Phil Mollon – Freud ve Sahte Anı Sendromu

1990’ların başlarında, psikoterapi görmüş veya danışma seanslarına katılmış kişilerde, kendini çocuklukta hiç yaşanmamış bir tacizin “hatırlanması” şeklinde belli eden yeni bir zihinsel hastalık (sahte anı sendromu) ortaya çıktığı bildirildi. Bu hastalığın iyatrojenik bir durum olduğu (yani, yanlış teşhis ya da tedaviden kaynaklandığı) ileri sürülüyordu. Bu durumdan, yetişkinlerdeki rahatsızlıkların ve psikolojik sıkıntıların çoğunun, çocukluk döneminde yaşanmış olan, unutulmuş veya “bastırılmış” cinsel istismar deneyimlerinden kaynaklanmış olabileceği inancına dayalı “ortaya çıkarılmış anı terapisi”ni uygulayan psikoterapistler sorumlu tutulmuştu. Bu yöntemi uygulayan terapistlerin, hastalarını, hipnoz dahil çeşitli özel tekniklerin yardımıyla, bastırılmış anılarını araştırmaya teşvik ettikleri iddia edilmişti. 1 Terapistlerin ısrarcı etkisiyle, hastalar, aslında uydurulmuş olayların gerçekten olduğuna inanabiliyor, kendilerini ailelerinden koparabiliyor, hatta (ABD’de) tacizci olduklarını zannettikleri kişilerden -ki bu kişiler genellikle babalar oluyordu-, davacı olabiliyorlardı. Bu kişilerin masum olduklarını söyleyip duruma itiraz etmeleri de, hasta tarafından zanlının inkâr etme ve kendi suçunu itiraf edememe durumunun bir belirtisi olarak görülebiliyordu. Böylesi durumlarda hem hasta hem de ailesi, terapide ileri sürülen yanıltıcı fikirler nedeniyle yok yere sıkıntı çekebiliyordu. Cinsel istismar suçlamalarının giderek yaygınlaştığı anlaşılınca, zanlılara destek vermek ve aynı zamanda belleğin belirsizlikleri konusunda insanları uyarıp, onları “sahte anı sendromu” hakkında bilgilendirmek için çeşitli lobi grupları oluşturulmaya başlandı. Gelgelelim, amaçları kamuoyunun dikkatini “sahte anı sendromu”ndan mustarip ailelere çekmek olan kuruluşların varlığına ve bu konunun gerek psikiyatri yayınlarında gerekse medyada geniş yankı bulmasına rağmen, bu sendromla ilgili bir tanımlamaya rastlanmaması oldukça tuhaftır. Üstelik bu sendrom, hiçbir psikiyatri ders kitabında veya psikiyatrik veya diğer tıbbi vakalarla ilgili hiçbir listede de yer almaz. Ancak burada, bilişsel psikolog ve ABD’deki Sahte Anı Sendromu Vakfı’nın danışmanı John Kihlstrom’un aşağıdaki tanımı önerdiğini söyleyebiliriz: Bir kişinin kimliğinin ve kişiler arası ilişkilerinin nesnel açıdan yanlış olan, ama kişinin gerçek olduğuna inandığı travmatik bir anı etrafında toplanması durumu. Sendromun sahte anılarla karakterize edilmediğine dikkat edin… Dahası, anı, bireyin bütün kişiliğini ve hayat tarzını kendi merkezine çekecek, böylece diğer tüm uyuma yönelik davranışlarını bozacak denli derinleştiğinde bile sendroma teşhis konabilir… Böyle bir durumda kişi, bu anıya meydan okuyacak her olaydan sürekli kaçınır. 2 Bu açıkça ilan edilmiş sendrom, resmi teşhis metinlerinde henüz onaylanmamış, diğer teşhislerin arasında listeye dahil edilmemiştir ve onun özelliklerini ortaya koyan klinik bir vaka incelemesi, herhangi bir tıbbi veya bilimsel bir yayında yer almamıştır. Ayrıca kendisini “ortaya çıkarılmış anı terapisti” olarak adlandıran hiçbir psikoterapist de yoktur. Öte yandan, bu konuyla ilgili tartışmaların derinliği ve yoğunluğu da abartı sayılmayacak kadar çoktur.


Örneğin, yenilerde çıkmış bir makalede durum şu şekilde tanımlanır: Bu tartışma başından itibaren, günümüzdeki bilimsel anlaşmazlık örneklerinde rastlanmayan türden bir kısırlık içinde ilerliyor. Partizanlık nedeniyle bilim geri plana itildi. Onun yerini, bilim olarak hizmet etmek yerine, her şeye aldanan bir medyayı işine gelecek duygusal lokmalarla besleyen… sert ve yanlış ifadeler veya “abartı” ve “retorik aygıtlar” almıştır. 3 Ne var ki, bazı psikoterapistlerin çalışmalarının temelini oluşturan çocukluk anılarına ve yanıltıcı kanılara güvenmenin haklı tarafları da vardır. 4 Cinsel istismar konusundaki yanlış kanılar ve yanlış suçlamalar çok büyük duygusal hasarlara ve ızdıraplara neden olur. Bugün anıyla ilgili elimizdeki bilgiler, anıların birçok çarpıtmaya maruz kaldığını göstermektedir. Hatırlama, hikâye anlatma gibi bir yeniden inşa etme sürecidir; yoksa, bir olayın kesin kaydına girme süreci değildir. Belli “terapiler”, yani telkin, hatırlatma öğüdü, grup baskısı veya hem hastanın hem de terapistin kritik ve hassas bir perspektiften vazgeçmesi gibi görüşme usulleri, anının aldatıcı esnekliği üzerinde rol oynayabilir ve kişinin çocukluğuyla ilgili aslı olmayan hikâyeler anlatmasına neden olabilir. Ancak bu süreçler karmaşıktır; onun için, çocukluk travmasını unutma ve hatırlama sürecine nelerin dahil olduğu, zararlı terapi uygulamalarının niteliği ve kapsamı konusunda halen yoğun bir tartışma süregitmektedir. Suçlu Freud mu? Sahte anıyla ilgilenen derneklerin görüşlerini destekleyenler, sahte anı sendromunun iddia edilen epidemisini suçlayacak bir sürü etkene dikkat çekerler. Bu etkenler arasında feminizm, erkek-karşıtı ve aile-karşıtı tutumların yanı sıra, insanların her zaman hayatın sorunları için suçlayacak binlerini aradıkları (ve bu insanları dava edebildikleri) bir durum olan ve sürekli gelişen bir kültür haline gelen mağdurluk da vardır. Ancak bu insanlar daha belirgin biçimde, terapistlerden oluşan bir alt-kültürün bilimdışı inanç ve teknikler geliştirdiğini ve bu gelişimle ilgili suçlanabilecek nihai kişinin Freud olduğunu da ileri sürüyorlar. Örneğin, sosyolog Ofshe ve Watters bu konuda şunları yazıyorlar: Ortaya çıkarılmış anı terapisti figürünü Freud bulmuştur… ve Freud’un, ortaya çıkarılmış anı modasının babası olduğu kanıtlanmıştır. 5 Aynı şekilde, edebiyat profesörü Fred Crews da, ortaya çıkarılmış anı terapisinin yaratıcısının Freud olduğunu iddia etmekte ve şunları eklemektedir: Psikanaliz, çağımızın paradigmatik sözde-bilimidir. 6 O halde Freud, toplumu gayrimeşru fantazilerle hamile bırakan, yüz yıl sonra sahte anı sendromu canavarının ortaya çıkmasına neden olan kötü baba mıydı? Kırılgan hastanın zihnini ve belleğini bile isteye kullanan, hiç olmamış bir travmanın yeniden hatırlanmasında ısrar eden, bütün psikolojik sorunlardan kaynaklanan tavırların kökeninde çocukluk döneminde yaşanmış cinsel istismarların olduğuna inanan ve doğruluğu su götürür anı görüşlerine değer veren günümüz “ortaya çıkarılmış anı terapisti” karikatürünün köklerini Freud’da bulabilir miyiz? Yoksa bu tür iddialar, kendileri de bir psikanalitik araştırma ihtiyacı ortaya çıkaracak denli hakikatten uzaklar mı? Bu soruları cevaplamak için öncelikle Freud’un gözlemlerini, nevrozun nedenlerine ilişkin kuramlarını ve bellekle ilgili görüşlerini değerlendirmemiz gerekir.

Freud’un Psikopatolojiyle İlgili Görüşleri Freud’un psikanalizin başlangıcına işaret eden ilk büyük çalışması, Dr. Josef Breuer’le birlikte yazdığı Histeri Üzerine İncelemeler 7 adlı kitabıydı. Bu kitapta Freud’la Breuer, o zamanlar son derece yeni olan bir tedavi yöntemini, “konuşma tedavisi”ni açıklıyorlardı. Freud’la Breuer’in buluşu, hastanın özgürce konuşması sağlandığında, semptomun kökeninin izini sürmenin çoğunlukla mümkün olacağı, böylece semptomun kişiler-arası ve psikodinamik bağlamı içinde anlaşılır kılınabileceğiydi. Tabii semptom, bu şekilde anlaşılır kılındıktan sonra çözülecekti de. Konuşmanın kendi başına, felç gibi bedensel işlevlerin histerik rahatsızlıklarını iyileştirebileceği fikri ilk ortaya atıldığında, bayağı bir şaşkınlık yaratmış olmalı. Ne yazık ki bu kitaptaki bazı konularla ilgili yanlış anlamalar çoğalmıştır ve günümüzde ortaya çıkarılmış anıyla ilgili tartışmalarda yeniden ortaya çıkmıştır. Örneğin, bellek alanında çalışan ve seçkin bir araştırmacı psikolog olan Daniel Schacter şunları belirtmektedir: Sigmund Freud ile Josef Breuer’in histeri konusundaki klasik çalışmaları, çocukluk döneminde yaşadıkları cinsel istismarı açıkça hatırlayamayan, ama travmanın anısına zımnen işaret eden kuvvetten düşürücü korkulardan, zihni ikide bir rahatsız eden kaygılardan, zorla araya giren düşüncelerden veya rahatsız edici imgelerden mustarip hastaları kapsıyordu. Ancak, hastanın bağımsız biçimde işbirliğine girmesi diye bir şey çoğunlukla söz konusu olmadığı için bu vakaları yorumlamak çok zordu. 8 Böyle bir iddia, sahte anı tartışmalarında Freud’u “ortaya çıkarılmış anı terapisti” kategorisine sokma girişiminde kullanılabilecek tipik bir retoriktir. Ancak bu girişim, metnin okunmasına değil de, Freud’la Breuer’in söylemiş olabilecekleri şeylere dayanarak kurulan bir fantaziye dayandırılabilir, çünkü kitapta geçen beş vaka öyküsünün hiçbiri, çocuklukta yaşanmış cinsel istismardan kaynaklanan sorunlarla ilgili değildir. Histeriyle İlgili İncelemeler Bu vakalardan en ünlü olanı, yani Anna O. vakası, aslında Freud’un psikanaliz kuramıyla ve çatışmalı zihin modeliyle fazla ilgili değildir. Tersine bu olay, daha çok histerinin çözülme semptomlarının temeli olarak Breuer’in ileri sürdüğü “hipnoid durum” (kendiliğinden ortaya çıkan kendini hipnotize etme durumu) kuramına işaret ediyordu. Diğer dört vaka Freud’undu.

Bir tek Katherina vakasında, bu kadın on dört yaşındayken yaşadığı bir cinsel tacizden söz etmesine rağmen, diğer dört vakanın hiçbiri çocukluk döneminde yaşanmış bir cinsel istismar anısını unutmayla ilgili değildir. Engellenmiş Libido Freud, Emmy von N. vakasında kadının yetişkinlik döneminde yaşadığı ve histerik semptomlarının ortaya çıkmasına neden olan birçok travmayı sıralamaktadır. Freud örneğin, kadının yaşadığı dehşet verici ani şokları, kocasının ani bir kalp krizi geçirmesine tanık olmasıyla; bir yabancının yavaşça odasına gireceği korkusunu, bir gün bir hizmetçi odasına girdiğinde gölgeler arasında bir adamın gizlendiğini fark etmesiyle; canlı canlı gömülme korkusunu, kocası gömülürken onun ölü olmadığına ilişkin inancıyla ilişkilendirmektedir. Freud, bu kaygıların bir türlü silinmemesini, kadının birkaç yıl cinsel yoksunluk içinde olmasıyla açıklamıştır. Böylece Freud, kadının histerik semptomlarını, (daha sonraları tümüyle vazgeçilecek olan) eski kuramının, psikolojik bir içeriğe sahip olmayan, engellenmiş libido’nun yol açtığı psikosomatik koşulların bir sonucu olan nevrozları tanımlamak için geliştirdiği güncel nevroz kuramının bir örneği olarak görmüştür. Yanık Puding Lucy R., depresyondan ve yanık puding kokusu duyduğu bir koku halüsinasyonundan mustarip bir mürebbiyeydi. Freud onu, kokuyu ilk duyduğu anı hatırlamaya teşvik etmiş ve Lucy R., iki ay önce annesinden sıkıntılı bir mektup aldığını, o dalgınlıkla o sırada pişirmekte olduğu pudingi yaktığını söylemişti. Daha sonra Lucy R.’nin, o sıralarda çelişik bir durum içinde olduğu ortaya çıkmıştı. Kısmen diğer hizmetçilerin kendisi hakkında dedikodu yaptıklarını sezdiği için, ama aynı zamanda da kendisini çocuklara bakmaya devam etmek zorunda hissettiği için (çünkü çocukların annesine, ölüm döşeğindeyken onlara bakacağına söz vermişti) annesinin yanına dönmek istiyordu. Freud vakayı biraz daha deşince, Lucy R. patronunu terk etme düşüncesine ilişkin başka bir etkeni daha açığa vurmuştu.

Patronunun ona romantik bir ilgi duyduğu izlenimini verdiği, bu yüzden onunla ilgili arzu ve fantazileri uyardığı bir durum gerçekleşmişti. Ancak, başka bir gün de patronu ona bağırıp çağırmış ve azarlamış, bu da Lucy R.’nin ona ilişkin romantik umutlarını söndürmüştü. Oradan ayrılmak istemesinin nedeni, patronunun kendisine indirdiği bu aşağılayıcı darbeydi. Freud, Lucy R.’nin işinden ayrılma arzusunun, çocukların annesine verdiği sözü tutmakla bağdaşmadığı, bu yüzden bu arzunun dışta bırakıldığı veya “bastırıldığı” hipotezini öne sürmüştü. Bastırılmış ayrılma fikri -ki muhtemelen annesinden gelen mektupla daha da uyarılmıştı-, bilinçli haldeyken akla gelen bir çağrışımın, yanık puding kokusunun sürekli bilinç düzeyine çıkmasına neden olmuştu. Freud’un yorumu, Lucy R.’nin patronuna âşık olduğu şeklindeydi. Kadın da bunu onaylamış ve eklemişti: “Bilmiyordum veya daha çok bilmek istemiyordum. O düşünceyi aklımdan çıkarmak, bir daha üzerinde düşünmemek istiyordum; son zamanlarda bunun üstesinden geldiğime inanıyordum.” Freud bir dipnotta şunları belirtmişti: Kişinin bir şeyi aynı zamanda hem bildiği hem de bilmediği bu tuhaf zihin durumuyla ilgili olarak, herhalde bundan daha iyi bir açıklama getiremezdim.9

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir