Philip K. Dick – Gizli Goz

Geniş bir şekilde ele alındığında, ilk dedektif hikâyesi olan Edgar Allan Poe’nun “The Murders in the Rue Morgue” (Morgue Sokağı Cinayeti) cinayet öykülerinden bu yana, cinayet ve kurgu yıllardan beri el ele gitmektedir. Aslında, bir şey bu klasik hikâyenin ilk spekülatif cinayet kurgu romanı örneği olmasını sağlamış olabilir: Kilitli oda katillerini araştırırken, okuyucu, iki kadını öldüren ne olursa olsun insan olamaz diye düşünür. Peki o halde neydi? Birisi odada kurbanlarla beraber neyin olabileceğini düşündüğü zaman katilin ifşası heyecanını kaybeder. (Merak etmeyin hikâyeyi okumayanlar için her şeyi berbat etmeyeceğiz.) Şüphesiz bu, tüm bilim kurgu cinayetlerinin böcek gözlü canavarları konu edindiğini söylemek demek değildir. Genellikle, başka bir gezegenden gelen bir şeyden ziyade, en mesafeli ve yabancı olan, insanın ta kendisidir. Hayal gücü olan yazarlar, kayıtsızca, gelecekteki cinayetlerin nasıl işleneceğini ve aynı zamanda suçluların nasıl yakalanacağını tahmin etmeye devam ettikçe, spekülatif cinayet kurgu romanları yıllardan beri olduğu gibi varolmaya devam edecektir. Daha var olmayan teknolojinin icadıyla yazar, yâ Robert Silverberg’in sosyal terörizm hikâyesi olan “Kızdırmak”ta olduğu gibi cani için; ya da Willson Tucker’ın polisin yargılama usulünü yansıtan “Zamanlamak Pozlar”ında görüldüğü gibi dedektif için işleri kolaylaştırır. Toplum ne kadar ilerlemiş olursa olsun, hiçbir şey, iyi olan, eski moda tümdengelim dedektif mantığının yerini tutamaz ve bunu kimse büyük usta Isaac Asimov’un “Çalan Çan”ında yaptığından daha iyi vurgulayamaz. Editörler ISAAC ASIMOV Isaac Asimov (1920-1992) belki de dünyanın en tanınmış bilim kurgu yazarıdır. Onun binlerce yıl sonrasında kurduğu galaktik bir imparatorluğun gerileme ve çöküşünü incelediği ‘KURULUŞ’ üçlemesi, sosyopolitik bilim kurgunun bir klasiği olarak kabul edilir. Yüzlerce fantezi, bilim kurgu ve gizemli kısa öykü yanında, bilim teorisi hakkında kurgusal olmayan pek çok makale de yazan Asimov’un bir gezegen uygarlığının, güneşlerinin batışını ilk kez görmesiyle içine düştüğü anarşiyi anlattığı ve arkadaşı yazar Robert Silverberg’le birlikte yazdığı ‘KARARMA’ adlı eseri bir romana uyarlanmıştır. Çalan Çan Louis Peyton, sürekli değişen ruh yapısındaki bir düzine tanıklık ve blöf çatışmasında, Dünya polisini tatmin ettiği yöntemleri asla açıkça tartışmadı. Kuşkusuz, bunun için deli olması gerekir, ama daha rahat olduğu zamanlarında, yıkılmaz başarısının şansa değil yeteneğine bağlı olduğunun açıkça görülebileceği ve ancak ölümünden sonra açılabilecek bir vasiyet bırakma düşüncesine dalıyordu. Böyle bir vasiyette “Üzerine sorumlusunun izini biraz bulaştırmadığı bir suçu örtmek için yanlış hiçbir yöntem oluşturulamaz.


Olaylarda zaten var olan yöntemi izleyip davranışlarınızı ona uydurmak daha iyidir” diyecekti. Bu Peyton’ın Albert Cornwell cinayetini planlarken hep aklında bulundurduğu ilkeydi. Çalıntı malların kısa süreli satıcısı Cornwell, Peyton’a ilk olarak gittiği Grinnells’daki tek kişilik masasında göründü. Cornwell’in mavi elbisesinin özel bir parlaklığı var gibiydi, solgun bıyığı, çizgili yüzündeki sırıtmasıyla kendine özgü biriydi… “Bay Peyton” dedi, müstakbel katilini hiçbir derin kaygı duymadan selamlarken; “Tanıştığımıza sevindim. Neredeyse vazgeçiyordum bayım, neredeyse.” Grinnells’dayken gazetesinin ve tatlısının üstüne gelinmesinden hiç hoşlanmayan Peyton, “Eğer benimle işin varsa Cornwell, beni nerede bulacağını biliyorsun” dedi. Peyton kırkını geçmişti, saçları eski siyahlığını kaybetmişti, ama duruşu sağlam, görüntüsü genç biriydi. Koyu gözleri ve ses tonuyla daha keskin olabilirdi. “Bunun için değil, Bay Peyton” dedi Cornwell, “Bunun için değil. Bir sır biliyorum bayım, bir sır… biliyorsunuz bayım.” Sağ elinin işaret parmağı, görünmez bir zili çalar gibi kibarca kıpırdadı ve aynı anda . sol eliyle kulağını kapattı. Peyton tele dağıtıcısından ötürü hâlâ nemli olan gazetesinin bir sayfasını çevirerek, katını düzeltti ve şöyle mırıldandı: “Çalan Çanlar?!” Cornwell acı bir fısıltıyla “Hşş, Bay Peyton” diye konuştu. Peyton, “Benimle gel” dedi. Park içinde yürüdüler.

Peyton’ın başka bir hareketi de, açık ortamda kısık sesli konuşmak gibi önemli bir sırrın olmadığıydı. Cornwell “Çalan Çan’ın saklandığı yer; onların yığıldığı bir zula. Cilasız, ama çok güzeller Bay Peyton.” “Onları gördün mü?” “Hayır, ama gören biriyle konuştum. Beni inandıracak delilleri vardı. Sizi ve beni varlık içinde emekli edecek kadar var. Sınırsız zenginlik bayım.” “Bu öteki adam kimdi?” Kurnaz bir bakış, Cornwell’in yüzünü göründüğünden daha karmaşıklaştıran, itici bir parlaklık veren bir meşale gibi aydınlattı. “Adam, Ay’daki krater yanlarındaki çanın bulunması için bir yöntem bilen bir hazine avcısıydı. Yöntemini bilmiyorum; bana hiç söz etmedi. Ama düzinelerce toplamış, Ay üstünde bir yere saklamış ve onları elinden çıkarmak için Dünya’ya gelmiş.” “Öldü sanırım?” “Evet, çok şaşırtıcı bir kazayla Bay Peyton. Yüksekten düştü. Çok kötü. Tabii Ay üstünde yaptıkları yasal değildi.

Dominyon izinsiz çan arama konusunda çok katı. Belki bu yüzden uygulanan bir yargıydı… Her neyse elimde bu harita var.” Peyton, yüzündeki sıcak ifadeyi koruyarak, “Küçük işinin hiçbir ayrıntısını öğrenmek istemiyorum. Benim merak ettiğim niye bana geldiğin” dedi. Cormvell, “Şey, ikimize de yetecek kadar var Bay Penton ve ikimiz de üstümüze düşeni yaparız. Ben zulanın yerini biliyorum ayrıca bir uzay gemisi bulabilirim.” “Siz de…” “Eee?” “Uzay gemisi kullanabilirsiniz ve çanları elden çıkarmak için harika bağlantılarınız var. Bu çok adil bir ortaklık Bay Peyton. Sizce de öyle değil mi?” Peyton yaşamını -hâlâ sürdürmekte olduğu yaşamını- bir gözden geçirdi ve durumu uygun buldu. “10 ağustosta Ay’a uçmaya başlarız” dedi. Cormvell duraksayarak “Bay Peyton, daha nisan ayındayız.” dedi. Peyton, aynı şekilde yürümeyi sürdürürken Cornwell’in yetişmek için hızlanması gerekiyordu. “Beni duyuyor musunuz Bay Peyton?” Peyton “10 ağustos. Uygun zamanda sizinle irtibata geçer, gemiyi nereye getireceğinizi söylerim.

O zamana kadar beni görmeye çalışmayın. İyi günler Cornwell” dedi. Cornwell “Yarı yarıya mı?” diye sordu. “Evet” dedi Peyton, “Güle güle.” Peyton tek başına yürümeye devam ederken yeniden yaşamını gözden geçirdi. Yirmi yedi yaşındayken, Kayalık dağlarının, üzerine eski sahiplerinden birinin, atomik savaş tehdidine karşı tasarlanmış sığınak olarak bir ev inşa ettirdiği arazi satın almıştı. Ev, hâlâ korkuyla kaçarken sığınılacak bir yer olarak duruyordu. Yalıtılmış bir nokta için, Dünya’da kolay bulunacak çelik ve betondan yapılmış, deniz yüzeyinden çok yüksekte kurulmuş ve hemen her yanından, daha yükseklere uzanan tepelerle korunuyordu. Kendi enerji kaynağı vardı, su ihtiyacı dağdaki kaynaktan sağlanabiliyordu. Ayrıca dondurucuların içinde bol miktarda et kolayca saklanabilirdi, mahzeni aç ve korkmuş ama hiç gelmemiş orduları defetmek için tasarlanmış arsenal silahlarıyla donatılmış bir kaleyi andırıyordu. Havayı temizlemek için radyoaktivite (insanlara yazık)’den başka bir şey kalmayıncaya kadar filtreleyecek kendi havalandırma düzeneği vardı. Peyton, uzun süreli bekâr yaşamının her ağustos ayını, bu hayatta kalma evinde geçirdi. İletişim araçlarını, televizyonu, tele-gazete dağıtıcısını çıkarmıştı. Mülkünün çevresine bir güç alanı oluşturmuştu ve eve bulunduğu alanın esintili dağlarla kesiştiği yere kadar etkili, kısa menzilli bir sinyal mekanizması yerleştirmişti. Her yıl bir aylığına tümüyle yalnız kalabiliyordu.

Onu kimse görmez, kimse ulaşamazdı. Yalnızca pek sevmediği diğer insanlarla on bir ay süren irtibatının ardından, tümüyle yapayalnız, değer verdiği tek tatili yaşıyordu. Polis bile -Peyton gülümsedi- onun ağustos hakkındaki katı tutumunu biliyordu. Bir kere kefalet ödemiş ve ağustosundan önceki psiko araştırmasını riske etmeyi göze almıştı. Peyton mirasının olası içeriğindeki bir özdeyişi daha düşündü: Masumiyet görüntüsü için, bir suçu işleme sırasının muzafferane eksikliği gibi bir sebep olamaz… 30 temmuz günü, her 30 temmuzda olduğu gibi, Louis Peyton, New York’tan sabah 9:15’te yerçekimsiz stratojetine bindi ve Denver’a öğlen 12:30’da vardı. Orada öğle yemeğini yedi ve 1:45’te yarı yerçekimli otobüsüne binip, Sam Leibman’ın onu oradan alıp, yer aracıyla -tam yerçekimlimülkünün sınırlarına kadar taşıdığı Hump’s Point’e gitti. Sam Leibman hep yaptığı gibi 10 dolarlık bahşişi ciddiyetle aldı, on beş yıldır her 30 temmuzda yaptığı gibi şapkasına dokundu. 31 temmuzda, her 31 temmuzda olduğu gibi, Louis Peyton yerçekimsiz aracıyla Hump’s Point’e geri döndü ve gelecek ay ihtiyacı olacak erzak için bir listeyi Hump’s Point marketine verdi. Listede alışılmadık hiçbir şey yoktu. Görünürde daha önceki benzer listeleri gibiydi. Marketin müdürü Maclntyre, listeyi ciddiyetle inceledi. Denver’daki ana deponun dağ bölümüne geçerek tümü ışınlama yoluyla bir saat içinde geri döndü. Erzakları Maclntyre’ın da yardımıyla aracına yerleştirerek, her zamanki 10 dolarlık bahşişini bıraktı ve evine döndü. 1 ağustos gece 24:01’de mülkünü çevreleyen güç alanı tam güç çalışıyordu ve Peytonizole olmuştu. Ve şimdi uygulama değişmişti.

Kendine 8 gün ayırmıştı. Bu sürede bütün ağustos ayı boyunca yetecek erzakını yavaşça ve dikkatlice imha etti. Bunun için evin çöp imha birimi işlevi gören tozlaştırma odalarını kullandı. Bunlar her maddeyi ufalayıp aynı zamanda metal ve silikatleri de tespit edilemez moleküler toza çevirebilenlerin gelişmiş modelleriydiler. Bu işlemde oluşan artık enerji, mülkünden geçen dağ akıntısınca taşınıyordu. Bir hafta boyunca normalden 5 derece daha sıcak aktı. 9 ağustosta aracı onu Albert Cornwell ve bir uzay aracının beklediği Wyoming’deki bir noktaya taşıdı. Uzay aracı, onu satanlar, onu taşıyanlar ve onu uçuşa hazırlayanlar varken, kuşkusuz zayıf bir noktaydı. Bütün bu insanlar Cornwell’i görmüşlerdi ve Peyton -dudaklarında soğuk bir gülümsemeyle- Cornwell’in bir çıkmazda olduğunu düşündü. Kötü bir çıkmaz. 10 ağustosta uzay aracı, Peyton kumandada ve Cornwell -ve haritası- yolcu olmak üzere, yerin yüzeyinden havalandı. Yerçekimsiz alanı mükemmeldi. Tam güçte, geminin ağırlığı bir onsun altına iniyordu. Mikropiller enerjiyi yeter miktarda ve sessizce beslemesiyle alev ya da ses olmadan gemi havada yükselerek uzaklaştı. Uçuşa tanık olanların bulunması ya da bu narin, barışın tüttüğü zamanlarda, geçmişte olduğu gibi bir radar gözleminin yapılıyor olması pek mümkün değildi.

Gerçekten de, hiçbiri yoktu. Uzayda iki gün; ardından şimdi Ay’da iki hafta. Neredeyse içgüdüsel olarak Peyton, en başından bu iki haftayı ayırmıştı. Haritacı olmayanların yaptığı gibi el çizimi bir harita karşısında kendisini düşlere kaptırmamıştı. Hafızasının yardımıyla, onu çizenin işine yarayabilirlerdi. Yabancılar içinse, şiirden öte bir şey olamazlar. Cornwell, Peyton’a haritayı ilk kez ancak havalanıştan sonra gösterdi. Tevazuyla gülümseyerek, “Sonunda bayım, bu benim tek kozumdu” dedi. “Bunu Ay haritalarıyla karşılaştırdın mı?” “Nereden bileyim, Bay Peyton. Ben size bağlıyım.” Peyton haritayı geri verirken onu soğuk bakışlarla süzdü. Hakkında bildiği kesin olan tek şey Tycho krateriydi, gömülü Ay şehrinin olduğu yer. En azından bir açıdan, astronomi onlardan yanaydı. Tycho şu anda Ay’ın aydınlık tarafındaydı. Bu, devriye gemilerinin muhtemelen daha az dışarı çıkacağı, onların da muhtemelen görünmez olacağı demekti.

Peyton gemiyi bir kraterin iç bölgesinin emin, soğuk gölgesine çabuk, ancak riskli ve çabuk bir yerçekimsiz inişle bıraktı. Güneş tepe noktası civarındaydı ve gölgeler daha küçük olamazdı. Cornwell’in suratı asıldı. “Sevgili, sevgili Bay Peyton, Ay gününde hemen hiç kazı yapamayız.” Peyton kısaca “Ay günü sonsuza dek sürmez” dedi. “Yaklaşık yüz saatlik bir gün kaldı. Bu süreyi kendimizi iklime alıştırmak ve harita üzerinde çalışmak için kullanalım.” Cevap çabuk geldi. Peyton, Ay haritalarını titiz ölçümler alarak ve neye anahtar olduğu belli olmayan el çiziminin gösterdiği kraterler dizinini bulmaya çalışarak inceledi. Sonunda Peyton “Bizim aradığımız krater şu üçünden biri olabilir: GC-3, GC-5 ya da MT-10” dedi. Cornwell merakla, “Ne yapıyoruz, Bay Peyton?” diye sordu. “Hepsini deniyoruz” dedi Peyton, “En yakındakinden başlayarak.” Yok edici geçti ve gecenin gölgesindeydiler. Sonrasında Ay yüzeyinde, sonsuz sessizliğe ve karanlığa, yıldızların sert parlak noktalarına ve yukardaki kraterin ağzının tepesinde göz kırpan Dünya’nın yarık ışığına alışarak, uzun saatler geçirdiler. Kuru kumda, bozulmayan, değişmeyen, kocaman ve biçimsiz ayak izleri bırakıyorlardı.

Peyton bunu ilk olarak kraterin dışına, kambur Dünya’nın açık aydınlığına çıkarlarken fark etti. Bu onların Ay’a gelişlerinin onuncu günüydü. Ay’ın soğuğu, herhangi zamanda gemilerinin dışında kalış sürelerine bir sınırlama getiriyordu. Neredeyse her gün, daha uzun kalabiliyorlardı. Varışlarının on birinci gününde GC-5’i Çalan Çan’ın zulası üstesinden gelebilmişlerdi. On beşinci günde Peyton, umutsuzluğa kapılmıştı. GC-3 olmalıydı. MT-10 çok uzaklardaydı. 31 ağustosa kadar ona ulaşıp incelemek ve dünyaya dönmek için zamanları kalmayacaktı. On beşinci günün sonunda umutsuzlukları, çanları bulmalarıyla tümüyle kaybolmuştu. Güzel değillerdi. Yaklaşık iki yumruk büyüklüğünde, içi boşaltılmış, Ay çekiminde tüy kadar hafif, basit, biçimsiz gri kaya parçalarıydılar. İki düzine kadar ve her biri, cilalandıktan sonra en azından yüz bin dolara satılırdı. Dikkatlice, iki elleri dolu, çan diye ifade edilen kaya parçalarını gemiye taşıdılar, talaşa yatırdılar ve daha fazlası için geri döndüler. Aynı yolu, onları Dünya yüzeyinde yoracak ama Ay’ın çekimsiz yüzeyinde neredeyse hiç sorun olmayacak biçimde alarak, üç sefer, yaptılar.

Cornwell son çanı dış kilitlere dikkatlice yerleştirmesi için Peyton’a uzattı. Diğerinin kulaklarında sertçe yankılanan mekanik bir sesle, “Temiz tutun, Bay Peyton” dedi. “Geliyorum.” Ay çekimine karşı yavaş, yüksek sıçrayışının bitiminde çömeldi, yukarı baktı ve korkudan dondu. Başlığının sert camından açıkça görülebileceği gibi, yüzü dehşetli bir ifadeyle donmuştu: “Hayır, Bay Peyton. Yapma.” Peyton elindeki yakarın kabzasını sıkıca tutarak ateşledi. Dayanılmaz bir parlaklık oluştu ve Cornwell bir insanın, bir uzay giysisinin artıkları arasında yere serilmiş ve donan kanı beneklenmiş, ölü kalıntısıydı artık. Peyton ölü adama bakmayı bıraktı, ama yalnızca bir saniye için. Sonra çanların sonuncusunu hazırlanmış kaplarına yerleştirerek giysisini çıkardı. Önce yerçekimsiz alanı çalıştırdı, sonra mikropilleri… Artık iki hafta önce olduğundan iki kat zengin biri olarak Dünya’ya dönüş yolculuğuna başlayabilirdi. Ağustosun yirmi sekizinde, Peyton’ın gemisi Wyoming’de on ağustosta havalandığı yere sessizce alçaldı. Peyton’ın bu noktayı seçimindeki özen boşuna değildi. Hava aracı hâlâ orada, taşranın kayalık, kıvrımlı engebelerinin çevrelediği bir koruma altındaydı. Peyton, Çalan Çanlar’ı engebelerin çevrelediği derin oyuklara taşıdı, üzerlerini de gevşek bir biçimde toprakla örttü.

Bir kez daha kumandayı düzenlemek ve son ayarlan yapmak için gemiye döndü. Dışarı çıktı ve geminin otomatiği devreye geçti. Sessizce hızlanarak, gemi yükseldi ve yukarda, Dünya’nın dönüş yönünde batıya doğru yöneldi. Peyton, kısık gözlerini aralayarak izledi ve görüntünün sonunda ince bir ışık demeti ve mavi gökyüzünde nokta gibi bir bulut vardı. Peyton memnuniyetle gülümsedi. İyi karardı. Kadmium emniyet çubukları işe yaramayacak biçimde kıvrıldıkları için, mikropiller emniyeti koruma düzeyini geçmişlerdi ve gemi hemen ardından oluşan nükleer bir patlamanın ısısıyla kayboldu gitti. Yirmi dakika sonra yuvasına geri dönmüştü. Yorgundu ve kasları Dünya’nın yerçekimi nedeniyle ağrıyordu. İyi bir uyku çekti. Yirmi saat sonra ise şafakla birlikte polis geldi. Kapıyı açan adam ellerini göbeğinin üstünde bağladı ve selamlamak için başını iki üç kere öne salladı. İçeri giren adam, Dünya İnceleme Bürosu’ndan H. Seton Davenport’du. Çevresine kuşkuyla bakındı.

Girdiği oda geniş ve koltuk-masaya yönlendirilmiş parlak okuma lambası dışında yarı karanlıktaydı. Duvarlar kitap-filmlerle doluydu. Bir yığın galaktik harita odanın bir köşesini kaplamıştı ve galaktik bir mercek de yavaşça öbür köşedeki bir yansıya vuruyordu. “Dr. Wendell Urth müsünüz? ” diye sordu Davenport, sesinde buna inanamadığım ifade eden bir tonla. Siyah saçlı, ince ve belirgin burunlu, yanağında bir zamanlar çok yakın bir mesafeden vurulmuş nöronik bir kırbacın bıraktığı kalıcı, yıldız biçimli bir yara izi olan, tıknaz bir adamdı. İnce bir ses tonuyla, “Benim” dedi Dr. Urth. “Siz de Müfettiş Davenport’sunuz.” Müfettiş belgelerini gösterirken “Üniversite sizi bana bir Uzaybilimci olarak önerdi” dedi. Urth onaylayarak, “Beni yarım saat önce aradığınızda söylemiştiniz” diye cevap verdi. Tipi belirgindi, burnu ucu kalkık bir düğme gibiydi ve şişmiş gözlerinin üstünde kalın gözlükler vardı. “Konuya geleyim, Dr. Urth. Sanıyorum Ay’ı ziyaret ettiniz…” Bir tozdan biraz daha belirgin kitap-film yığınının ardından kırmızı bir sıvı ve iki bardak getiren Dr.

Urth, ani bir çıkışla “Asla Ay’a gitmedim müfettiş. Düşünmedim bile! Uzay seyahati aptallıktır. Buna inanmam” dedi. Sonra daha yumuşak bir sesle, “Oturun bayım, oturun. Bir içki alın.” Müfettiş Davenport söyleneni yaptı ve “Ama siz bir…” “Uzaybilimciyim. Evet. Diğer gezegenlerle ilgileniyorum, ama bu oraya gitmemi gerektirmez. Tanrım, bir tarihçi olmam için zaman gezgini olmam gerekmez değil mi?” Oturdu ve yuvarlak suratında giderek yayılan bir gülümsemeyle devam etti: “Şimdi bana ne düşündüğünüzü anlatın.” “Size bir” dedi müfettiş eğilerek,” Cinayet dosyasıyla ilgili danışmak için geldim.” “Cinayet? Benim cinayetle ne işim var?” “Bu cinayet Dr. Urth, Ay’da işlendi.” “Şaşırtıcı.” “Şaşırtıcıdan da öte, emsalsiz Dr. Urth.

Ay dominyonunun kurulduğu beş yıldan beri, gemiler havaya uçtu ve uzay giysileri basınçtan yırtıldılar. İnsanlar Güneş tarafında sıcaktan öldüler, karanlık tarafta dondular ve her iki tarafta da nefessiz kaldılar. Hatta Ay çekimine rağmen düşerek ölenler bile oldu. Ama bunca zaman Ay üzerinde hiç kimse başka birinin saldırısıyla öldürülmemişti şimdiye kadar.” Dr. Urth, “Nasıl olmuş?” diye sordu. “Bir yakıcı. Uygun koşulların oluşumuyla, yetkililer bir saat içinde olay yerine ulaştılar. Bir devriye gemisi Ay yüzeyinde bir parıltı tespit etmiş. Karanlık tarafta bir ışığın ne, kadar uzaktan tespit edilebileceğini biliyorsunuz. Pilot Ay Şehri’ne rapor verdi ve alçaldı. Geri çevrim işleminde, Dünya ışığında havalanan gemiye benzer bir şey gördüğüne yemin etti. Yere konduğunda, yanmış bir ceset ve ayak izleri bulmuş.” “Parıltının” dedi, Dr. Urth, “Ateşlenen bir yakıcı olduğunu mu düşünüyorsunuz?” “Bu kesin.

Ceset henüz çok yeniydi. Bedenin iç kısımları daha donmamıştı. Ayak izleri iki kişilikti. Dikkatli ölçümler, izlerin ayrı uzay çizmesi boyutları gösteren, değişik çaplı, iki ayrı gruba ait olduğunu gösteriyordu. Temelde, GC-3 ve GC-5 kraterlerine gidiyorlardı, bir çift…” “Ay kraterlerinin adlarının resmi kodlamalarını çok iyi biliyorum” dedi, Dr. Urth memnuniyetle. “Hmm. GC-3’te, kraterinin duvarında, içinde kazı yapıldığını gösteren parçalar bulunan bir çatlağa giren ayak izleri var. X işim kullanımı sonucunda görüldü ki…” “Çalan Çanlar” diye söze girdi uzaybilimci, büyük bir heyecanla. “Bana incelediğiniz cinayetin Çalan Çanlar’la ilgili olduğunu söylemeyin.” Davenport umursamazlıkla, “Ne fark eder” dedi. “Bende bir tane var. Bir üniversite gezisinde bulunmuştum. Orada hediye ettiler. Karşılığında da… Gelin müfettiş, size göstermeliyim.

” Dr. Urth yerinden sıçrayarak oda boyunca seğirtti. Davenport, peşinden takip etti. Birinciden daha geniş, daha loş, hemen hemen daha dağınık olan ikinci bir odaya girdiler. Davenport düzenli bir sırası olmadan yığılmış bir miktar gelişigüzel malzemeleri şaşkınlık içinde inceledi. Bazı romantiklerin, uzun süre önce yok olmuş Marslılar’ın bir elişi olduğunu varsaydıkları, Mars’tan gelme küçük bir ‘mavi cam’ yumrusu, bir meteorit, eski uzay gemilerinin bir modeli, ‘Venüs Atmosferi’ markasının üzerinin karalandığı mühürlü bir şişe vardı. Dr. Urth coşkuyla “Bütün evimi bir müze yaptım. Bu bekâr olmanın avantajlarından biri. Tabii, eşyaları pek düzenleyemiyorum. Bir gün boş bir haftam filan olursa…” diye konuştu. Bir süre bakındı, şifreyi çözdü; sonra hatırlayıp, Barnard gezegeninde en üstün yaşam biçimi olan deniz omurgasızlarının gelişimini gösteren bir çizim çekerek “İşte burada. Korkarım zedelenmiş” dedi. Çan ince uzun bir telin ucuna asılmış, dikkatlice lehimlenmişti. Hasarı belirgindi.

Yapısı, düzensizce ama sıkıca bir araya getirilmiş iki küçük küre gibi görünmesine neden olacak biçimde yarısında damlıyordu. Buna rağmen, mat bir parlaklık verecek biçimde güzelce cilalanmış, hafif gri renkli, kadife gibi düz ve çiçek bozuğu lekeleriyle öyle yapılmıştı ki, laboratuvarlar sentetik çan yapımındaki sonuçsuz çabalarında, benzerini üretmenin imkânsız olduğunu görmüşlerdi. Dr. Urth, “Emin bir satıcı bulmadan önce iyi bir pazarlık yapmıştım. Defolu bir çanın özellikleri değişkendir. Ama kemik işe yarar. Burada bir tane var” dedi ve gri-beyaz bir maddeden yapılmış kısa kalın kaşığa benzeyen bir şey kaldırdı “Bir öküzün uyluk kemiğinden yaptım. Dinleyin.” Şaşırtıcı bir nezaketle, parmaklarıyla en iyi noktaya arayarak çanı hareket ettirdi. Dikkatlice devam ederek ayarladı. Sonra çanı serbest bırakarak, kemikten kaşığın kalın ucuyla hafifçe vurdu. Sanki bir mil ötede bir milyon arp çalıyordu. Ses yükseliyor, azalarak geri dönüyordu. Belirli bir yönden gelmiyordu. Kafanın içinde, aynı anda inanılmaz derecede sevimli, acıklı ve heyecanlı bir biçimde ses devam ediyordu.

Ses yavaşça sona erdiğinde her ikisi de tam bir dakika boyunca sessiz kaldı. Dr.Urth, “Kötü değil, ha?” dedi ve elinin bir hareketiyle zili yeniden sallandığı tele asarken. Davenport heyecanla kıpırdandı. “Dikkat! Kırmayın.” İyi bir Çalan Çan’ın kırılganlığı eskiden beri biliniyordu. Dr.Urth, “Jeologlar çanların yalnızca basınç altında sertleştirilen, içinde kayalardan yapılmış boncukların serbestçe sallandıkları bir hava boşluğunu saran pumisten yapıldıklarını söylediler. Bu onların söylediği. Ama hepsi buysa, biz neden bir tane üretemiyoruz? Şimdi defosuz bir çan bunu bir çocuğun harmonikası gibi çalardı” dedi. “Kesinlikle” diye cevap verdi Davenport, “Ve Dünya’da defosuzuna sahip olan bir düzine insan yoktur ve hiçbir soru sormadan, herhangi fiyata bir tane satın alacak ancak yüz kişi ya da kurum vardır. Bir çan stoku cinayete değerdi.” Uzaybilimci Davenport’a döndü ve gözlüklerini küt işaret parmağıyla, bitimsiz burnunun üstüne geri yerleştirdi. “Cinayet dosyanızı unutmadım. Lütfen devam edin.

” “Bir cümleyle özetlenebilir: Katilin kimliğini biliyorum.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir