Paul Auster – Görünmeyen

Onun elini ilk kez 1967 baharında sıktım. O tarihte Columbia’nın ikinci sınıfında, kitaplara meraklı ve günün birinde kendime şair diyebilecek kadar iyi şiir yazacağına inanan (ya da vehmeden) toy bir yeniyetmeydim; çok şiir okuduğum için onun adaşına Dante’nin cehenneminde, Inferno’nun yirmi sekizinci kıtasının son dizelerinde gezinen bir ölü olarak rastlamıştım. Kesik başını saçlarından tutup fener gibi bir öne bir arkaya sallayarak taşıyan, Provence’lı on ikinci yüzyıl şairi Bertran de Born – hiç kuşkusuz, kitap uzunluğundaki o sanrılar ve işkenceler kataloğunun en sakil görüntülerinden biriydi o. Dante, de Born’un yazdıklarının ateşli bir savunucusuydu; ama de Born, Prens Henry’yi babası Kral II. Henry’ye karşı isyana kışkırttığı, baba ile oğulun arasına ikilik sokarak onları birbirine düşman ettiği için, Dante de onu sonsuz lanete mahkûm etmişti. Dante’nin verdiği incelikli ceza, de Born’u kendisinden koparmaktı. İşte o yüzden, kafası kopuk beden, yeraltı dünyasında feryat figân ederek Floransalı gezgine kendi çektiğinden daha büyük eza olup olamayacağını soruyordu. Kendisini Rudolf Born diye tanıştırınca, hemen şair düştü aklıma. Bertran’la bir akrabalığın var mı? diye sordum. Ha, şu kafası kopan zavallı yaratık, dedi. Belki vardır ama olduğunu sanmıyorum. Benim adımda de yok. Onun için insanın soylu olması şart, ne yazık ki benim soylulukla uzak yakın ilintim yok. Neden orada olduğumu hatırlamıyorum. Birisi onunla birlikte gitmemi istemiş olmalı ama o birisinin kim olduğu çoktan aklımdan uçup gitmiş.


Partinin nerede verildiğini bile anımsamıyorum –şehir merkezinde mi daha uzakta mı, bir apartman dairesinde mi yoksa bir stüdyoda mı bilmiyorum–, o sıralarda tanımadığım insanların yanında utanıp sıkılmam, çene çalanların şamatasından kaçmam yüzünden kalabalık toplantılardan uzak durduğum için, daha baştan o daveti neden kabul ettiğimi de kestiremiyorum. Ama o gece anlayamadığım bir nedenle evet dedim ve çoktan unuttuğum arkadaşımla beni götürdüğü her neresiyse oraya gittim. Sadece şu kadarını anımsıyorum: O gecenin bir yerinde odanın köşesinde tek başıma dikiliyordum. Sigara içerek insanları, o mekâna ıkış tıkış doluşmuş düzinelerce genç bedeni seyrediyor, birbirine karışan sözcüklerle kahkahaların uğultusunu dinliyor, orada ne işim olduğuna şaşırıyor ve artık gitme vaktinin geldiğini düşünüyordum. Solumdaki radyatörün üstünde bir kül tablası duruyordu, sigaramı söndürmek için o tarafa dönünce izmarit dolu tablanın bir adamın elinde bana uzandığını gördüm. Ben farkına varmadan, iki kişi gelip radyatörün üzerine oturmuştu, ikisi de benden büyük, hatta oradakilerin hepsinden daha yaşlı bir erkekle bir kadın – adam otuz beş yaşlarındaydı, kadın yirmilerinin sonunda ya da otuzların başında. Buruşuk, biraz lekeli beyaz keten takım ve yine buruşuk beyaz gömlek giyen Born ile tepeden tırnağa siyahlar içindeki (sonradan adının Margot olduğunu öğrendiğim) kadın birbiriyle uyuşmayan bir çift gibi geldi bana. Kül tablası için teşekkür ettiğim zaman Born başıyla nazik bir selam vererek çok hafif bir yabancı aksanıyla, Rica ederim, dedi. İngilizcesi neredeyse kusursuz olduğu için dilinin Fransızca’ya mı Almanca’ya mı çaldığını çıkaramadım. O ilk saniyelerde başka neler gördüm? Beyaz bir ten, (o devirde çoğu erkeklerinkinden daha kısa kesilmiş) dağınık, kızılımsı saçlar, hiçbir çarpıcı özelliği olmayan ablak bir surat (kalabalığın içinde fark edilmeyecek, göze çarpmayacak sıradan bir yüz), bakışlarını kaçırmayan kahverengi gözler, hiçbir şeyden korkusu yokmuş gibi görünen birinin keskin gözleri. Ne zayıf ne şişman, ne uzun ne kısa; yine de güçlü kuvvetli olduğu izlenimini uyandırıyordu, bu izlenim belki de ellerinin tıkızlığından kaynaklanıyordu. Margot’ya gelince; hayattaki temel görevi canı sıkkın görünmekmiş gibi hiç kıpırdamadan boşluğa bakıyordu. Ama siyah saçları, siyah balıkçı yaka kazağı, siyah mini eteği, siyah deri çizmeleri ve iri yeşil gözlerini çevreleyen ağır, siyah makyajıyla çekici, hele benim yirmi yaş toyluğum için çok çekiciydi. Belki güzel değildi ama ince ve zarif görüntüsüyle o devrin ideal kadın anlayışına yaklaşan bir havası vardı. Born, Margot’yla tam gitmeye hazırlanırlarken beni tek başıma o köşede gördüklerini ve çok mutsuz göründüğüm için gece sona ermeden gırtlağımı kesmemi önlemek niyetiyle beni neşelendirmeye karar verdiklerini söyledi.

Bu sözleri nasıl yorumlamam gerektiğini bilemedim. Bu adam bana hakaret mi ediyor, yoksa mahzun bir yabancı delikanlıya içtenlikle şefkat göstermeye mi çalışıyor, diye bocaladım. Sözlerinde bir ölçüde şakacı, sıcak bir ifade vardı ama o sözleri söylerken bakışları öylesine soğuk ve mesafeliydi ki, anlayamadığım nedenlerden dolayı beni sınadığı, hatta alay ettiği duygusuna kapıldım. Omzumu silktim, hafifçe gülümsedim ve, İster inan ister inanma ama hayatımda hiç bu kadar eğlenmemiştim, dedim. İşte o zaman ayağa kalktı, elimi sıktı, adını söyledi. Bertran de Born’la ilgili soruma cevap verdikten sonra da beni Margot’yla tanıştırdı; Margot bana sessizce gülümseyip tekrar boş gözlerle boşluğa bakma işine döndü. Born, Yaşına ve tanınmamış şairler hakkındaki bilgine bakılırsa öğrenci olmalısın. Hiç kuşkusuz edebiyat fakültesindesin. New York Üniversitesi mi, Columbia mı? Columbia. Columbia, diye içini çekti. Ne korkunç bir yerdir. Orayı iyi bilir misin? Eylülden beri Uluslararası İlişkiler Fakültesi’nde ders veriyorum. Bir yıllık sözleşmeyle konuk profesör olarak oradayım. Neyse ki nisan geldi, iki ay içinde Paris’e döneceğim. Demek Fransız’sın.

Durumum, eğilimlerim ve pasaportum Fransız. Ama doğum yerim İsviçre. Fransız İsviçresi mi, Alman İsviçresi mi? Telaffuzunda her iki şiveyi de algılıyorum. Born hafifçe cık-cık-cık dedikten sonra gözlerimin içine baktı. Hassas bir kulağın var, dedi. Doğrusunu istersen, bende her ikisi de var – Almanca konuşan anneyle Fransızca konuşan babanın meleziyim. İki dil arasında gide gele büyüdüm. Söze nasıl devam edeceğimi kestiremeden bir an durduktan sonra zararsız bir soru sordum: Peki bizim tatsız üniversitede ne dersi veriyorsun? Hezimet. Bu oldukça kapsamlı bir konu, öyle değil mi? Özelde Fransız sömürgeciliğinin uğradığı hezimetler. Cezayir’in kaybedilişi üzerine bir ders veriyorum. Bir de Hindiçini’nin kaybedilişi üzerine. Sizden bize miras kalan o şirin savaş. Savaşın önemini sakın küçümseme. Savaş, insan ruhunun en yalın, en canlı ifadesidir. Bizim kafası kopan şair gibi konuşmaya başladın.

Ya? Galiba onu hiç okumadın. Tek sözcüğünü bile okumadım. Onu yalnızca Dante’nin dizelerinden tanıyorum. De Born iyi şairdi, hatta belki de mükemmel bir şairdi – ama son derece huzur kaçıran, rahatsız eden bir yazardı. Birtakım güzel aşk şiirleriyle, Prens Henry’nin ölümünden sonra çok dokunaklı bir de ağıt yazdı; ama asıl işlediği konu, gerçekten tutkunu olduğu tek şey savaştı. Savaş deyince coşuyor, kendinden geçiyordu. Born, ironik bir gülümsemeyle, Anlıyorum, dedi. Tam benim kafama göre biri. Ben, insanların birbirlerinin kafataslarını yarmalarını, şatoların yanıp yıkılışını, böğürlerine mızrak saplanmış ölüleri seyretmekten duyulan hazdan söz ediyorum. Çok tüyler ürpertici, çok kanlı şeyler ama Born hiç umursamadan, hiç çekinmeden yazıyor. Savaş alanını düşünmek bile onu mutlu etmeye yetiyor. Galiba senin askerlik yapmaya niyetin yok. Hayır. Vietnam’da savaşacağıma hapse girmeyi yeğlerim. Hapisten de askerlikten de sıyırırsan ne yapmayı planlıyorsun? Hiçbir planım yok.

Yapmakta olduğum şeye devam etmek istiyorum ve başarılı olmayı umuyorum. Neymiş o? Yazarlık. Yazı sanatı. Ben de öyle tahmin etmiştim. Margot seni karşıdan görünce, Şu mahzun bakışlı, asık suratlı delikanlıya bak, bahse girerim ki şairdir, dedi. Gerçekten öyle mi, şair misin? Evet, şiir yazıyorum. Ayrıca Spectator dergisine kitap eleştirileri de yazıyorum. Öğrencilik özentileri. Herkes bir yerden başlamak zorundadır. İlginç… Çok da ilginç değil. Tanıdıklarımın yarısı yazar olmak istiyor. Neden istiyor diyorsun? Zaten yazıyorsan, bu gelecekte olacak bir iş değil. Şu anda da var demektir. Yeterince iyi olup olmadığımı anlamak için daha çok erken. Eleştirilerine para ödüyorlar mı? Tabii ki hayır.

Üniversite gazetesine yazıyorum. Yazdıklarına para vermeye başladıkları zaman, yeterince iyi olduğunu anlarsın. Cevap vermeme fırsat kalmadan Born birden Margot’ya dönüp, Haklıymışsın meleğim. Senin delikanlı şairmiş, dedi. Margot değer biçen tarafsız bir gözlemci bakışıyla gözlerini bana doğru kaldırdı; kavalyesininkinden çok daha belirgin bir yabancı şivesiyle –katışıksız bir Fransız aksanıyla– ilk kez konuştu. Ben hep haklıyımdır, dedi. Şimdiye kadar bunu öğrenmiş olman gerekirdi Rudolf. Born hâlâ Margot’ya hitaben, Şairmiş, diye sözünü sürdürdü, ve tepedeki korkunç kalede öğrenciymiş, demek ki komşu sayılırız. Ama adı yok. En azından benim bildiğim bir adı yok. Tokalaştığımız zaman kendimi tanıtmamış olduğumu fark edip, Adım Walker, dedim. Adam Walker. Born, Margot’dan bana doğru dönüp yine gizemli bir gülümsemeyle, Adam Walker, diye yineledi. Güzel, oturaklı, gerçek bir Amerikalı adı. Çok güçlü, çok sıradan, çok güvenilir.

Adam Walker. Sinemaskop bir kovboy filmindeki, iğdiş edilmiş doru atının üzerinde çiftesi ve altıpatlarıyla çölü arşınlayan ödül avcısı, yalnız kovboy. Ya da gündüz kuşağındaki bir pembe dizinin kahramanı, trajik bir biçimde aynı anda iki kadına âşık olan iyi kalpli, dürüst operatör. Gerçek bir Amerikalı adı gibi görünüyor ama Amerika’da hiçbir şey gerçek değildir, diye cevap verdim. Büyükbabam bin dokuz yüz yılında Ellis Adası’na ayak bastığında ona bu adı vermişler. Anlaşılan, göçmen bürosundaki yetkililer, Walshinksky adını hecelemekle uğraşmaktansa, Walker deyip geçmişler. Born, Ne biçim memleket, dedi. Okuması yazması olmayan görevliler, bir kalem darbesiyle insanı kimliğinden koparıveriyorlar. Kimliğinden değil, dedim. Yalnızca adından koparıyorlar. Büyükbabam, Aşağı Doğu Yakası’nda tam otuz yıl koşer kasabı olarak çalıştı. Ondan sonra daha bir hayli konuştuk, hemen hemen bir saat kadar daldan dala atlayarak sohbet ettik. Vietnam ve giderek yayılan savaş karşıtlığı. New York’la Paris arasındaki farklar. Kennedy suikastı.

Küba’yla ticareti engelleyen Amerikan ambargosu. Kişisel olmayan sıradan konular ama Born’un her konuda, hem de çılgınca ve aykırı görüşleri vardı; üstelik hafifçe alaylı, biraz da küçümseyen bir tonda konuştuğu için ciddi olup olmadığını kestiremiyordum. Bir an savaş yanlısı bir sağcı gibi konuşuyordu, bir an sonra ise bombacı bir anarşiste yaraşır fikirler öne sürüyordu. Beni kışkırtmaya mı çalışıyor, yoksa bu, bir cumartesi gecesi eğlenmek için uyguladığı sıradan bir yöntem mi acaba? diye merak ettim. Bu arada gizemli Margot, sigarasını benimkinden yakmak için tünediği radyatörden kalktı, sonra da oturmadı; konuşmaya pek katılmadan ayakta duruyor, ne zaman ağzımı açsam meraklı bir çocuk gibi gözlerini kırpmadan beni inceliyordu. Biraz tedirgin olsam da, bana bakmasından hoşlandığımı itiraf ediyorum. Bakışında belli belirsiz bir erotizm seziyordum; ama o tarihte bana bir işaret vermeye mi çalıştığını, yoksa sırf bakmış olmak için mi baktığını ayırt edemeyecek kadar deneyimsizdim. İşin doğrusu, o ana kadar onlara benzer insanlarla hiç karşılaşmamıştım; bana öylesine yabancıydılar, davranışları öylesine alışılmadıktı ki, konuşma uzadıkça giderek gerçek değilmiş gibi –kafamda kurduğum bir öykünün hayalî karakterleriymiş gibi– görünmeye başladılar. İçki içip içmediğimizi anımsamıyorum; eğer o parti de New York’a ayak bastığımdan beri gittiğim öteki partiler gibiyse, şişeler dolusu ucuz kırmızı şarap ve bir yığın kâğıt bardak olmalıydı, demek ki biz de konuşmayı sürdürürken gittikçe daha çok sarhoş oluyorduk. Keşke neler konuştuğumuzu da iyi hatırlayabilsem ama 1967 çok gerilerde kaldı ve Born’la o ilk karşılaşmamızdaki sözcükleri, davranışları ve ağızdan kaçıveren görüşleri anımsamak için kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, aklımda hemen hemen hiçbir şey kalmamış. Yine de o belirsizliğin içinden çok net olarak gözümün önüne gelen birkaç sahne var. Örneğin, Born’un keten ceketinin cebinden yarısı içilmiş bir puro çıkarıp kibritle puroyu yeniden yakarken bunun –o zamanlar ve hâlâ Amerika’da satışı yasak olan– en iyi Küba purosu Montecristo olduğunu söylemesi; puroyu Washington’daki Fransız elçiliğinde görevli biriyle olan özel ilişkisi sayesinde alabildiğini anlatması. Sonra Castro hakkında bir-iki olumlu söz söyledi – daha birkaç dakika önce Vietnam’daki komünizm belasıyla kahramanca savaştıkları için Johnson’ı, McNamara’yı ve Westmoreland’i savunan da oydu. Bu derbeder siyasal bilimler hocasının yarısı içilmiş puroyu çıkarışı tuhafıma gitti, onu yıllarca balta girmemiş ormanlarda yaşadığı için çıldırmış bir Güney Amerikalı kahve plantasyonu sahibine benzettiğimi söyledim. Born bu sözlerime güldü ama dediklerimin pek de yanlış olmadığını çünkü çocukluğunun büyük bölümünü Guatemala’da geçirdiğini söyledi.

Kendinden biraz daha söz etmesini rica edince, bir başka sefer diye geçiştirdi. Sana bütün hikâyemi anlatacağım, dedi, ama daha sakin, sessiz bir yerde. Bugüne kadarki yaşamımın inanılmaz öyküsünü. Bak göreceksin, Mr. Walker. Günün birinde benim biyografimi yazacaksın. Seni temin ederim. Born’un purosu, gelecekte onun Boswell’i olarak üstleneceğim rol, aynı zamanda Margot’nun sağ eliyle yüzüme dokunup, Kendine iyi davran, deyişi. Bunlar, partinin sonuna doğru, orada çıkmak üzereyken ya da aşağı inmemizden sonra olmuş olmalı ama oradan nasıl ayrıldığımı, onlara nasıl veda ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Bütün bunlar, aradan geçen kırk yılda aklımdan silinip gitmiş. Onlar, gençliğimin New York’unda, artık var olmayan bir New York’ta bir bahar gecesi, gürültülü patırtılı bir partide karşılaştığım iki yabancıydı, hepsi bu. Yanılıyor olabilirim ama birbirimize telefon numaralarımızı vermek zahmetine bile girmediğimize neredeyse eminim. Onları bir daha hiç görmeyeceğimi sanıyordum. Born yedi aydır Columbia’da ders veriyordu, onca zaman onunla karşılaşmadığıma göre bundan sonra karşılaşmam da pek olacak şey değildi. Ne var ki, tahminlerle gerçekler her zaman örtüşmüyor ve bir şeyin olası görünmemesi, hiç olmayacak anlamına gelmiyor.

Partiden iki gün sonra öğleden sonraki son ders bitince, belki arkadaşlarımdan birini bulurum, diye West End Bar’a gittim. West End, kuytu arka kısmında bir düzineden fazla bölme ve masalar, ön salonun ortasında kocaman oval bir bar bulunan ve giriş kapısının yakınındaki alanda – öğrencilerin, ayyaşların, çevre sakinlerinin uğrak yeri olan, benim de sık sık gittiğim– kafeterya tarzı, tatsız tuzsuz yemek verilen bir yerdi. Güneşli, ılık bir ikindi vaktiydi, o yüzden o saatte barda çok az müşteri vardı. Tanıdık bir yüze rastlar mıyım, diye barda dolanırken, arkadaki bölmelerden birinde tek başına oturan Born’u gördüm. Bir Alman gazetesi (galiba Der Spiegel) okuyor, Küba purolarından birini tüttürüyor, masanın sol tarafında duran yarısı boşalmış bira bardağına elini sürmüyordu. Sırtında yine o beyaz takım vardı –belki de bu başka bir takımdı; çünkü ceketi cumartesi gecesi giydiğinden daha temiz ve daha kırışıksızdı– ama beyaz gömleğin yerine kırmızı –tuğla rengiyle al arasında– parlak, kıpkırmızı bir şey giymişti. Tuhaftır, ilk anda ona selam vermeden arkamı dönüp gitmeyi düşündüm. Bu duraksamamın üzerinde durulması gerektiğine inanıyorum; çünkü o tepkim Born’ dan uzak durmakla iyi edeceğimi, onunla yakınlaşmanın başıma bela açabileceğini daha o zaman anladığımı gösteriyor. Bunu nasıl anlamıştım? Onun yanında bir saatten biraz fazla kalmıştım ama o kısacık sürede bile onda bir terslik olduğunu, itici bir yanı bulunduğunu sezinlemiştim. Bu, onun öteki özelliklerini –çekiciliğini, zekâsını, mizah duygusunu– yadsımak değildi; ancak bütün bunların altında beni sarsan, onun güvenilir biri olmadığı izlenimini uyandıran karanlık ve sinik bir şey vardı. Onun siyasal görüşlerine karşı olmasaydım, acaba hakkındaki izlenimim farklı mı olurdu? Bunu kestirmek olanaksız. Babamla ben gündemdeki hemen hemen her siyasal konuda ters düştüğümüz halde, bu onun temelde iyi bir insan olduğunu – en azından kötü biri olmadığını düşünmemi engellemedi. Oysa Born iyi değildi. Zekiydi, ilginçti, alışılmışın dışında, ne yapacağı, ne söyleyeceği önceden kestirilemeyen biriydi ama savaşı insan ruhunun en yalın, en canlı ifadesi olarak görmek, insanı otomatik olarak iyilik âleminin dışına atar. Eğer o sözleri, askerlik karşıtı bir öğrenciyi kızdırıp ona karşı çıkmaya ve bu konudaki görüşünü açığa vurmaya kışkırtmak niyetiyle söylediyse, o zaman düpedüz sapık demektir.

Born, başını gazetesinden kaldırıp, Mr. Walker, diye eliyle yer göstererek beni masasına buyur etti. O sırada görmek isteyeceğim son kişiydi. Bir bahane uydurabilir, başka bir sözüm olduğunu, geciktiğimi söyleyebilirdim ama söylemedim. Bu da, Born’la ilişkilerimin karmaşık denkleminin öteki yarısıydı. Her ne kadar uyanık olmaya çalışsam da, içinden geçenleri okumanın olanaksız olduğu bu tuhaf adam beni cezbediyordu; üstelik bana rastladığına gerçekten sevinmiş görünmesi, gururumun ateşini körüklüyor, hepimizin içinde kaynayıp yanan özsaygı ve hırsın o görünmez kazanını tutuşturuyordu. Hakkındaki çekincelerim, güvenilmez karakteriyle ilgili kuşkularım ne olursa olsun, onun beni beğenmesini, tornadan çıkma sıradan bir Amerikalı öğrenciden daha fazlası olduğumu düşünmesini, bende var olduğunu umduğum ama uyanık olduğum her on dakikanın dokuzunda varlığından kuşkulandığım gelecek vaat eden yeteneğimi görmesini arzulamaktan da kendimi alamıyordum. Bölmeye girip oturunca, Born karşıdan bana baktı, purosundan kocaman bir duman salıverdi ve gülümsedi. Geçen gece Margot’yu çok etkilemişsin, dedi. Ben de ondan etkilendim, diye cevap verdim. Onun pek fazla konuşmadığını fark etmiş olmalısın. İngilizcesi çok iyi değil. İnsanın zorlandığı bir dilde kendini ifade etmesi zordur. Fransızcası kusursuzdur ama Fransızca’yla da çok şey söylemez. Olsun, sözcükler her şey demek değildir.

Yazar olmayı hayal eden birinin ağzından bu yorumu duymak çok tuhaf. Ben Margot’dan söz ediyorum. Evet, Margot. Tastamam öyle. Bu da beni sözünü etmek istediğim konuya getiriyor. Çoğunlukla hiç konuşmaya yatkın bir kadın olmadığı halde, cumartesi gecesi partiden eve dönerken yol boyunca susmak bilmedi. Konuşmanın nereye varacağını pek kestiremeden, İlginç, dedim. Peki dilini çözen neydi? Sendin evlat. Senden çok hoşlandı ama aynı zamanda çok kaygılandığını da bilmelisin. Kaygılanmak mı? Ne diye kaygılanacakmış? Beni doğru dürüst tanımıyor bile. Belki tanımıyor, yine geleceğinin tehlikede olduğunu kafasına takmış. Herkesin geleceği tehlikede. Senin de iyi bildiğin gibi, özellikle on sekiz-yirmi yaşındaki Amerikalı erkeklerin geleceği tehlikede. Ama başaramayıp da okulu bırakmak zorunda kalmadığım sürece, mezun oluncaya kadar beni askere alamazlar. Bahse girmek istemem ama o zamana kadar da savaş bitmiş olabilir.

Sakın bahse gireyim deme Mr. Walker. Bu küçük kapışma yıllarca süreceğe benzer. Bir Chesterfield yakıp başımı sallayarak onayladım. Bu seferlik seninle aynı fikirdeyim, dedim. Her neyse; Margot Vietnam’dan söz etmiyordu. Evet, hapsi boylayabilirsin – ya da ikiüç yıl sonra bir tabut içinde ülkene dönebilirsin – ama Margot savaşı düşünerek konuşmuyordu. O, senin bu dünyanın tahammül edemeyeceği kadar iyi biri olduğuna, bu yüzden de sonunda dünyanın seni ezip geçeceğine inanıyor. Bunu nereden çıkardığını anlamıyorum. Yardıma ihtiyacın olduğunu düşünüyor. Margot, Batı dünyasının en zeki beynine sahip olmayabilir ama şair olduğunu söyleyen bir çocuğa rastlıyor ve aklına ilk gelen sözcük açlıktan ölmek oluyor. Çok saçma. Margot ne söylediğini bilmiyor. Seninle aynı görüşte olmadığım için bağışla beni ama partideyken gelecekle ilgili planlarını sorduğum zaman, planın olmadığını söyledin. Tabii, şiir yazma hevesinin dışında.

Şairler kaç para kazanır Mr. Walker? Genellikle bir şey kazanmazlar. Eğer şansın varsa kırk yılda bir biri önüne birkaç metelik atıverir. Bu da bana açlıktan ölmek gibi görünüyor. Ekmeğimi yazarlıktan çıkarmayı planlıyorum demedim hiç. İş bulmak zorundayım. Nasıl bir iş? Bunu kestirmek zor. Bir yayınevinde, bir dergide çalışabilirim. Kitap çevirebilirim. Denemeler, eleştiriler yazabilirim. Bu işlerden birini ya da birkaçını birden yapabilirim. Kesin bir şey söylemek için daha çok erken; hayata atılıncaya kadar da buna kafa yormanın anlamı yok, öyle değil mi? Hoşuna gitse de gitmese de, çoktan hayata atılmışsın; kendini geçindirme yolunu ne kadar çabuk bulursan, o kadar iyi edersin. Böyle birdenbire benimle ilgilenmek de nereden çıktı? Daha yeni tanıştık, başıma neler gelebileceği seni neden ilgilendirsin? Çünkü Margot sana yardım etmemi istedi; çok ender olarak benden bir şey istediği için de onun isteğini yerine getirmek boynumun borcu. Ona teşekkür ettiğimi söyle ama benim için zahmete girmene gerek yok. Ben idare ederim.

Born, bitmek üzere olan purosunu tablanın kenarına koyup suratını neredeyse suratıma yapıştıracak kadar öne uzanarak, Dediğin dedik, öyle değil mi? dedi. Sana iş teklif edecek olsam reddedeceğini mi söylemek istiyorsun? İşin ne olduğuna bağlı. Bakacağız. Aklımda birkaç şey var ama daha karar vermedim. Belki sen yardımcı olursun. Ne demek istediğini anlayamıyorum. Babam on ay önce öldü, bana da yüklüce bir miras kaldı. Bir şato ya da havayolu şirketi alacak kadar değil ama dünyada minik bir değişiklik yapmaya yetecek kadar var. Sana biyografimi yazma işini verebilirim ama bunun için çok erken. Daha otuz altı yaşındayım, bence ellisine gelmeden bir insanın yaşamı hakkında bir şey söylemek doğru olmaz. Öyleyse, başka ne yapabilirim? Bir yayınevi kurmayı düşündüm ama o işin gerektireceği uzun vadeli planları göze alamam. Oysa dergi çıkarmak bana daha keyifli gibi görünüyor. Aylık ya da üç aylık bir dergi, yeni şeyler söyleyen, atak, insanları kışkırtan, her sayısı tartışma yaratan bir dergi. Buna ne dersin Mr. Walker? Bir dergide çalışmak seni ilgilendirir mi? Tabii ilgilendirir.

Tek bir soru: Neden ben? Birkaç ay içinde Fransa’ya döneceksin, o yüzden Fransızca bir dergiden söz ettiğini düşünüyorum. Fransızcam fena sayılmaz ama senin işine yarayacak kadar da iyi değil. Üstelik burada, New York’ta üniversiteye gidiyorum. Öyle ha deyince toplanıp taşınamam. Taşınmaktan söz eden kim? Fransızca dergiden söz eden kim? Burada işi yürütecek sağlam bir Amerikalı kadro olursa, ben arada bir uğrayıp kontrol ederim ama işin dışında olurum. Dergi yönetmek gibi bir merakım yok. Benim kendi işim, kendi kariyerim var, dergiye ayıracak zamanım olmaz. Tek sorumluluğum bu işe para yatırmak olacak – sonra da kâra geçmeyi ummak. Sen siyasal bilimcisin, ben edebiyat öğrencisiyim. Siyasal bir dergi çıkarmayı planlıyorsan, beni unut. Seninle ben sınır çizgisinin karşıt taraflarındayız, senin için çalışacak olsam iş batar. Yok eğer edebiyat dergisinden söz ediyorsan, o zaman evet, çok isterim. Uluslararası ilişkiler dersi veriyor, hükümet politikaları ve ekonomi konularında yazı yazıyor olmam, sanatla alışverişim olmadığı anlamına gelmez. Ben de senin kadar anlarım sanattan Mr. Walker, aklımdaki bir edebiyat dergisi olmasaydı, sana dergide çalışmayı teklif etmezdim.

Bunun altından kalkabileceğimi nereden biliyorsun? Bilmiyorum. Sadece seziyorum. Bu çok anlamsız. Bana iş teklif ediyorsun ama yazdıklarımın tek kelimesini bile okumadın. Hiç de değil. Daha bu sabah Columbia Review’un son sayısındaki dört şiirinle öğrenci gazetesindeki altı denemeni okudum. Melville hakkındaki yazını çok beğendim, mezarlık şiirin de beni duygulandırdı, Bu da yok olup gidinceye kadar / Daha kaç gökyüzü olacak üzerimde? Etkileyici. Etkileyici bulduğuna sevindim. Daha da etkileyici olan, bu kadar çabuk harekete geçmiş olman. Ben böyleyimdir. Hayat, oyalanmakla vakit kaybedilemeyecek kadar kısa. Üçüncü sınıftaki hocam da bize aynı şeyi söylerdi – hem de kelimesi kelimesine aynı. Bu sizin Amerika harika bir yer. Mükemmel bir öğrenim yapmışsın Mr. Walker.

Born sözlerinin saçmalığına güldü, birasından bir yudum içti, sonra hareket düğmesine bastığı fikir üzerinde düşünmek için arkasına yaslandı. Sonunda, Senden bir plan yapmanı, bir proje tasarlamanı istiyorum, diye söze başladı. Dergide yer alacak yapıtları, her sayının kaç sayfa olacağını, kapak desenini, sayfa tasarımlarını, yayın aralığını, dergiye koymak istediğin adı ve buna benzer şeyleri belirt. Proje tamamlanınca ofisime bırak. İncelerim, fikirlerini beğenirsem, işe girişiriz. Her ne kadar genç olsam da, Born’un beni aptal yerine koymuş olabileceğini fark edecek kadar tanıyordum dünyayı. Bir bara girip sadece bir kez gördüğünüz biriyle karşılaşmak ve o bardan çıkarken bir dergi yayımlama fırsatını yakalamış olmak insanın ömründe kaç kez başına gelebilir – özellikle de söz konusu o insan, kendini henüz hiçbir alanda kanıtlamamış yirmi yaşında biriyse? Bu, inanılmayacak kadar saçma. Herhalde Born, sonunda hayallerimi yerle bir etmek için baştan umut vermişti, hazırladığım projeyi çöpe atıp bu işle ilgilenmediğini söylemesini bekliyordum. Olacak şey değil ya, yine de Born’un doğru söylediği ve gerçekten sözünü tutacağı olasılığını hesaba katarak bir kez denemem gerektiğini hissediyordum. Hem ne kaybederdim ki? Olsa olsa düşünüp yazmakla kaybedeceğim bir gündü. Sonunda Born önerilerimi reddederse, o da kendi bileceği işti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir