Peyami Safa – Canan

EDİA gözlerini açınca, karyolasının karşısındaki duvar saatine baktı: Onikiyi on geçiyor. Ne uyku, böyle geç vakitlere kadar uyumak hiç âdeti değil, hemen kalkmak istedi. Fakat başını yastıktan ayıramıyor. Terli, sıcak, uyuşuk vücudu, yatağın çukuruna yapışmış, kımıldayamıyor bile. Büyük bir eziyetle yataktan inebildi. Ayak üstü dururken dizleri kırılıyor. Örtündü, balkona çıktı. Bütün Boğaziçi’nde, havada ve denizde, göz karartan bir temmuz parlaklığı var. Öğle güneşiyle ısınmış, hafif bir rüzgâr dalgası, nemli saçlarının arasından geçti; güneşin karşısında gözleri, içine sabun köpüğü kaçmış gibi yanıyor ve kamaşıyor; öyle ki, mavisi uçmuş, bembeyaz, kalaylı bir bakır gibi parlayan deniz, ona kapkara görünüyordu. Gözlerini kırpıştırdı, içeriye kaçtı. Büsbütün başı dönüyor. Pencere kenarında, uzun bir mindere kendini bıraktı, gözlerini kapadı, öylece kaldı: Arka arkaya kaç gecedir uykusuzluk onu harab etmişti. Akşama kadar yatsa uykuya duyamayacağım, kendini bıraktıkça ağırlık bastıracağını, bir daha yerinden bile kıpırda-yamayacağını hissederek silkindi, kalktı, başını soğuk su ile iyice yıkadıktan sonra, sofaya çıkarak seslendi: – Gülsen Dadı! Sonra bir daha, duvar saatinin karşısında, ayak üstü bekleyerek düşündü: Yarıma beş var. Hiç değilse birbuçuk va10/Cânân puruna yetişmeli, sonra vapur yok. İstanbul’a hemen inerek bu işi sonuna kadar bitirmek lâzım.


Yoksa gözüne hiç uyku girmeyecek, hiç! Böyle sabahlara kadar yatağının içinde kıv-ranacak, dönüp duracak. Allah vermesin, çıldıracak! Hemen aynalı dolabı açtı, en iyi çarşafını çıkararak acele giyinmeye başladı. Bir an evvel davranmak için öyle sabırsızlanıyor, öyle içi içine sığmıyor ki, becerikli bir kadın değilken bile, kendisinde bir erkek iradesi hissediyordu. Aynada saçlarını yaparken, üç gece içinde bu kadar zayıflayışına şaştı: Ne hâl bu? Gözlerinin altında kara kalemle çizilmiş gibi siyah çizgiler var. Yanaklarının gergin etleri gevşemiş, yuvarlaklığı gitmiş. Ya dudakları? Rengi uçmuş, üstünde âdeta beyaz, ince bir zar peydahlanmış, deri lime lime soyulmuş, pürüzleniyor. Ne çirkin şey? Dişleriyle ısırarak dudaklarına biraz renk vermek istedi. Çünkü hiç boya kullanmaz, az pudra sürerdi; o da fevkalade günlerde, çoğu da geceleri. Çabucak giyindi. Gülsen Dadı, elinde sütlü kahve tepsisiyle .içeri giriyordu. – Kuzum Dadı, sen o elindeki tepsiyi masanın üzerine bırak, aşağıya koş, ütüye ateş koy, Perver’in dün akşam yıkadığı mendillerden iki tane ütüle, hazır et. Gülsen Dadı, sütlü kahve tepsisini masanın üstüne bırakırken, hiç görünmeyen kaşlarını kaldırarak, çocukça, tuhaf kara gözlerle hanımına bakıyordu. – Beybabam nerede, Dadı? – Bahçede, kurumuş salatalıkları koparıyor. Gülsen Dadı, gözlerinin akını büsbütün çoğaltan bir yan bakışla hanımını süzüyor, onun bu sabah daha fazla zayıfladığına dikkat ediyor, etli ve siyah dudaklarını burnunun hizasına kadar uzatarak, “cık cık” diyordu.

– “Haydi, kuzum Dadı, söylediklerimi çabuk yap. – Ne dedi sen? Ben unuttu. Bedia yeni baştan emir verdi. Gülsen Dadı odadan çıkınca, genç kadın sütlü kahvesinden bir iki yudum aldı, aynanın karşısında kendini boydan Cânân/ll boya bir gözden geçirdikten sonra, aynalı dolabında sırası bozulan esvablarını düzeltmekle oyalandı… Saat, tam yarım. Tuvalet masasının gözünü çekerek eline küçük bir defter geçirdi, ufacık satırlarına kısaca göz gezdirdi. Bu, günü gününe tutulan bir hatıra defteri değil. Bedia’nın böyle hergün hayatını yazmak hoşuna gitmez. Yalnız, başından çok mühim şeyler geçerse, onu iki üç kelime, kısa bir tarihle böyle küçük deftere yazar, bırakır. İşte., birinci yaprakta, annesinin vefatı tarihi, dört kelimeyle: “Annem vefat etti, teşrin-i sâni.” Onun altında üç kelime: “Şemseddin’in düğünü, eylül.” Biraderi Şemseddin. Sonra: “İlk talibim, kırk yaşında bir doktor, babam reddetti. Kânun-u evvel.” Sene tarihi değişiyor.

Bir daha: “İkinci talibim, bir yüzbaşı, beni alır almaz İstanbul’da bırakacak, kendisi cepheye gidecekmiş, babam yine reddetti, nisan.” İki sene geçiyor. “Üçüncü talibim, millî şirkette kâtip, asîl bir gençmiş. Babam düşünüyor, mayıs.” Küçük tafsilât: “İsmi Lâmi. Yirmialtı yaşında. Fotoğrafını da gördüm, güzel genç. Babam hâlâ düşünüyor, haziran.” En nihayet “Lâmi ile nikâhımız ve düğün, teşrin-i evvel.” Sonra: “Şemseddin’in bir kızı dünyaya geldi, adını Zerrin koydular, nisan.” Bir felâket: “Hanım Nine’me nüzul indi, mart.” Bedia yaprakları çevirdi, küçük küçük notlar, kocasıyla gezinti hatıraları, en sonunda genç kadının iki gece evvel yazdığı şu satırlar: “Kocam bugün beni dinlemeyerek, kendi başına İstanbul’a indi, gece gelmedi, yalnız yatıyorum, temmuz.” Bedia bu satırların altına, birkaç kelime daha yazdı: “Üç gecedir gelmiyor, o kadar buhran içindeyim ki… O’nu bugün mutlaka bulacağım.” Defteri kapadı, iyice soğuyan sütlü kahvesini bir yudumda içti, koşarak bahçeye indi. Babası kendi eliyle yetiştirdiği küçük bostanda, yere çö-melmiş, salatalıkları koparıyordu.

Bedia onu biraz uzaktan seyretti. Ne adam! Altmışını geçtiği halde, maşallah, böyle her sabah, namaz vakti kalkar, bostana koşar, sebzeleri, meyveleri ile uğraşır, durup dinlenme nedir bilmez, çalışır, rutubette, güneşte, rüzgârda ve çamurda çalışır. Saçı ve sakalı bembeyaz, yüzü ve ensesi kıpkırmızıdır. İşte başı eğil12/Cânân miş, iki köşeli, uzun beyaz sakalı göğsünün üstünde buruşmuş, kıllarının birkaç tanesi açık yakasından içeri girmişti. Kızını görünce topraklı ellerini birbirine sürterek ayağa kalktı, güneşin altında kavrulmuş yüzü, çalışmaktan yorulmamış, parlak, içi gülen gözlerini Bedia’ya çevirdi: – Ne o kızım? İstanbul’a mı iniyorsun? – Evet Beybaba. Abdullah Bey, kızının rengi uçmuş yüzüne, kapaklan şişmiş gözlerine uzun uzun baktı: – Anlıyorum., dün gece de uyumamışsın. Hakkın var, ben de gece yarısına kadar bu haylazı düşündüm. Maksadı nedir? Sana mı darıldı? Kestiremiyorum ki. Bu gençler tuhaf oluyorlar, ne düşündükleri, ne yapmak istedikleri bir türlü anlaşılmıyor. Bedia içini çekti. Gece, sabaha kadar düşündüğü şeyleri babasına da anlatmak isterdi, fakat nafile kederlerle bu adamcağızı da içlendirmek neye yarar? – Beybaba, gidip kendisini bulacağım. Artık bu hâle bir nihayet versin, söyleyeceğim. Eve gelsin, o günkü meseleyi konuşalım, anlaşalım. Hangimiz haksızsak meydana çıksın.

Herhalde bugün bu işi bitireceğim. İhtiyar başını salladı: – Peki kızım, Allah işini rast getirsin. Fazla üzülmeni istemem. Benim de uykularım kaçacak. Haydi… vapur Kan-dilli’den kalktı, düdüğünü öttürüyor. Geç kalma. Sen yemek de yemedin değil mi? – İştahım yok Beybaba. Sütlü kahvemi içtim yalnız… Acele sokağa çıktı. Yalı iskeleye yakındı, biletini alıncaya kadar vapur da geldi. Vaniköyü’nün sayılı üç-beş yolcusuyla bindi. Kamarada yalnızdı; pencere kenarına oturdu. Vapur önünden geçerken yalıya, kendi yatak odasına, balkonuna baktı, içi sızladı. O odada, üç gecedir ne çektiğini bir kendisi, bir de Allah bilirdi. Oturduğu yerde iyice yerleşti. İstanbul’da yapacağı şeyleri iyice, esaslı, bir daha düşünmeye başladı.

Evvelâ dosdoğru şirkete girecek, Lâmi’yi bulacak, tenha Cânân/13 bir köşeye çekecek., kocasıyla hiç münakaşa etmek istemiyor. Ufak bir kıskançlığın erkekler nazarında kadını gözden düşüreceğini anlıyor; yalıda geçirdiği azaplı gecelerden de bahsetmeyecek. Lâmi’ye söylemek istediği şeyleri geceden beri zihninde şöyle hazırlıyor: “Lâmi! seninle münakaşa etmeye gelmedim, hattâ sana küçücük bir sitem bile edecek değilim, ben bir fahişe için ağzımı yormayı…” durdu, fahişe kelimesi ağır, belki de erken ve haksızdı, cümlesini yeniden hazırladı: “Lâmi! Pekiyi bilirsin ki münakaşayı sevmem. Hattâ sana küçücük bir sitemde bulunmaya da gelmedim. Zaten âdi bir kadın aleyhinde söz söylemek…” yine beğenmedi, “âdi bir kadın aleyhinde söz söylemek…” yine beğenmedi “âdi bir kadın” sözü de ağırdı. Yine değiştirdi: “Lâmi! Pekiyi bilirsin ki münakaşayı sevmem. Hattâ sana küçücük bir sitemde bulunmaya da gelmedim. Zaten kimsenin hakkında fena düşünmek, fena söz söylemek âdetim değildir. O günkü mesele için kabahati üstüme alıyorum. Şimdiye kadar bana yaptığın şeyleri de, ilk ve son defa olarak unutacağım. Yalnız artık sen de biraz, biraz insaflı ol, yalıya gel, bir daha O’na yüz verme, daha doğrusu evimize ayak basmasın, işitiyor musun? Bir daha O, yalıya hiç mi hiç gelmeyecek… O zaman aramızda herşey biter. Ben herşeyi unutacağım, söz veriyorum.” Tamam. Bu iyi, ne fazla ne eksik.

Gayet sâde. Belki Lâmi’nin gururunu da okşayacak, onu hiç kızdırmayacaktı. Çok iyi. Kocasının huyunu pek iyi bilirdi . Bu düşündüğü şeyleri böylece, bir kelimesini değiştirmeden ona söyleyebilse, muhakkak, muhakkak, Lâmi’nin üzerinde iyi bir tesir bırakacak. Fakat, yine ince bir nokta onu düşündürüyor. Kocası, o kadını seviyor mu? Yoksa ona karşı geçici bir heves mi duyuyor? İşte, herşey burada. Eğer seviyorsa felâket, Be-dia’nın bütün gayretleri boşa gidecek; sevmiyor, hevesini almak istiyorsa, genç kadın, kocasını yeniden kazanacağına emin. Her zaman şöyle muhakeme ediyor: Lâmi bu kadını sevemez. “Cânân”, belki biraz güzel, -belki değil epey güzel-belki çok güzel bir kadındır, belki Lâmi’nin beğendiği müs14/Cânân tesnâ vücûd, yalnız ondadır; belki “Cânân”, İstanbul’un en güzel kadınıdır. Fakat başka hiç bir meziyeti yok. Ayağa kalkarak mırıldandı: “Hiç!” İşte, genç kızken ve evlendiğinin ilk senelerinde, kaç defa aklından geçirdiği felâket: Kocası onu aldatıyor! Nihayet korktuğuna uğradı ya. Lâmi onu aldatıyor! Kamaranın içinde gezindi. Üsküdar iskelesinde vapuru dolduran birçok tazelerin, kucaklarında çocukla gelen birçok emzikli annelerin yüzlerine dikkatle bakarak saadetlerine imrendi. Keşke şimdiye kadar bir çocuğu olsaydı… Bir çocuk ne büyük teselli! Bir çocuk onu bu felâketinde ne iyi avutabilir, bir çocuk, belki babasını da aileye daha iyi bağlar, böyle düzensizliklere engel olur, hiç bir geçimsizliğe meydan bırakmazdı.

Hakikaten ne iyi şey, ne saadet, bir çocuk anası olmak. Vapur köprüye yanaşır yanaşmaz, ilk önce iskeleye çıkanlardan biri de Bedia oldu. Öğle vapurlarının seyrek ahalisi içinden sıyrıldı, koşarak merdivenleri çıktı. Galata’ya doğru hızlı adımlarla yürüdü. Şirkette Lâmi’nin odası en üst katta. Mermer merdivenleri çıkarken Bedia, kendini bir daha yokladı: Hiç bir heyecan duymuyor. Söyleyeceği şeyler zihninde bir kâğıda yazılmış gibi muntazam, eksiksiz, tamam. Fazla yorulmamak için basamakları ağır ağır çıktı. Fakat odanın kapısına gelince, birdenbire kalbi çarpmaya başladı. Kocasının kendisini nasıl karşılayacağım, soğuk bir muamele yapıp yapmayacağını düşünüyordu. Biraz tereddüt etti. Bedia’yı tanıyan hademe ayağa kalktı. Ellerini önüne kavuşturarak duruyordu. Genç kadın sordu: – Lâmi Bey’in yanında kimse var mı? – Lâmi Bey yok efendim. – Yok mu? Yemeğe mi gitti? – Hayır efendim, üç gündür gelmiyor.

Bunu hiç tahmin etmemişti. Kocasının üç gündür şirkete gelmemesinin sebebini düşünmek istedi, orada, acele, hiç Cânân/15 anlayamadı. Fakat geriye dönmek de canını sıkıyordu, artık ne yapabilir? Yavaş yavaş merdivenleri indi. Orta kata gelince, müdürün odası gözüne ilişti. Şakir Bey’i bir kere görmek fena olmaz diye düşündü. Kocası hakkında ondan malûmat alabilirdi, hademe ile içeriye haber gönderdi. Şakir Bey, hele son zamanlarda, Bedia’mn hayatında mühim bir mevkii olanlardandı. Evvelâ, biraderi Şemsed-din’in kayınpederi Şakir Bey’di, arada bir akrabalık var. Sonra Lâmi’nin müdürü Şakir Bey’di, kocasının bütün istikbâli bu adamın elinde; hem de Cânân’ın, bütün bu felaketlere sebep olan kadının peder-i manevîsi de Şakir Bey’di. – Buyurunuz hanım. Bedia içeriye girdi. Amerikan usûlü, kapaklı, yüksek bir yazıhane arkasında, Şakir Bey’in yalnız başı, gözleri ve burnu görünür. Saçları biraz evvel taranmış gibi intizamlı, ortasından ikiye bölünmüş. Başını kaldırdı. Genç kadının biraz çekingen, utangaç, biraz mütereddid adımlarla içeriye girdiğini görünce ayağa kalktı, odanın ortasına kadar geldi: – Buyurunuz Bedia hanımefendi.

Gösterdiği koltuğa genç kadın oturdu. Şakir Bey de kendi yerine geçti, gülümseyen gözleriyle Bedia’yı bir iki saniye süzdükten sonra hatır sordu, bir sigara yaktı. Genç kadın kısa bir teşekkürle, hemen maksadını anlattı: – Lâmi’yi görmeye geldim Beyefendi, bulamadım. Üç gündür yalıya uğramıyor. – Evet, üç gündür şirkete de gelmiyor, köyden indiği gece bizde misafirdi. Ertesi gece de bizde misafir kaldı, dün gece Selim Bey’de kalmış olmalı ki, ona Fenerbahçe’de rast geldik. Hasta filân değil, müsterih olunuz. – Hasta olmadığını biliyorum. Fakat üç gecedir eve gelmemesi çok canımı sıktı. Bedia düşünmeden bu itirafta bulunmuştu. Söz ağzından çıkar çıkmaz hatasını anladı. Çünkü maksadı yalnız kocası hakkında malûmat almaktı. Şakir Bey, kadın işlerinde 16/Cânân Cânân/17 anlayışlı bir adam, genç kadının bu itirafıyla yeni birşey öğrenmiş görünmedi, gözleri ve dudakları daima gülümserken, biraz kaşlarını çattı. Ecnebiler gibi kestirilmiş sivri, kumral sakalının ucunu iki parmağıyla okşayarak, masanın kenarından vücudunun üst kısmını Bedia’ya doğru uzattı. Gizli, mahrem birşey söylemek ister gibi alçak sesle sordu: – Bedia Hanım, kızım, sakın bana gücenmeyiniz, hususî hayatınıza karışmak istiyorum zannetmeyiniz.

Lâmi ile aranızda bazı şeyler geçtiği anlaşılıyor, bir mesele mi oldu, söyler misiniz? Bedia’nın gözlerini önüne eğerek ciddileştiğini görünce tekrarladı: – Sakın hususî hayatınıza karışmak istiyorum zannetmeyiniz. Bunu Lâmi’ye de sordum. Her ikinize de, sizden yaşça büyük bir akraba gibi hizmetim dokunur belki de. – Teşekkür ederim Beyefendi. Aramızda çok ehemmiyetli birşey geçmedi. Ufak bir münakaşayı Lâmi mesele yaptı. Bakınız, bu münakaşa ne kadar âdi… Bundan dört gün evvel, sizin kerîme hanımefendiler, Şemseddin, Selim Bey bizde misafirdiler, biliyorsunuz. O gece çok eğlendik. Ertesi gün de kalmalarını rica ettim. Perihan Hanım’ı razı edemedim. Cânân Hanım da kalmak istemiyor, hepsi bizi Kalamış’a çağırdılar. Rahatsızdım o gün… Gece başka misafirlerim de gelecekti, İstanbul’a inemezdim. Özür diledim, sonra Lâmi’ye yalvardılar, kocam benim hesabıma da cevap verdi: “Geliriz, Bedia şimdi hazırlanır!” dedi. Bu âdeta biraz da emir gibiydi, canımı sıktı, gidemeyeceğimi kat’iyyen söyleyince, Lâmi fesini giydi, bastonunu alıp geldi, misafirlere: “Buyurun, o gitmezse, ben yalnız giderim!” diyerek, yüzüme sert sert baktı, bahçeye çıktı. Kerîme hanımefendiler şaşırmışlardı.

Ben de beynimden vurulmuşa döndüm, arkasından yürüdüm. Bahçede onu yalnız yakaladım: “Lâmi, herkesin içinde nasıl hareket bu? Sonra yüzüme nasıl bakacaksın?” dedim, cevap vermedi. Misafirlerle beraber çıkıp gitti. Üç gecedir de eve uğramıyor. Şakir Bey, yazıhanenin üstündeki billur camı parmaklarının arasında çevirerek Bedia’yı dinliyordu. Genç kadın sözünü bitirince düşündü. Başını ağır ağır ona çevirdi. Yüzü daima gülümsüyordu. – “Ben bu., meseleyi biliyorum. Evde de anlattılar, Lâmi de söyledi. Görünüşe bakılırsa bu o kadar mühim birşey değil., fakat., yanılmıyorsam., bu vak’a bir bahanedir.

Eskiden beri. Lâmi’yle aranızda., bir., anlaşmazlık var mıydı? – Hayır, hiç, hiç., gayet, iyiydik. Yalnız, iki üç aydan, daha doğrusu ilkbahardan beri Lâmi yavaş yavaş değişti. – Ne gibi? – Ne bileyim ben… evine karşı muhabbeti azalmış gibiydi., bazı küçük küçük asabiyetleri vardı… nasıl söyleyeyim… bir… memnuniyetsizlik… bir… – Anlaşılıyor Bedia Hanım. Her işin başı o memnuniyetsizliktir. Ben de epey zamandır, Lâmi’nin hareketlerinden şüpheleniyordum. Yalnız ailesine değil, şirketteki vazifesine karşı da ihmalleri var. Bu çocuğa ne oldu bilmem ki. Bedia, Şakir Bey’in yüzüne dikkatle bakıyordu. İçine bir şüphe düştü: Bu sinsi adam, acaba Lâmi ile Cânân’ın münasebetini biliyor mu? Fakat, söylediği gibi, mezhebi ne kadar geniş olursa olsun, evinin içinde böyle bir münasebete nasıl göz yumar? – Vallahi Beyefendi… Lâmi benim zevcim… fakat sizin de… oğlunuz gibi sevdiğiniz bir gençtir… siz onu benim kadar, belki benden iyi tanırsınız… hem birkaç zamandır, sık sık… sizde kalıyor… bazı şeyler… anlamışsınızdır. Şakir Bey, hemen ayağa kalktı.

Ellerini cebine soktu, frenklere mahsus, şen, lâtifeci bir ihtiyar tavrıyla genç kadına doğru ilerledi: – Gençlerin işine karışmam Bedia Hanım… Ben de genç oldum, insanın birçok heveslere, hatalara düştüğünü bilirim… Zaten bu hatalar yapılmadan gençlik olmaz… Lâmi’nin de yaramazlık ettiğine inanırım… Fakat bir şey bilmiyorum, hiç birşey bilmiyorum. Şakir Bey bu sözleri cansız, gayr-i tabiî söylüyordu. Bedia ısrar etti. – Kaabil değil… siz ki, böyle şeyleri pek iyi bilirsiniz… – Adam siz de… benim bildiğim de sizin tahmin ettiğini18/Cânân ze benzer. Belki Lâmi, başka bir kadının peşindedir. İşte, hepsi bu… İhtiyarladığınız gün anlayacaksınız ki, şimdi size müthiş görünen bu şeyler… hayatta pek olağandır. Bedia Hanım kızım… dünya pek acaib… zevcelerini aldatmayan gençler pek sayılı. – Tuhaf söylüyorsunuz Beyefendi… sanki bu tabiî bir hal-miş gibi… – Tabiî değil ama… ona yakın birşey. Gençlik bu, dedim ya, insan gençliğinde hatâ yapmazsa, bir daha hiç yapmaz. – Âdeta… Lâmi’yi müdafaa ediyorsunuz. – Hayır, Bedia Hanım… Hiç kimseyi müdafaa etmiyorum. Bilâkis, tecrübeli bir adam gibi söz söylüyorum, inanınız… Eğer siz Kadıköyü’nde otursaydınız, Lâmi’nin hareketlerini daha tabiî görürdünüz. Şu bizim modern sayılan muhitlerimizde, böyle şeyler her zaman oluyo.r… Evet felâketinizi takdir ediyorum. Fakat sabredin… Her şey geçer… Kıskanç olmayan kadına erkekler bayılırlar.

Ehemmiyet vermeyin… En doğrusu bu. – Ehemmiyet vermemek hiç kaabil mi? Aldatılmak, bir kadın için ne müthiş şey, takdir edersiniz… – Adam siz de… alışmağa bakar. Eğer bu bir felâketse emin olun ki evli kadınların yüzde sekseni sizinle dert ortağıdır. Zevcesini aldatmayan erkekler ya tekkelerde, ya medreselerde, ya da türbelerde bulunur. – Müthiş söylüyorsunuz. – Fakat doğru söylüyorum. Bu hakikate alışmak pek kolay birşey değil… Bedia Hanım, birgün yaşlanacaksınız, bir-gün, bütün hayatı bambaşka anlayacaksınız, düşüncelerinizin çoğunu değiştireceksiniz. Tecrübenin size öğrettiği şeylerle, âdeta yeni bir dünyada yaşayacaksınız. O zaman bunlar size müthiş gelmez. Görürsünüz ki zevcelerini aldatan erkekler, aldatmayanlardan çoktur. Maamafih öğrenmek bugünden lâzımdır. Eğer bana kızmayacağınızı bilseydim, size, bütün hayatınızda kıymetini bileceğiniz küçük bir tavsiyede bulunurdum. – Ne gibi efendim? Şakir Bey düşündü: Cânân/19 – Zevçle zevce arasındaki âhenge dair… kadını veya erkeği zaptetmek fennine dair… bu bir fendir… emin olunuz… eğer bunu siz üç sene evvel bilseydiniz, bugün Lâmi’yi serçe gibi avucunuzda tutardınız… Bedia hayretle dinliyordu, Şakir Bey devam etti. – Söylediğim şeyler, benim yaşta bir adamın ağzından çıkacak söz değildir, bilirim, Fakat ben tecrübeli, sonra, açık, serbest, geniş düşünür bir adamım. Dünyanın türlü türlü yerlerini gezdim.

Her yerde bu, böyle. Bedia merakı çoğalarak dinliyordu. Şakir Bey devam etti: – Bir kadının zevcini muhafaza etmesi için, evvelâ, onun her hareketine göz yumması lâzımdır. İnsanların tabiatı malûm. Yapma denilen şeyleri yaparlar. Eğer kocanızı kıskanırsanız, o sizi aldatmaktan daha fazla zevk duyar. İnanınız… bu bir kaidedir. Yasak olan şeylere herkes rağbet eder. Ne yapsanız nafile. Kocanız başka bir kadını beğendi mi, onun arkasından koşacaktır. Onu kendi haline bırakınız, tekrar size gelir, tekrar sizi sever. Eğer daha çabuk gelmesini, daha çabuk sevmesini, yahut rakibinizi yenmek istiyorsanız… bir tek çare var, başka hiç! – Nasıl çare? – Tekrar söylüyorum, bana kızmayınız. Ben size tecrübelerimi anlatıyorum, sonra gayet hür düşünüşlü bir adamım, kadın işlerini iyi bilirim. Bedia dayanamayarak bir daha sordu: – Ne gibi çare efendim? – Ben kadın olsaydım, kocamın beni gözümün önünde aldatmasına ses çıkarmazdım. – Anlamadım.

– Ve kocamın yaptığını yapardım. Bedia’nın hayretle yarı açılan ağzından bir çığlık fırladı. Genç kadın, kapıya doğru yürüyerek sesini çıkarmıyor, Şakir Bey arkasından gelerek fikrini müdafaa için hararetleniyordu: – Emin olunuz ki, erkeğe karşı kadının en birinci silâhı 20/Cânân budur. O zaman herşey düzelir, erkeğin de aklı başına gelir. Kısasa kısas! Titrek elleriyle pırlanta kravat iğnesini düzeltiyordu, Be-dia, yarı yarıya gizleyemediği bir nefretle cevap verdi: – Bu nazariyelere aklım ermiyor, Beyefendi! Soğuk bir selâm verdi, çıktı, merdivenleri koşarak indi. Tevekkeli değil bu adam için herkes: “Ah ne Şakir Bey’dir o!” der, ondan bahsederken manâlı manâlı baş sallarlardı. Herkes Renknaz Hanım’a, zevcesine acır, herkes o kadının bu adam yüzünden çektiği kahırlara nasıl dayandığına şaşardı. Hakikaten müthiş adammış bu Şakir Bey. Şirketin büyük kapısı önünde biraz durarak, ne yapacağını kendi kendine sordu. Hiç birşeye muvaffak olmadan Vaniköy’üne dönemez, kocasını mutlaka aramak, bulmak lâzım. Lâmi’nin o sıralarda nerede olduğunu tahmin etmek ne güç. Şirkete gelmemiş. İstanbul’a hiç inmedi mi? Üç gündür hep Kadıköyü’nde mi kaldı? Gündüzleri nerede vakit geçiriyor? Düşündü, düşündü, en sonunda, yine Kadıköyü’ne geçerek biraderi Şemseddin’i görmeye karar verdi. Köprüye doğru yürüdü. Kalamış’taki eve gitmeyi de bir türlü canı istemiyor, hele Şakir Bey’le görüştükten sonra, sıcağı sıcağına bu adamın evine gitmek, Lâmi’yi sormak pek müşkil… Ama ne yapsın? Başka çare yoktu.

İskeleye kadar, etrafını hiç görmeyerek, düşüne düşüne yürüdü. Vapurun hareketine birkaç dakika vardı, biletini aldı, girdi. Kamarada bir arkadaşına rastladı, içinin sıkıntısını ondan mümkün mertebe gizlemeye çalışarak, dereden tepeden konuşarak oyalandı, vapur mahpusluğunu hissetmedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir