Peter Nadas – Olumle Bas Basa

Zor açılıp kapanan koskoca demir bahçe kapısının her hareketinde, yılların pasıyla ek yerleri eriyip gevşemiş süs güllerinin, cicili bicili akantus yapraklarının, sarkan süslemelerin birbirine çarpmasından çıkan ses curcunası uzun uzun sakin bahçede yankılanır, tek katlı villanın kabartma alçı süslemeli duvarlarına çarpar geri dönerdi. Villa, gösterişli görünümünün gururuyla sere serpe bahçeye uzanmıştı ama mimarı, eseriyle böbürlenmeyi kendine ve villada oturanlara saklayacak, dışarıya sergilemeyecek kadar basiretli olduğundan sokağa bakan cephe, inanılmaz bir ustalıkla kalın gövdeli çam ağaçlarının, süs bitkilerinin, kayalıklı bahçelerin arasına gizlenmişti. Hafifçe öne çıkan teras ve parmaklıklar arasına sıkıştırılmış kış1. (İng.) Hiçbir ilke doğuştan var olmaz. 11 !ık bahçe, şehrin sisler içinde yüzen siluetine bakıyordu. Villanın, boyutları yabancısı olduğumuz bir yaşam biçimini yansıtan altı odasını, şehirdeki dairemizden sonra yadırgamış, mermer zeminli giriş holüne ve neredeyse salon denecek kadar büyük, mavi fayanslı banyosuna şaşmıştık. Mobilyalarımız kocaman duvarlar arasında kayboluverdi, altı oda bir türlü ısıtılamıyordu, şaşkınlıkla karışık sevincimizden zaman geçtikçe geriye kala kala öfke kaldı. Sonunda annemler villanın iki odasını, başka bir ailenin oturabilmesi için belediyeye geri verdiler. Yanımıza genç bir çift taşındı. Aylar geçtiği halde karşılaşmadık bile, bahçe o kadar büyüktü. Gün boyu boş boş dolaşırdım. Bazen gizlice sigara içer, arada bir de şezlongu dışarıya çıkarıp kitap okurdum. Şimdi o günleri düşünürken dayanılmaz bir iç sıkıntısı geliyor aklıma. Sıkıntıdan patlar, dolanıp dururdum; günlerime kendime göre bir düzen koymuştum.


Okuldan dönünce yemeğimi yer, sonra bahçeye çıkıp peşimde kısa tüylü fox terrier köpeğim, elimdeki değneği, bacağıma vura vura, çiçek tarhları arasında kasılarak dolaşırdım. Bahçeyi birkaç kere turladlktan sonra, gezintimi bitirip kıyafetimi değiştirir, üstüme eski bir eşofman geçirip tekrar dışarıya fırlardım. Köpeğim Meta, arka ayaklarını altına alıp kapı önünde oturmuş, kuyruğunu sevinçle yere çarparak “boğa güreşi”ni beklerdi. Elimdeki kırmızı bezi sallayarak koşmaya başlardım. Meta arkamdan atlar, yakalar, çckiştirirdi; bezi başının üstünde sallayıp çevirince çılgına döner, hırlar, havlardı, yakalayınca bu sefer ben çekerdim, dişlerini geçirir bırakmazdı, zorla çekip ahr, çimlerin üzerinde koşmaya başlardım, köpek de peşimden, sonunda beni yakalar yere yıkardı, çimlerin üzerinde yuvarlanırdık, dişlerini bileğime geçirip havlar, bezi yakalayıp kaçardı. Her 12 gün, gülmekten ve koşmaktan böğrüme sancı girene kadar böyle sürüp giderdi bu oyun. Meta bazen oyunun kurallarını unutur, işi ciddiye alır, hırlar, dişlerini gösterir, ağzını korkunç pembe dişetlerini, lekeli damağını göreceğim kadar açar, kötü sesler çıkararak korkuturdu beni. Korku beni daha da coştururdu. Ben de hınzırlığımdan vazgeçmczdim. Bir keresinde fena saldırmıştı bana. Bez dişlerine takıldı, ben bezi tutup yukarıya doğru çekince acısından uludu. Bedenini iyice gerip kurtardı kendini. Ağzında bir parça kırmızı bez kaldı. Birden dişlerini bacağıma geçirdi. Dakikalarca kendime gelemedim.

Acıdan değil korkudan, bacağımdaki sadece ufak bir sıynktı. Yanı başımda çimlere bırakılmış bir çapa duruyordu. Yavaşça ve yaptığımı gayet iyi bilerek çapayı elime aldım. Meta yalvaran gözlerle yere yapıştı. Başladım vurmaya. Gövdesinden kan fışkırdı. İlk darbeleri yerken inliyordu, sonra gözlerini kapadı, derisinin, etinin çapanın keskin ağzıyla yarılmasına sessizce dayandı. Birden tiksindim. Eğer tiksinmeseydim bilmem içimdeki intikam hissi ve kuvvetim beni nereye kadar götürürdü. Bıraktım. Günlerce görünmedi. Cumartesi öğleden sonra babam saman yığınının altında bulmuş. Çekip çıkarmış, eve getirdi. Gözleri korkudan parLyor, gövdesi cayır cayır yanıyordu, yaralarına samanlar yapışmış, kanı tüylerinde kurumuştu. Güçlükle nefes alıyor, dilini sarkıtmış suratını yalıyordu.

Annem köpeği yıkadı, yaralarını sardı, su verdi, sonra babamla aralarında konuştular, “Kimdi acaba köpeği bu kadar hırpalayan? Mutlaka bir yerden piliç çalmıştır … ” Hiç sesimi çıkarmadım. Ertesi sabah banyoya giderken az kalsın Meta’nın 13 kaskatı kesilmiş bedenine çarpıyordum. Kapıya kadar sürükle nişti kendini, belki de dışanda, açık havada ölmek istemişti. Trajik bir surat takınarak annemlerin odasına gittim. Daha kalkmamışlardı. Günlerden pazardı. “Ölmüş,” dedim ve o an ağlamaya başladım. Annemin yanına sokuldum; ama başımı, okşamalanndan kurtardım. Teselliye ihtiyacım yoktu. 2 Günlerce kendime bir yer bulamadım. Sonra tavan arasına çıkıp yeni hazineler keşfettim. Sandıklar dolusu eski mektuplar, fotoğraflar, gazeteler -villanın eski sahibi toprak beyinin kalıtıydı-. Toz içinde kalmış yazuan karıştırdım, ince, güzel harflerle yazılmış uzun mektupları keyifle okudum. Akşam ziyafetlerini, hizmetçileri, aşkları, modaları, atları, deniz kıyılarını anlatan satırları yutarak tavan arasının tozlu kirişleri arasında saatlerce oturdum. Şık giyimli zarif beylerin ve hanımların dev gemilerin güvertelerinde, Mısır’ da piramitlerin altında, deve sırtlarında, Roma’da sütunların arasında, Venedik’te gondollarda çekilmiş fotoğraflarına baktım.

Tavan arasının daracık pencerelerinden altın renkli bir toz bulutu demet gibi uzanırdı. Bazen aşağıdaki dünyadan çığlığa benzer bir ses ve şehrin süreğen, monoton gürültüsü bana kadar gelse de bunlara o kadar alışıktım ki farkına bile varmazdım. Kimi mektuplar beni hayal alemine sürüklerdi. Bir at üstünde düşünürdüm kendimi, yetişkin biri olarak değil, çocuk olarak, dimdik, elimde kamçı. Ya da büyük bir mermer salonda, Mozart gibi piyanonun önünde oturmuşum, kanatlı kapılarda kırmızı kadife perdeler, siyahbeyaz kıyafetli hizmetçi kız gelen tebrik mektuplannı bir tepsi içinde getiriyor. 14 Bir gün yine tavan arasında tarifsiz bir tembellik içinde başımı kirişe dayamış hayal kuruyordum ki altın yaldızlı tozlar arasından bir kadın sesi çınladı. Ses bahçenin sonundan, tenis kortu tarafından geliyordu: “Evaaa! Çık artık sudan! . ” Pencereye yanaştım; ama ağaçların yapraklarından komşu bahçe görülmüyordu. Eva da artık sudan çıkmış olmalıydı ki ses kesilmişti. İsmi meraklandırdı beni. Hazinelerimi sandığa doldurup aşağıya, eve koştum. Öğleden sonralarının bu erken saatlerinde bizim evde derin bir sessizlik hüküm sürerdi. Anneannem, dedem en dipteki odalarında istirahata çekilmiş olurlardı. Dedem, Nepszava gazetesine aboneydi, ta çıraklık döneminden beri bu gazeteyi alırmış. Fakat işi, gözlerini fena halde bozduğundan artık büyük harfleri bile seçemiyordu.

On yıldır her gün gazeteyi ona anneannem okuyordu. Pencerenin önüne oturur, metal çerçeveli gözlüğünü gözüne takar, sözcükler ağzından süratle ve tekdüze bir sesle dökülmeye başlardı. Anneannemin o monoton sesini dinleyebilmek için dedemin herhalde sonsuz bir sabra ya da tevekküle ihtiyacı olmalıydı. Dedem, anneannemin ağzından dökülen bu sütbeyaz, bulanık yığından esas olanı her zaman çıkarabilirken anneannem hava durumundan başka hiçbir şeyi aklında tutamazdı. Onu da bacaklarının ve belinin hava değişimini Meteoroloji Enstitüsü’nden daha doğru olarak bildirdiğini iddia ettiği için. Öğleden sonraları her şey benimdi. Zaman ve mekan! Çekmeceleri canımın istediği gibi karıştırır, benden sakladık.lan kitapları okurdum. Eva adını duyup da tavan arasından inince doğru babamın gardırobuna gittim, bir kravat baktım kendime. Bir buluşmaya kravatsız gitmeyi hayal bile edemiyordum. 15 Tenis kortuna doğru koşmaya başladım. Korta yaklaştıkça adımlarımı yavaşlattım. Eva’yı hayal ettim. Üstünde pembe tülden bir elbise, elinde beyaz şemsiye, başında hasır şapka, havuzun kenarında mağrur bir edayla geziniyor, aynen kızlar için yazılan romanlardaki resimlerde olduğu gibi. Bu bekleyiş kalbimin atışlarını hızlandırdı.

Bahçeyi çevreleyen çite gürültü etmeden yaklaştım, leylak ağaçlarının dalları arasından komşu tarafa baktım ama kimseyi göremedim. Büyük bahçenin tam ortasında, kayalarla bezenmiş yerde, cephesini güneşe vermiş baştan aşağı cam bir villa görünüyordu. Daha aşağıda doğal taşlardan yapılmış bir havuz, hemen yanında da içinde nilüferlerin yüzdüğü daha küçük bir havuz vardı. Uzun süre çalıların arasına saklanarak oturdum. Hiçbir kıpırtı olmadı. Bu durum beni daha da büyüledi. Bu sefer Eva’yı panjurlu pencereleri olan bir odada oturmuş piyano çalarken hayal ettim. Piyano sesi duyulmuyordu ama bu, hayal gücümü bozmadı. Uzun zaman oturdum, nihayet evin arkasından tok bir kız sesi yükseldi. “Geh, geh, bili, bili … ” sesin arkasından, avucunda mısır taneleriyle kız göründü, ardından da badi badi koşuşan aç kazlar. Giderek yaklaşıyordu çit parmaklığa. Arada bir aralarına bir-iki mısır tanesi atarak hayvan lan kışkırtıyordu, kazlar tıslıyor, sonra gene kızın arkasından gitmeye devam ediyorlardı. Kızın -Eva olabileceğini düşünmemiştim bile- üstüne küçük gelen etekliği incecik bacaklarını örtemiyordu, yalınayaktı. Gizlendiğim yerin çok yakınında durup nihayet avucunda tuttuğu mısırları kaılara serpti. O zamana kadar korkum da geçtiğinden seslendim: “Hey!” Arkaya döndü, onu şaşırtacağımı sanmıştım; ama in16 cccik yüzünde gördüğüm, şaşkınlıktan çok düşmanlıktı.

“Ne istiyorsun?” dedi. “Hiiç!” “O halde neden bakıyorsun?” “Yasak mı?” “Aptal!” dedi ve kazlara döndü. Biraz bozuldum, fakat yerimden kıpırdamadım. Hayvanlara bakıyormuş gibi yapıyor, yan gözle beni izliyordu, birden bağırdı: “Hala burada mısın?” Biraz çekinerek, “Buradayım!” dedim. Eve doğru yürümeye başlamıştı, başını bile çevirmeden, “O halde ben gidiyorum!” dedi. Elimde olmadan, yalvarırcasına ağzımdan döküldü: “Gitme!” Durdu, bana döndü. “Peki!” dedi. Birden cesaret buldum: ”Yaklaşsana!” “Neden?” “Konuşalım.” Yanıt vermedi, bana doğru yürümeye başladı. Hala çitin dibinde duruyordum. “Otursana!” Oturdu. Eteğini bacakları arasına sıkıştırdı ve bana baktı. Bu hareketi beni yine ürküttü. Bir gözlerine, bir sıkıca kavuşturduğu bacaklarına bakıp duruyordum. Koyu kahverengi, yumuşak gözleri vardı.

“Arkadaş olalım … ” “Aptal,” dedi yine, “ben kızım, seninle arkadaş olamam.” Yanıtı beni şaşırttı. Hiçbir şey söyleyemedim. Hem hakkı varmış gibi geldi hem tartışmak istedim. Sürekli bana bakıyordu. İkimiz de susuyorduk. Sonra ayağa kalktı, eteğini silkeledi, yumuşak ve samimi bir sesle, sanki 17 uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi, “Görüşürüz!” dedi. İsterdim “gitme, kal” demeyi ama o kadar kendinden cmın adımlarla uzaklaştı kı cesaret edemedim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir