Peyami Safa – Bir Akşamdı

1 TJ ATIRLIYOR… Bir akşamdı… Oda loş… Kafes delik-Xileri mavi… Gündüzün son ışıklariyle beraber, sanki, odadan eşya da çekiliyordu: Levhalar, duvarların kararan zeminine batıyorlar, minderler sönüyor, iskemleler dağılıyor, ve hepsi, buğulanarak şekilsiz bir uçuşla kayboluyorlar. Minderin köşesinde oturan babası, bir öksürükten sonra ileri fırlayan başını hâlâ doğrultamamış, iki büklüm, yüzü gittikçe kararıyor ve siyah ceketinin rengini alıyordu. Her şeyi koyu kurşun renkli bir buğu kaplamıştı. Akşam. Ve ses yok. Bir öksürük, babasının öksürüğü. Sonra, dışarıdaki sofada bir ayak sesi. Annesi oda kapısına doğru bir kaç adım atmıştı. Bir gıcırtı. Kanat açıldı. Eşikte uzun bir gölge. Yabancı. Kimdi o? Ağır bir ses: – Benim, Kâmil. Annesinin ince sesi: – Buyurun Kâmil Bey. Ve ses yok.


Gölgenin odaya doğru sallanışı. Birkaç ayak sesi daha. Bir öksürük. Telâyla ayağa kalkan babasının kısık sesi: – Buyurun Kâmil Bey. Gene babasının telâşlı kısık sesi: 8/BİR AKŞAMDI – Meliha lâmba. Lâmba. Fitil ucunda sarı alevin yutkunarak şişmesi, ve ses yok. Bir öksürük, babasının öksürüğü, ve ses yok. Annesinin ince sesi: – Buyurun Kâmil Bey. Babasının kısık sesi: – Şöyle buyurun Kâmil Bey. Babasının öksürüğü. Ve ilk bakışmalar. Herkes ona bakıyor: Baba, ana, kız. Meliha, lâmbayı yakarken fitile dikkat eden gözlerinin ilk kamaşması geçtikten sonra bir daha bakmıştı. Bir-şey anlamadı.

Hayır! Uzamış bir sakalın gizlediği yüzden bir şey anlamak güçtü. Bu bir maske, sakal. Sesi de maskeliydi: – Trenden şimdi indik! Bu ses, Kâmil’in asıl sesinin kabuğudur; bu Kâmil, o Kâmil’e benzemiyor; ailede resimlerine bakılan genç değil bu, hayır. Bu, saçı sakalı uzamış bir harp zabiti. Zabit, şüphesiz çünkü omuzları parlıyor; harpten geliyor, şüphesiz, çünkü öyle söylüyor: – Harpten geliyorum! Harpten geliyor. Bunu söylerken başı dikildi. Mağrur. Hakkı var, harpten geliyor. Harp. Dehşet. Kâmil zaten kibirlidir derlerdi, artık büsbütün azamet: Harpten geliyor. Ve anlatmaya başladı, fakat o öksürük kesilmeli, ki o, devam etsin. Etti: – İzmit’e inmeğe mecburdum, sizi hatırladım, uğramak istedim size bir kere… Senelerce görüşmedik… Meliha’mn annesinin ince sesi: – İyi ettiniz! Ve babasının öksürüğü, ve ses yok. Kâmil’in ayaklan halıya sürtündü. Ayaklarının sesinden sonra kendi sesi: BİR AKŞAMDI / 9 – Mezuniyet aldım.

İstanbul’a gidiyorum. Karargâh… Artık söylüyor: Karargâh… Fırka… Erkânıharbiye… Menzil. Kumandan… Cephe… Tel örgü… Efrat… Zabi-tan… İstihkâm… Taarrruz… İaşe… Meliha, bu kelimelerin arasını doldurmak için anlatılan vakaları hatırlamıyor, yalnız, beyninde karmakarışık hayaller kalmış: Dağ, tepe, çadırlar, top arabaları, bomba, atlar, yaralılar, patlayışlar, duman, gece havayı çizen beyaz ince ışıklar, falan, harp. Kâmil’e bakıyor. O anlatırken mağrur. Hakkı var, harpten geliyor, harpten, harp. Ve bütün gece bunun hikâyesi. Harp. Dehşet! Harp meydanı… Neler de neler… Meliha, gece, yatakta bunları düşündü. Harp meydanı. Orada, yüz elli kişinin bir anda berhava olması. Orada, ufka bakan bir çift güzel gözün bir anda kararması, delinmesi, kan püskürmesi. Orada, dimdik dururken yere çöküşler. Orada, haykırışların en samimîleri. Orada, bir anayı hıçkırtacak bir gülle.

Orada, dibi kurumuş bir matra ağzına yapışan çatlak dudakların karı ve sevgili dudaklarını özleyişi. Orada, ölüm, her saniye kulak dibinde vızıldar. Aman efendim diyor Kâmil, aman, ben anlatamam. Başını sallıyor, sallıyor, kaç kere tekrarlıyor: Harp… Harp bu… Harp. Harp. – Dehşet! Fakat güneş doğar. Genç kızlar yataklarından kalkarlar. Pencereden görünen körfez erimiş ve sulanmış bir gümüş çanağıdır. Sabah güneşinin ışıkları araya kendini sevinçle ve tahalükle atar. Bir paralayıştır o ki, göz 10/BİR AKŞAMDI kamaştırır, ne derseniz deyiniz, fakat, ona bakan bütün genç kızları hayata çağırır. İzmit körfezi Meliha’yı hayata çağırdı. “Kalak! diyor, uyan kız, uyan, uyan kız, yaşa kız, kız, uyan kız, yaşa! yaşa!” Meliha, sabah penceresinden körfeze bakıyordu. Meliha yaşamak istiyordu. Kaç kere bunu istedi. Fakat böyle, İzmit’in kerpiçten bir evinde yaşamak değil, hayır, o başka türlü aşmak istiyordu.

Nasıl yaşamak. Bilmiyor, fakat yaşamak istiyor. Akşamlan da, bu pencereden körfeze bakar ve kendi kendine sorardı: Ne olacak? Ben nasıl yaşayacağım? Şüphesiz Meliha yaşayacak, ve, bir türlü, yaşayacaktı, insan ölünceye kadar yaşar, fakat nasıl? Nasıl? Bahçeye indi. Babası çiçekleri suluyor ve öksürüyordu. Bahar. Genç kızsınız, yataktan kalkarsınız, pencereden bakarsınız, körfezi ve güneşi görürsünüz, yaşamak isterseniz, bahçeye inersiniz; orada, baba, çiçekleri sular ve ök-sürür. Hepsi budur. Sonra?. Sonra?. Ne olacak? Sonra ne olacak? Hayatımız ne olacak? Meliha’nm annesi de bahçeye indi. En sonra Kâmil. Ne güzel adammış bu, Kâmil, ne güzel adam! Sabahleyin, erkencecik, traş olmuş. İşte şimdi bu uzun boy ve geniş omuzların üstündeki başın kıymeti anlaşılıyor. Hımm… İşte şimdi parlak ve geniş alında akıl, bir gecelik yatak uykusu keyfiyle süzülmüş elâ gözlerde baygın bir gurur, geriye çekik ve boyuna yapışık sert çenede erkeklik, yeni ütülü bir sivil elbise içinde duran vücutta bir inceliş, yumuşayış, bir tatlı ve gevşek duruş var; işte şimdi Kâmil, ailede, genç kızların resmine hayran baktıkları güzel adamdır ve ne güzel adam, ne güzel adam! Meliha Kâmil’e baktıktan sonra annesine döndü ve gördü ki, o da, annesi de, ona, Kâmil’e, ayni duygularla bakıyordu. Meliha, o anda, ilk arzuyu duydu.

BİR AKŞAMDI/İl Kahvaltı. Babasının daireye gidişi. Annesinin ev işlerine dalması. Meliha’nm KâmiPle ilk başbaşa saati. İlk başbaşa ve gözgöze konuşuş. – Meliha Hanım, İzmit sizi sıkmıyor mu? – Sıkıyor. – Kaç senedir? – Dört. – İstanbul? – Gözümde tütüyor. Dört sene, hiç görmedim. – Ne yapıyorsunuz? – Okuyorum. – Neler? – Roman. – Başka ne yapıyorsunuz? – Körfeze bakıyorum. – İkisi de iyi. – İkisinden de bıkıyorum. – Ne okuyorsunuz? Türkçe mi? – Evet.

Artık okuyacak şey bulamıyorum. Ne okuyayım? – Roma tarihi. Roma derken KâmiPin başı azametle kalktı ve tarih derken gözleri azametle süzüldü. Doğrusu o Roma tarihini çok okumuştu. Sezar, Senato, Forum meydanı, kütleleri ayaklandıran nutuklar, koca Mark Antuvan, vay, Brütüs, sen de mi? Sezar düştü, kıyam, hey, hey Roma tarihi! Fakat Meliha tarihin içinde böyle heyecanlar olduğunu ne bilsin? – Ben tarih sevmem! dedi. Kâmil’in gözlerinde azametle öfke buluştu. Mırıldandı: – Roma tarihi… 12/BİR AKŞAMDI Fakat genç kıza bir bakışında ısrarından vazgeçti, ona Roma tarihinin içinde genç kızlar da bulunduğunu söylemedi, gülümsedi, sonra, tavsiye etmek zevkinden mahrum kalmamak için: – “Salon Köşelerinde”yi okuyun! dedi. – Okudum. Meliha’nın annesi içeri girdi. Ev işlerinden yeni kurtulmuşa benziyordu; ne vakit odasına gitmiş, esvaplarını değiştirmiş, tuvaletini bitirmişti? Meliha, annesinin kime karşı güzelleşmek istediğini anlar anlamaz birçok şeyler düşündü. Çocukluğunu düşündü. Annesi o vakit daha genç, daha güzeldi. Annesi o vakit hoppa şarkılar söylerdi ve babası öksürürdü. Me-liha’ya annesinin şarkıları ve babasının öksürükleri, tatlı ve acı tarafiyle bütün hayatı hissettirirdi. Babasını öksür-ten annesinin şarkılarıdır.

Annesi her zaman mesuliyetsiz bir kelebek olmuştur: İstanbul’da ve burada hiç bir eğlenti kaçırmadı. Bu şarkıların her biri bir zevk hatırasıdır. Fakat o, baba, haysiyetine aşırı düşkün vazife adamı, karısının hafifliklerine dudak büktü, yutkundu, kendini yedi ve öksürdü. Meliha annesini pek iyi anlıyordu; onun Kâmil’e bakışlarının ve vaktiyle erkekleri çeken dudak ısırışlarının farkına varmadı değil, ve kızdı. Ana kız yan bakıştılar. Kâmil bunu sezdi mi? Belli etmedi: – İzmit’e yedi sene evvel bir daha gelmiştim, fakat iki saatten fazla kalmadım, nasıl yerdir bilmem. Meliha’nın annesi: – Hava güzel. Meliha: – Size İzmit’i gösterelim. Kâmil Meliha’ya baktı: – Roma tarihini okumalısınız! Bir tepeye çıktılar. Körfez görünüyor. Bütün İzmit bir leylâk demeti gibi, bembeyaz, gözlerinin önüne açıldı. BİR AKŞAMDI /13 Kâmil manzaraya hiç bakmadı. Meliha’nın annesiyle beraber, kızdan biraz geri kalmıştı. – Siz hiç değişmemişsiniz. – Acaba? – Muhakkak.

Meliha birdenbire başını çevirdi ve biraz uzakta, annesiyle Kâmil’in bakışmalarını gördü, yanlarına koştu. Üçü de kırmızıydılar. Onları mayısın öğle güneşi boyamıştı. Bu güneş bir genç kızın saçları arasına dolar, bir süngerin içtiği kaynar su zerreleri gibi başını kızıştırır, kanını alevler. Meliha’nın boğazı tıkanıyordu. Bir tuğyan. – Anne! – Ne var! -Anne! – Ne var Meliha? – Bir daha bu mavi baş örtüyü takma, sana hiç yakışmıyor. Fakat Meliha bunu söyler söylemez pişman olmuştu, Kâmil’in kaçan gözlerinde mutlak istihza vardı. “Burada ne var? Gidelim.” diye mırıldandı. Bu sefer Kâmil ve annesi, ikisi birden gülümsüyorlardı, Meliha: “Ben gidiyorum!” dedi, fırladı, koştu, uzaklaştı. Anne şarkı söyler ve baba öksürür. Zavallı baba. Bir kadına on sekiz sene tahammül eden adam. Artık ağzını bıçak açmaz oldu.

Su istemek için ağzını açarken bile azap çekiyor. Fakat onun bu inadını yalnız bir şey kırar: Öksürük; ince demir tırnağiyle göğsünü dürtükler, boğazını gıcıklar ve boğmak tehdidiyle, ona, ağzını açtırır. Zavallı baba. Ne zamandır gülmüyor? Var bir on iki sene. Ve dört senedir, bu İzmit’te, biraz rahatlamış gibiydi. Sabahları bahçeyi suluyor ve öksürüyordu; akşamları minderin köşesinde oturuyor ve öksürüyordu; yalnız; artık, bu kadın az süsleniyor ve az şarkı söylüyordu; İzmit bu, İzmit, eğlentisiz İzmit. Oh!. Baba burada biraz rahatladı. Az öksürmüyor, fakat az şarkı dinliyor. Zavallı baba. 14 / BİR AKŞAMDI Bir kulağını o şarkılara, öteki kulağını bu öksürüklere veren genç kız bedbahttır. Bedbaht Meliha, eve döndüğü zaman bedbahttı. Bu böyle ne vakte kadar sürecek? Ne de çabuk süslenmişti bu kadın? Ve Kâmil’e ne tuhaf bakıyordu! Tepede güneş bu kadına gençlik vermişti. Otuz dört yaşından çok az görünüyordu. İnsan onun yerinde öyle olmaya mecbur mudur? Meliha dişlerini sıkıyordu.

Bazı da yumruklarını sıkarak, bir şey yapmak istiyordu, bir şey, bir şey, ki bu hale nihayet versin; bu hale nihayet vermek ve yeni bir hale başlamak. Yeni hal nedir? Yaşamak. Meliha yaşamak istiyor. Tepede onlar, annesi ve Kâmil, ne yapıyorlar? Meliha ağladı. Babası akşam Kâmil’le de konuşmuyor, onu yalnız dinliyordu. Annesi şendi. Yemekten sonra şarkı söyledi. Kâmil dişlerinin gençliğini göstererek gülümsüyordu. Annesi misafiri, üç dört gün daha yatmasına tahsis edilen yeni odasına götürdü. Baba kız, yalnız. Baba öksürdü. – Meliha. – Baba. -Hap. – Al.

Sen de yatmaz mısın baba? – Meliha. – Baba… – Bırak beni, bu gece uyumayayım… – Saat on ikiye geliyor, baba. – Bırak beni, bu gece uyumayayım… İki gecedir fena rüya görüyorum. – Ah, eskisi gibi değilsin baba… Saat onda uykun gelmiyor. – Umurumda değil… Bırak beni, bu gece uyumayayım… Uyumak istemiyorum. BİR AKŞAMDI /15 – Ben de uyumak istemiyorum, baba, fakat sen yatmalısın, seni düşünüyorum, ben senin kızınım, baba, ben. seni düşünüyorum. – Ben de seni her zaman düşünürüm, kızım. – Ben yalnız seni düşünüyorum, baba. – Ben de yalnız seni düşünüyorum kızım, bırak beni bu gece uyumayayım. Bu ses tavanı geçer ve senelerdenberi her gece Meli-ha’nın kulağını bulur. Bu ses, evvelâ, bir sazın göğsü gibi boş bir koğuk içinde öter, sonra boğaza çıkar, orada sıkışır, pürüzlenir, çatallaşır, boğulur, tıkanır ve bir hava yığınına binerek ağzından dışarı fırlar. Bu ses bir hıçkırıktan ve bir haykırıştan daha yırtıcıdır. Bazı bir çatalla bakır tepsisinin içine sürtüldüğü vakit çıkan sesi andırır ve iç gıcıklar, bazı bir muşamba yırtılışına benzer, bir türlü bitmez, katran ve hap ve kodein ve türlü ilâçlar bu öksürükleri kesememiştir. Babasının her öksürüşünde Meliha’mn sinirleri kasılır, etleri sıkışır, mafsalları burkulur ve bütün vücudu tortop olur.

Ah, yalnız bu sesi duymamak için Meliha kendini bir yerlere atmak istemiştir. * * * Bir gün Meliha ve Kâmil, yalnız ikisi, tepeye çıktılar. Bütün İzmit, bir leylâk demeti gibi, bembeyaz, açıldı. İkisi de manzaraya bakmadılar. Meliha dişlerini sıkıyordu. – İstanbul’da nasıl yaşarsınız, Kâmil Bey? – Şişli’de bir apartmanım, bir de hizmetçim var. Yalnız başıma ve çok kalabalık yaşıyorum. – Sizi evlenmiş diye duyduk. – Böyle bir şey hatırlamıyorum. – Böyle bir şey oldu da unuttunuz mu? 16/BİR AKŞAMDI – Yalnız kalmamak için evlenirler, Meliha Hanım ve evlendikten sonra bekârlıktan ziyade yalnız kalırlar, bütün evliler, Meliha Hanım. – Yani? – Çünkü evlenmek, insanın kendi kendisiyle ikileşmesini meneder, büsbütün yalnız bırakır. Evlenmek ister misiniz Meliha Hanım? – Ne istediğimi bilmiyorum, Kâmil Bey. – Düz yolda yürümeyi mi seversiniz, iniş yokuşlarda mı? – Yorgunken düz yol. – Yorgun musunuz? – Hayır. – Öyle ise evlenmek istemezsiniz? – Demek ki öyle.

Benim yerimde olsanız ne yapardınız? – Kendimi arızalara atardım. – Nasıl? – Evimi bırakır, kaçardım. – Nereye? – Sergüzeştin ne pusulası, ne de haritası vardır. – Tehlike? – Sizin için az. – Neden? – Denize düşen bir güzel ve bir çirkin kadından birinci, isterse hiç yüzme bilmesin. Elverir ki sahilde gençliklerini kaybetmemiş erkekler bulunsunlar. – Amma kazara düşmek ne ise… Bile bile denize atılmak? – Daha iyi. – İstanbul’a ne zaman ineceksiniz? – Yarın değil öbür gün. Emrimi bekliyordum. Gelmiş. Meliha’nın gözleri daldı. BİR AKŞAMDI/ 17 Gözlerimizin dalması demek, uyanık iken rüya içinde bulunmamız demektir. Fakat bu rüyanın ne olduğunu hiç bilmeyiz. Her genç kızın rüyası vardır. Meliha da o genç kızlardan biridir ki ara sıra gözleri dalar, kendini rüya içinde bulur, amma denizin içindeki balık, denizi nasıl bilmezse o da bu rüyasını hiç anlamaz, ne istediğini bilmez, yalnız bir şey bilir, ki yaşamak istiyor.

Ama nasıl yaşamak? Nasıl? Nasıl? O gece Meliha yarım uyudu. Rüyası biraz vuzuh kazanıyordu. Rüyada Kâmil’in vücudu şeffaf olmuş ve Meliha’nın içine karışmıştı; rüyada babası ölmüştü; rüyada annesinin ağzı kahkaha ve gözleri yaş dolu idi; rüyada büyük bir vapur, İstanbul’da köprüye yanaşıyor ve büyük bir kalabalık, Meliha’yı el üstünde çıkarıyorlardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir