüzü cennetini düşünürdüm. Canlarının çektiği gibi yaşıyan düşçü Yunan’lılar; ciddi yüzlü Turk’ler; insana Tanrı’yı unutturup Cehennem’i sevdirecek kadar çekici ve şehvetli, yay gibi çekilmiş kaim kaşlı, guzel gözlü, dalgın bakışlı, etli butlu, hoyratça sevile sevile karaca kadar ürkekleşmiş genç kadınlar vardı bu mahallede. – 7 – O çılgın özgürlük perşembelerimde, para kazanmak için Ibrail’e gelmiş, anayurtlarının ozlemiyle yanıp tutuşan, ve yaban illerinde göçüp gidenlere iki kat hüzünlü gelen mezarlıklarımıza gömülen bu tutkulu ulus temsilcileri arasında saatlerce dolaşırdım. İlerde, Kira Kiralina’yı yazarken kullanacağım çerçeve ve havayı oluşturan bütün o şehvet dolu izlenimleri burda edindim ben. İbrail’li kocakarılar, içi yanan sevdalı kızları işte bu mahalleye ya da – Türk’lerin çoğunlukta bulunduğu Çetatzuye mahallesine yollarlardı: — Hadi kızım, derlerdi ona, bağrın yanıyorsa, doğru Karaköy’e ya da Çetatzuye’ye! Kentimim en ateşli delikanlıları bu mahallelerdeydi. Nedendir bilmem, Hanya’yı Konya’yı anlayıp dünyayı öğrenmek üzere işte burayı seçtim. Kir Leonida’nm şarapları ve yemekleriyle ünlü meyhanesi, Riva Sokağı’nın ortalarına doğru bir yerdeydi ve bir ana kraliçe gibi, kırk yıllık erkekçe eğlenme geleneğinin üstünde oturmaktaydı. Kir Leonida’nın babası Barba Zanetto’nun kurduğu bu Yunan “krasma”sı bir yığın servetin doğuş ve batışını görmüştü. Gizuroy (uykusuz adam) adı takılan iri yarı, kambur bir adam olan Zanetto artık yalnız geçmişini anlatarak yaşıyordu.

Oğlu tarafından yönetilen şimdiki zaman, yaşamak istediği bir zaferin silik imgesinden başka bir şey değildi onun için. Ben onun son demlerine yetişecek, yamacında on altı ay yaşıyacak, Yunanca öğrenecektim. Oraya vardığımda saat sekize geliyordu. Gururlu ve kararlı bir adam gibi daldım içeri. Meyhanede misk gibi bir yemek kokusu, Batı’nın hemen hiç kullanmadığı o nefis maydanozu ve kerevizi bol bir yahni kokusu vardı. Aşçı, uzun, ak bıyıklı, kleftis (haydut) bakışlı, dev bir ihtiyardı. Tencerelerle, paralarıyla oynayan bankacı gibi oynuyordu, bana şöyle bir bakış göndermekle yetindi. Dükkân geniş ve temizdi. Patronun kocaman masasındaki dağ gibi sebze ve et yığınının başındaki ben yaşta iki oğlan hızlı hızlı patates ayıklamaktaydı. Bin bir çeşit şarap ve rakı şişesinin ışıldadığı tezgâhın ardında oturan kasadar gazete okumaktaydı. Müşteri yoktu. Uzaktan tanıdığım Kir Leonida da. Selâm verdim. Çalıştırdığı çocukların anasını ağlatan bizim ünlü kasadar, şöyle tepeden süzdü beni: — Ne arıyorsun, ufaklık? — Kir Leonida’yı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir