Peyami Safa – Matmazel Noraliya’nin Koltugu

Ferit, Ferid, it, id, t, d, t değil, d, fotenik, fonetik ve babasının kahkahaları; sonra annesi, bir ormanın karanlığında hangi ağacın arkasına saklandığını belli etmeden, maymuna benzer bir gölgenin üfürdüğü borazan biçiminde bir sazın geniş ağzından çıkan yeşil, turuncu, daha sonra kıpkırmızı alevden bir sesle acı acı haykırıyordu. Borazan ve maymun kayboldu. Sonra ormanla beraber sesin anneliği de kaybolurken, trene benzeyen bir gölge, hiç bir makine gürültüsü çıkarmadan hızla geçiyor ve haykırış, lokomotifin bacasından kara bir duman halinde yükseliyordu. Ayaklarının şiddetli bir silkinişinden sonra, her şey karardı. Yalnız ışık benekleriyle dolu sisli bir derinlik içinde hiç bir şekle bağlı olmayan haykırış devam ediyordu. Gözlerini açtı. Uyanma duygusunun etrafını pek az aydınlatan loş bir bilgi halesi içinde, sesin rüya bittikten sonra kesilmediğini yarım yamalak idrak etmeğe başlamıştı. Sağ yanındaki duvara değen dirseğinin ucundan yukarıya doğru yürüyen kireç soğukluğu, yokluğun içinden yavaş yavaş çıkan bir kolunu ona tamamıyla keşfettirdiği anda, nefsiyle dışarda bir madde arasındaki temasın delâletinden gelen taze bir idrak, bütün vücudunu mekân içinde tesis etmesini kolaylaştırdı ve bir derece daha uyandı. Karyola ile duvar arasına kaymış ve sıkışıp kalmış omuzunu, altında somya olmadığı için kamburlaşan şiltenin ortasına doğru zahmetle çekti, başını yastığın çukuruna yerleştirdi ve kulak verdi. Haykırış, rüyadakinden daha yakın ve daha keskin, devam ediyordu. Henüz onu dolduran kelimelerle yeni uyanmış dikkat arasındaki temas ısınmadığı için, sesin terkibindeki açlığın mânâ unsurları silikti. Yavaş yavaş bazı kelimeler seçilebiliyordu. “Duvar mısın?” yahut “duyar mısın?”, “Çabuk”, “yürü”. Sonra, bütünü kavr anamayan uzun cümleler arasında kısaları belirledi: “Çıldırtacaksın beni”, “saadetini de alamadın”, “sallanma, sallanma, çabuk!” Odasının bir tahta bölme ile bitişik odadan ayrıldığını hatırlayıncaya kadar bu sesin oradan geldiğini anlayamadı. Şimdi iyice duyuyordu.


Bir kadın sesiydi bu. İnce ve keskin, dikkati hemen kapan ve bırakmayan bir ses. Şiddeti eksilmeyen ve iniltiye doğru hiç bir ricat ümidi vermeyen bir ses. -Ne kadar annesini hatırlatıyor!- Ve acı, çok acı bir ses. Bir ses ki, şu tahta bölme gibi önüne çıkan her maddeyi bir tül kadar inceltip delik deşik ederken açtığı ince boşluklardan içeriye, cevheri örselenmeden, elenmiş bir halde giriyor. Rüyadakinin tıpkısı. Bir ses ki yapışkan ve sürekli. Hâlâ ayni şiddetle haykırıyor. Bir ses ki unutulmaz. Bir ses ki, bir ses ki, felâketli bir ömrün bütün zehirlerini, onların birikmesinde günahı olmayanların da içine doldurabilmek için, en küçük bir şikâyet sebebini büyük bir boşalma fırsatı gibi yakalar, tizleşir ve kezzap gibi keskinleşerek yalnız sahibini değil, bütün insanları tehdit eden meçhullere karşı imkânsızlığın çığlığı imiş gibi içimizdeki ümit köklerini haşlar ve hepimizin müşterek haykırışımız olmak istidadını kazanır. Gözlerini yumdu ve kaçan uykusunu ararken, rüyasının uçuk hatırası içinde, ona seslenen babasının sözlerinden -Ferit, Ferit, id, id…- ve kahkahalarından parçalara bitişikten gelen ve şimdi bütün cümleleri rahatça işitilen ses karışıyordu: “Ne yedin oğlum; söylesene, yine o bademli, yoğurt tatlısı mı? Yeme diyorum sana. Bas diline parmağını, bas, bas da kurtul, bağırtma beni, bas, bassana…” Gözlerini açtı ve başını kaldırdı. Bitişikte her gece böyle bir gürültü kopması ihtimalinin verdiği korku içinde, birinci geceyi geçirdiği bu odadaki uykularının geleceğe ait şansını tahmine elverişli bir keşifte bulunmak için yataktan kalktı, ışığı yaktı, paltosunu sırtladı ve bitişik odanın kapısına koştu. Elini topuza değdirir değdirmez kanat açılıvermişti. “Bu ne gürültü! Uyuyamıyorum!” diyemedi.

İki demir karyola arasında, ayakta duran kadın, birdenbire açılan kapının önünde onu görünce, başını omuzlarının arasına kısarak ve elinde tuttuğu bir tası göğsüne vurarak öyle şiddetli bir korku refleksiyle geri çekildi ve büzüldü ki, Ferit, bitişik odanın yeni kiracısı olduğunu haber verdikten sonra, “eğer bir hasta varsa…” deyip yardım teklif etmek zorunda kaldı. “Eksik olma oğlum” dedi kadın. Uzun boylu ve zayıf. Kırkını geçkin. Dirseği yırtık nefti bir örme ceket giymiş. Ferit’e kırpılmadan bakan, biri ötekinden daha büyük, çipil ve nemli gözler, sola do ğru hafif çarpılmış ağız. Sağındaki karyolada oturmuş, yüzü sapsarı bir oğlan çocuk. -Tası tutan elini birdenbire yanına sarkıtan kadın onu gösterdi ve “zehirlenmiş galiba” dedi.- Soldaki karyolada yorganı burnuna kadar çekmiş, yaşı belli olmayan bir kızın parlak siyah gözlerinde, hayaletler görüyormuş gibi ürkek ve yabani bir dikkat. Kadın yine bağırmaya başladı: “Gitsin, bir doktor alıp gelsin, hâlâ ayağına bir pantolon çekecek” ve soldaki karyolanın ötesindeki boşluğa gözlerini dikerek tekrarladı: “Çabuk, sallanma, çabuk!” Fakat orada kimseler yoktu. Ferit kadının muhatabını araştırırken, onun bir koluna bağlı ince bir çamaşır ipinin soldaki karyolaya doğru uzandığını ve kol kıpırdadıkça, orada yatan kızın yorgan altındaki ayağını harekete getirdiğini gördü. Kadını kıza bağlayan ipin mânâsı üzerinde fazla düşünmeye vakit kalmadan sol tarafta bir yükün yarı aralık kapısı ardına kadar açıldı ve içerden cüce denecek kadar ufak yapılı, beyaz kırpık bıyıklı, pembe bir ihtiyar çıktı. Eziyetli ve sarsak iki adım attıktan sonra, durdu. Öne doğru eğildi, avucunu sağ bacağının kalçası üzerinde baldırına doğru kuvvetle bastıktan sonra, ağır ağır doğruldu ve gülümsedi. Gözlerini yükün içine doğru çeviren Ferit, orada, küçük ve örtüsüz bir şilte, bir yastık ve yorgan yerini tutan eski bir palto gördü.

Orada yattığı anlaşılan ihtiyar, Fe rit’e ince bir çocuk sesiyle “Selâmün aleyküm” dedikten sonra, geriye döndü, paltosunu ve şapkasını aldı. Hekim çağırmaya lüzum olmadığını söyleyen Ferit “ben doktor mektebinde okuyorum, dedi, çocuğa bir bakayım da ondan sonra…” Kadının yüzünde, burnunun dudağına yakın sol tarafında bir Halep çıbanı vardı ve öfkeli anlarında bile, yalnız o yanağına bakılırsa gülümsediği hissini veriyordu. Hızır gibi imdadına yetişilmesine sevinirken, bu sefer öteki yanağında şahinden beliren bir gülümseyişe nispetle sol yanağı öyle hareketsiz kaldı ki, bir bakışta bu farkı yakalayan Ferit, onun yakınlarda bir yüz felci geçirdiğini anladı ve çocuğa yaklaştı. – Çıkar dilini bakayım. Adın ne senin? – Babuş. Sekiz yaşında var, yoktu. Annesininki gibi çipil, fakat daha siyah ve kapakları ş işmiş gözleri parlak, ufarak ve batıktı. Yüzünde tırmıklar vardı. Ortası basık burnu, çıkık elmacık kemikleri ve genişçe şakakları ona Çinli ile Tatar arasında ırk tereddüdü geçirmiş bir Orta Asya çocuğu tipi veriyordu. Kirli saçları kulaklarının üzerine yürüyecek kadar uzamıştı. Fakat üstündeki gömleği daha kirliydi. Elini ona dokundurmaktan tiksinen Ferit, çocuğunun karnını açması için anasına işaret etti. Mide çukurunda hafif ağrı. Nabız? Fena değil. Zehirlenme filân yok.

Adi embaras gastrique. Peki, şuradaki echymose ne? Şurada da koskoca bir çürük. Vay vay vay! Göğüste de yaralar, bereler. Bunlar ne yahu? “Kavgacıdı r” diyor anası. Pek âlâ. Göğsü açmışken bir de ciğerleri dinleyelim. Oğlanın boynuna asılı, göbeğine doğru sarkan üstü sümük lekeleriyle dolu bu torba ne oluyor? Kenarına bir mavi boncuk ve içinde okunmuş çörekotu bulunan fındık kadar küçük bir mavi kese dikilmiş. “Gazete satar,” diyor anası, “paralarını bu torbanın içine koyar”. Âlâ. Ciğer, kalp, mükemmel. – Yok, bir şey, dedi Ferit. – Yok mu? Sancıyor midesi. Öğürüyor. Yüz ü sapsarı. Zehirlenmiş olmasın? Hepimiz onun eline bakıyoruz.

Kadının parmağıyla gösterdiği tarafta, kapının arkasında, içi hırdavat ve çanak çömlek dolu bir gaz sandığının üstünde müvezzi çocukların içine gazete doldurup boyunlarına astıkları mukavva kılıf vardı. – Yok bir şey. Midesini bozmuş. Ağrıyan yere ı slak ve sıcak havlu. Yarın öğleye kadar bir şey yemesin. Öğleden sonra hafif. Yok bir şey. Burada en sağlamınız Babiş . “Babiş” değil mi? – Babuş. Asıl adı Baha. Arkadaşları Babuş derler. Bizim de dilimiz alıştı. – En sağlamınız o. Meselâ siz bir yüz felci geçirmişsiniz. Hâlâ da biraz devam ediyor.

Galiba şekeriniz var. Biraz da sinirlisiniz tabiî. – Ne bildiniz? – Şurada yatan küçük hanım da geceleri uykuda geziyor, değil mi? – Evet. – Bey babanın da siyatiği var galiba. En sağlamınız Babuş. Gürültüyü kesin de uyuyalım. Kapıya doğru yürürken onun yolunu kesen ihtiyar, uzaktan yolunmuş gibi gör ünen, kılları ağarmış ince kaşlarını kaldırarak siyatiğe karşı bir ilâç soracakmış zannı veren bir tevazu içinde bir gül uzatıyormuş gibi baş ve işaret parmaklarının uçlarını birleştirerek yukarı kalkan elinin nazik bir hareketiyle “ve mekâne” diye başlayan ve içinde “fetekalle” veya “tefekalle”ye benzer anlaşılmaz kelimeler bulunan Arapça bir cümle söyledi. Ferit bunun tercüme ve tefsirini dinlemek tehlikesini atlatmak için, mânâsını anlamış gibi, başının acele ve uydurma bir tasdik sallanışıyla odadan çıktı, kendi odasına koştu ve yatağının kenarına oturdu. Uykusu kaçmıştı. Oğlanın mide çukurunu yoklarken ellerini onun kirli tenine değdirdiğini hatırlayınca yerinden kalktı, havlusunu ve çantasından sabun kutusuyla tırnak fırçasını alarak helâya koştu. Biraz evvel burada yıkanırken, musluğun bu kadar iyi uğulmuş ve parlatılmış olduğuna dikkat etmemiş miydi? Bu harap evde, sarhoşların mesanelerini boşalttıkları mundar sokağa ve kiracıların refah seviyelerine göre fazla bir temizlik vardı. O gün, öğleden sonra odabaşı -neydi adı? Nafi, Safi, daha doğrusu Vafi galiba- Vafi’nin odasına girdiği zaman, onun Ferit’le konuşurken elinden hiç bırakmadığı bir şemsiyenin gümüş sapını parlattığı ve göze çarpan madenî eşyanın -kapının arkasındaki pirinç mangal, yazı masasının üstündeki hokka takımı, sigara tablaları ve karyola topuzları- hepsinin bir manyak dikkatiyle parlatılmış olduğunu hatırladı. Vafi Bey titizdi anlaşılan. Koruk yeşili gözlerinden ekşi bir ruh sızan bu ihtiyarla kendi arasındaki mizaç benzeyişi yalnız bu noktada olabilirdi. Onun baston sapını parlatmasıyla Ferit’in ellerini yıkaması arasında aynı maninin bazen yarım saat sürdüğü bir ısrar vardı.

Ferit de ellerini sabunlar, sabunlar, tırnaklarını fırçalar, fırçalar, peş inden suyu boşaltır; sonra yine sabun, fırça, su; bir daha, bir daha, bir daha ve eller yorulup da öfkelenen sabunu zaptedemiyecek hale gelinceye kadar, hayalî kirleri temizleme ameliyesi devam ederdi. Yine de öyle oldu. Omuzunda getirdiği bir havlu ile, her parmağını bir güderi parçasıyla altın kalem siler gibi tekrar tekrar ve iyice kuruladıktan sonra, odasına dönüyordu. Karanlık sofada, binanın derinliğinden gelen, uğultu halinde bir saz sesi duydu. Arka sokaktaki genel evlerden birinde bir gece ahengi olması ihtimalini uzaklaştıran bir dikkatle sesin merkez üssü istikametini tayine çalıştı. O kadar uzakta değildi. Hatta bu katta, evet; ya şu karşıki odada yahut kendi odasının sağındakinde. İkisinin ortasında durup kulak verdikten sonra, kendi odasının sağındaki kapıya yaklaştı. Tamam. İçeride hafif mızraplı tambur çalınıyordu. Gözlerini kilidi sökülmüş ve büyümüş anahtar deliğine uydurdu. Vafi Bey, bu ev çaycı Kasım’ın idaresinde iken, acemin ayaklarında varis olduğu için sık sık yukarı katlara çıkamaması yüzünden, demirin çok pahalı olduğu tarihlerde, asilzadelerin – yani o zamanki kiracıların- oda kapılarındaki kilitleri söküp götürdüklerini ve yalnız Ferit’in odasında ondan evvel oturan Çilingir’in kapıya kilit yaptığını anlatmıştı. Fakat bu anahtar deliğinden görünen şey, sadece ince ve acayip bir dumandı. Ferit do ğruldu. Kapının reze tarafına yakın yerinde bir parmak kalınlığında bir çatlak gözüne ilişti.

Oradan baktı. Tam karşısına gelen karyolada oturmuş, kabarık ve kıvırcık saçlı, büyük başını önüne sarkıttığı için yüzü görünmeyen iri yapılı bir adam, kendisinden başka kimsenin duymasını istemediği için pek hafif çaldığı saza kulağını değdirecek kadar yaklaştırmıştı. Birdenbire tamburu elinden bıraktı. Sert ve acele bir el hareketiyle pijamasının pantolonunu ve kilotunu sıyırdı, şişkin ve kıllı bacaklarını, iki yana iyice açtı, bir eliyle tenasül aletini avuçlayıp yukarı aldıktan sonra, öteki eliyle torbalarının altını kaşımaya başladı. Fakat ne kaşımak! Sanki azgın bir hayvan uzun tırnaklarıyla toprağı oyuyordu. Adam bu sefer iki eliyle bacaklarının iç ve yukarı tarafından oyluklarına kadar uzanan nahiyeyi öyle bir tırmalayış tırmaladı ki, Ferit biraz sonra oralarda iki derin et çukuru açılacak ve içinden bilek kalınlığında kan fışkıracak sandı. Biraz kulak verse, belki tırnakların deri üzerinde hoyrat sürtünüşünün -hart, hart, hart- sesini de duyacaktı. Bu kaşınma krizi içinde adamın bütün vücudu, ellerinin ve kollarının şiddetli ihtilâçlarıyla bir tempoda sallanıyordu. Bir aralık herif arka üstü yattı ve daha rahat kaşınmaya başladı. Ferit doğruldu. Uyuz muydu tamburi? Hayır. Olsa olsa, Epidermopnitie inginalis, yani éczéma marginé de Hebra. Oyluklara musallattır. Fakültede çocuklar buna “Enginar uyuzu” derlerdi. Şimdi yine tambur sesi geliyordu.

Ferit içeriyi tekrar gözetledi. Bu sefer adam bir dakika bile çalamadı. Sazı bıraktı ve yine kaşınmaya başladı. Sonra tekrar sazı yakaladı. Geri çekilen Ferit, o ana kadar tamburdan gelen sesin yalnız fizik bünyesine, biraz da ritmine dikkat etmişti. Musiki bilgisi kıt olduğu için, sazı dinlemeye başladığı andan beri, birbirinin aynı imiş gibi, yahut aralarında pek az farklarla tevali eden ve makam mı, nağme mi, başka bir ad mı aldığını bilmediği seslerin uzayışı ve mızrabın sertçe vurduğu anlarda, yan yana bir sürü “z” harfinin okunurken çıkarabileceği voltalara benzeyen titreyişi, onda eski bir hatıraya bağlı ruh halini şimdi uyandırabilmişti. Onbeş sene evvel Beşiktaş’taki evde, akşamları, teyzesi Necmiye Hanım, asmanın altındaki pencerede ut çalarken, Ferit, yaprakların gittikçe kararan yeşiline gözleri dalarak sanki her şeyin rengini o çalgının soldurduğu hissine kapılır gibi olduğu anların hüznünü andıran bir sıkıntı duydu. Belki şimdi çalınan şey, o zaman dinlediklerinden biriydi. Silkindi ve çocukluğuna ait hatıraların hücumundan kaçarcasına odasına girdi. Yatağın kenarına oturdu. Soyunamayacak kadar yorgundu, fakat uykusu yoktu. Bir müddet kımıldamadı. Tambur sesi gelmiyordu. Bitişikte de çı t yoktu. Yalnız kulağında, fakat içinde mi, dışında mı olduğunu fark edemediği bir acayip ses, kalın bir demir telin fiskelendiği zaman çıkardığı uğultuya benzer bir vınlama vardı.

Buna, çok uzaklarda çakal ulumalarına yahut boğuk insan haykırışlarına benzer sesler karışıyor, başı da dönüyordu. Tam o anda, zihninde simsiyah, ortalarında birer ışık beneğiyle, k ırpılmayan gözlere benzer karanlık iki yuvarlak peyda oldu. Bunların göz intibaı vermeleri, soluk şekillerinden ziyade, hafızaya çok yeni girmiş taze bir göz hatırasını uyandırır gibi olmalarındandı. Demin bitişik odada bir andan fazla görmediği somnambül kızın gözleriyle bunlar arasında vahşi bir ifade benzerliği vardı. Fakat gitgide anlaşılmaz perspektif istihaleleriyle yerlerini ve hacimlerini değiştirerek ön plâna geçiyorlardı. Onlar büyüdükçe, Ferit’in kulağındaki uğultu şiddetleniyordu. Sanki uzaklarda bütün bir şehir halkı ona hitap ederek haykırıyordu. Omuzlarında ve kollarında başlayan bir titreme bütün vücudunu sarmaya başlamıştı. Ayağa kalkmayı denedi, başaramayınca, hiç biri ötekine benzemeyen krizlerin çoğunda onu yakalayan çıldırma korkusu, şimdiye kadar duymadığı bir nispette büyürken, odanın kapısında bir gürültü koptu, cam kırılışına benzer ince şangırtılar arasında daha ince bir haykırış yükselip kayboldu. Ferit bütün vücudunu kamaştıran bir cereyanla sıçradı, kendini ayakta buldu ve bir anda korkusunun yerini alan tecessüs onu kapıya koşturdu. Bitişik odanın kapısı da açılmış ve deminki kadın, eşikte, iki odadan da gelen ışığın biraz aydınlatabildiği merdivenin üst basamağında yüzü koyun kapaklanmış yatan ihtiyara bağırdı: – Düştün mü? Bunak! Sağ elini silkerek yana doğru eğildi ve yaklaşan Ferit’e: “Kırılmış, elim haşlandı” dedi. Kadın Ferit’e şimdi ne yapacaklarını sordu. Babuş’un midesi üzerine sıcak su ile ıslanmış havlu koymak için ihtiyarı evin altındaki kahveden bir bardak sıcak su almaya göndermişti. Kör olası Vafi, şu merdivenin başına bir ampul taktırmadığı için, karanlıkta ihtiyar, basamağın yırtık muşambasına ayağı takılarak düşmüş, elinden bardak fırlamış ve parçalanmış. Kömür yok ki kadın maltızına ateş koysun da su ısıtsın.

İhtiyar oturduğu yerde, ikisine de arkası dönük, başının ağır sallanışlarıyla ve her şeye rağmen devam eden bir tevekkülün sakin ve titrek sesiyle, Kasım’ın dükkânını biraz evvel kapadığını, kepengin deliğini küfür ederek açtığını, ocağın söndüğünü, fakat semaverden zar zor bir bardak sıcak su çıktığını anlattı. Çocuğun sancısı da devam ediyormuş. Ferit bir çare düşündü. Kadına bir havluyu tavandaki ampule sararak iyice ısıtmasını ve çocuğun midesi üzerine koymasını tavsiye etti. Odasına döndü ve yatağının ayak ucunda durdu. Kulağında sesler yine vardı, fakat hafiflemişti. Yalnız, deminki gözler yerine bu sefer tam bir yüz görünüyordu. Aynı gözler, dar ve çıkık bir alın üzerinde simsiyah bir saç yığını, geniş ve sivri şakaklar. Buraya kadar, yorganı burnuna çekmiş yatan kızın tıpkısı. Fakat yorgan yok. Ortası hasta çocuğunkinden daha az basık ve kanatları geniş bir burun altında, üst dudağı ince bir çizgi halinde ve alt dudağı kalın bir ağızla yuvarlak ve yumuk bir çene arasında koyu bir gölge yutmuş çukur. Ferit yatağın kenarına oturdu. Korkusunu iten bir tecessüsle gözlerini kapadı ve hayali aradı. Birdenbire yüz daha vuzuhla belirdi ve sesler arttı. Ferit hemen gözlerini açtı ve ayağa kalktı.

Kalbi çarpıyordu. Etrafına baktı. Bitişik odadan oğluna sıcak havlunun iyi gelip gelmediğini soran kadının yorgun sesi geliyordu. Çocuk başıyla ve müspet cevap vermiş olacak ki, annesi ferah bir sesle havluyu tekrar ısıtacağını söyledi. Ferit kızı tekrar görmek istiyordu. Bu arzu kulağındaki sesleri hemen yok etti. Gitti, kapıyı vurdu ve içeriye girdi. Oraya adımını atar atmaz, kızın ona daha sabit bir dikkatle bakan gözlerini ve yüzünün bütününü gördü. Bu simanın demin zihninde belirenden farkı azdı; ayni burun, ayni ağız, ayni çene; yalnız, dudağın altındaki çukur derin değildi. Ferit bu yüze bakarken o kadar şaşırdı ki, kızın yattığı karyolanın ayak tarafında, annesinin tavandaki ampule uzanarak havluyu ısıttığını neden sonra, görebildi. Ondan evvel görüş açısı içine yandan giren bu uzun gölge bulanık bir karaltıdan ibaretti. Kadın, bezi çocuğun midesine tekrar koyarken, Ferit’e bunun iyi geldiğini söylüyor ve dua ediyordu. İhtiyar ortada yoktu. Yüke girip yattığı, kapının aralığından görülen ve yorgan yerine kullanılan paltonun eğri duruşundan belliydi. Ferit kıza yaklaştı ve onun pek az kırpılan gözlerine fazla bakmadan çekinerek sordu: – Sen daha uyumadın mı? Kız hiç bir şey duymamış gibi ona bakıyor ve yüzünde hiç bir cevap hazırlığı görülmüyordu.

Ferit tekrarladı. Oğlanın üzerine yorganı çeken anası ona döndü: – Konuşmaz o, dedi, bizim başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Yangında hem sesi kayboldu, hem dili tutuldu. Anlar, fakat gık diyemez. Ne hekimler, hocalar… Hiç… Siz asıl ona bir ilâç bulsanız da, ömrümün sonuna kadar size dua etsem… Ferit kendi kendine sordu: Aphonie, Aphasie? Fakat onu hâlâ saran şaşkınlığın sebebi, tamamını şimdi gördüğü bu yüzün biraz evvel zihninde belirenin aynı olmasıydı; ve o sesler, sesler… Mırıldandı: – Bakayım… Yarın görüşürüz… Allah rahatlık versin. Çocuk ağrısı geçer geçmez uyumaya başlamıştı. Kadın teşekkür etti. Kız, bu sefer yabanîliği azalmış bir dikkatle ondan gözlerini ayırmıyordu. Ferit odasına gelince, ayakta gözlerini yumdu. Bu sefer ne imaj, ne sesler vardı. Soyundu ve yattı. Gözlerini kapadı. İşte şimdi de, birinci yatışından evvel sabunla, iyice yıkadığı ve her zaman delice temiz tuttuğu saçlarında, ensesinde ve boynunda bir sinir kaşıntısı vardı; belkemiğine ve karnına doğru yürüyor, bazen kaşlarının kılları arasında sıçrıyordu. Deminki uyanıştan beri ne kadar zaman geçmişti? Kol saatini rehinden kurtaramadığı için, tahmine çalıştı. En az yarım saat… Ve rüyasını hatırladı.

Haykırış, içerideki kadının sesiydi ve onu uyandırdıktan sonra da devam etmişti. Şimdi de Vafi Beyle gündüzki konuşmasını hatırlıyordu. Odabaşı onun adını deftere kaydederken “ben Ferid’i d ile yazarım” demişti. Ferit’in babası da bu fikirde idi ve Hamid’in “âhir-i ömrümüzde ismimizin sonuna bir it taktılar!” sözünü tekrarlarken kopardığı kahkahaların peşinden “bugünkü imlâda fonetik yok, fonetik, fonetik!” diye bağırırdı. Ferit bunları Vafi Beye anlatmak istemişti. Fakat onun koruk yeşili gözlerindeki soğukluk, Ferid’de ona gıyabî bir müttefik ikram etmek arzusunu öldürmüştü. Belki orada bunu söyleyemediği için, şuurunun eşiğinde kalan ses -Ferid, Ferit, it, id… – rüyasına girmişti. Annesine gelince ölümünden evvel bir sene içinde iki yetişmiş kızını kaybeden kadının, o tarihten sonra, günlük ve küçük sıkıntılara tahammülsüzlükten gelen haykırışlarıyla içeriki kadının sesi arasında da benzeyişler çoktu. Bu kadının kolunu kızının ayağına bağlayan ip, şimdi Ferit’e somnambülizmle “aphasie” arasında beyin merkezine bağlı bir münasebet olup olmadığını düşündürüyordu Fakülteye devam etseydi bunu hocaya sorardı. Evvelki sene imtihanda kendisi buna benzer bir sualle karşılaştığı zaman, aphasie’nin Vernicke nahiyesinde bir yaradan ileri geldiği hakkındaki izahını hoca, nazariyeler arasında bir nazariyeden ibaret olduğu için kâfi bulmayarak, Brocca ve Charcot’dan beri gelen izahların tam bir tablosunu istemişti. Hem burada hastanın sesi de çıkmadığına göre, teşhisi daha ziyade aphonie’ye götürüp anasının bahsettiği yangından ileri gelen kuvvetli choc’a bağlamak daha doğru olacaktı. Geceleyin, karanlık su akıntılarının emrinde, sahibi için nahoş bir maceraya açılmasından korkulup sahile bağlanmış bir kayığa benzeyen kızla anası arasındaki ipin sorumu da dönüp dolaşıp o kör olası Vafi’nin boynuna dolanmıyor muydu? Kapıların kilidi olsaydı, hastanın odadan çıkmak ihtimali kalmayacaktı. Ferit şimdi de, biraz evvelki gibi şuurun sathına dışarıdan vuran bir projeksiyon gibi değil, normal olduğu için korkutmayan bir tasavvur halinde kızın gözlerini hatırladı. Şimdi onları daha net görüyordu. Hiç şüphesiz bunlar, sesi çıkmayan sahibinin içinde bo ğulan mânâları dışarıya nakletmek için, her gün biraz daha artan bir ifade kabiliyeti edinmeye çalışıyorlardı.

Ferit, günün birinde, yalnız bakışların diliyle bu gözlerin bir konferans verecek veya şiir söyleyecek hale gelebileceklerini tasarladı. Sonra düşüncenin muhtevasını dilden ayırmak mümkün olup olmadığı hakkında bir gün felsefe seminerinde hocaya sorduklarını hatırladı. Tıp Fakültesini bırakıp felsefeye devam ettiği günden beri, mânâlar yüklü bir ses perdesinin, bir iç çekişin, bir yüz kımıldatışın, bir bakışın bazen sayfalarca yazıya bedel ifade kıymetinde, nominal vetireleri aşan, daha zengin ve kökleri daha derin bir semboller sistemi olup olmadığını çok düşünmüştü. Belki ruhun mahrem ürperişlerinin kelimelerden ziyade sese, bakışlara ve tavırlara vurması, onlara düre içinde, lügat mânâlarına sığmayacak kadar sayısız yorumlanma imkânları veren serbest uzanışlarının, bakış veya tavır gibi hareketli ifade vasıtalarında canlı mânâlarının şartı haline gelen kımıldanışı ve düreyi bulabilmelerindendi. Fakat uykusu bastıran Ferit, bu izahın, acele hal çarelerine doğru koşan bir sabırsızlıktan doğabileceğini düşündü, başının yastıktaki yerini değiştirdi, yorganı biraz daha çekti ve üşüyen ayaklarını birbirine yapıştırıp gözlerini sımsıkı yumdu. Kızın gözleri hâlâ görünüp kayboluyordu. Bunlara güzel denemezdi. Yüz çirkindi, muhakkak. Oğlanın şakakları ve çıkık elmacık kemikleri ablasında kardeşlik damgasıydı. Ve bir ucu mutlaka Orta Asya’ya giden şecerenin tesalüp sırlarını ele veriyordu. Herhalde babaları Tatar soyundandı. Fakat kızın, çerçevesini babasından alan, uçları şakaklara doğru çekik, badem gözlerinin içinde de anası vardı. Şimdi bunlardan, Ferit’in uyku bulutlarıyla gittikçe daha fazla dolan zihnine karanlık tesirler boşalıyordu. Tesirler ve resimler… Bir filin hortumunda havaya kalkan bir apartman gibi acayip manzaralar arasında, bazı kelimeleri kabaran, fakat mânâları anlaşıldığı halde, geri kalan kelimeleri yakalanmayan cümleler, kulakla duyulmuşa benzeyen bir sesle tekrarlanıyordu: “kırılmış”, “elbette hoşlanır”, “konuşmaz o” ve bir itfaiye otomobilinin arkasında koşan üç yeşil deve. Sonra tamburunu elinden bırakan koca başlı adam, iki elini de göğüs kafesinin içine sokarak “musiki ruhun kaşıntısıdır” der gibi bir şeyler söylüyor; fakat yatağın üstüne çıkmış, ampule uzanan kadın haykırıyor, tavanı alevler sarmıştır.

“ Babuş, Babuş!” gözlerini tavana diken kız, manyetik bakışlar yollayarak hemen yangını söndürüyor. Peşinden bir alay dağ, dere, tepe, deniz; bulutlar koşuşuyor; daha sonra, “kiraya sayarım” diyen Vafi Bey, merdiven başı na bir ampul takarken, Babuş’un odasından çıkan ihtiyar yere kapanıyor ve onun ayaklarını öptükten sonra, Ferit’e dönüyor, “ve mekâne” diyor ve “kâ” hecesini keskinleştirerek tekrarlıyor: “Ve mekâne, anladın mı. Kâne, kâne, kâne…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir