Philip K. Dick – Timothy Archer

Barefoot seminerlerini Sausalıto’daki yüzen evinde verir. Neden bu dünyada olduğumuzu öğrenmek yüz dolara patlar. Fiyata bir sandviç de dahil ama o gün aç değildim. John Lennon henüz öldürülmüştü ve sanırım neden bu dünyada olduğumuzu biliyorum; en sevdiğin şeyin, kaderden ziyade yüksek mevkilerdeki bir hata sonucu elinden alınacağını öğrenmek için. Honda Civic’imi belirlenmiş alana park ettikten sonra, radyo dinleyerek arabada oturmaya devam ettim. Bütün Beatles şarkıları, bütün radyo kanallarında çalınmaya başlamıştı bile. Lanet olsun, diye düşündüm. Jefferson Archer’la hala evli olduğum altmışlara geri dönmüş gibi hissediyorum. “Beşinci Kapı nerede?” diye sordum yanımdan geçen iki hippiye. Cevap vermediler. John Lennon olayını duymuşlar mıydı acaba? Arap mistisizmiyle, Sufilerle ve Edgar Barefoot’un Berkeley radyosu KPFA’daki haftalik programında bahsettiği diğer şeylerle neden ilgilendiğimi düşündüm. Sufiler mutlu bir grup insan. Tanrı’nın özünün güç, bilgelik veya sevgi değil, güzellik olduğunu öğretiyorlar. Bu, dünya için tamamen yeni bir fikir, Yahudiler ve Hıristiyanlara yabancı. Ben ikisi de değilim.


Hala Berkeley’deki Telegraph Caddesi’nde, Musik Shop’ta çalışıyorum ve Jeff’le evliyken aldığımız evin taksitlerini ödüyorum. Ev bana kaldı, Jeff’e ise hiçbir şey. Hayat hikayesi buydu. İnsan neden Arap mistisizmiyle ilgilensin ki? Honda’mı kilitleyip yan yana dizilmiş teknelere doğru ilerlerken kendime bunu sordum. Hem de böyle güzel bir günde. Ama ne önemi vardı; Richardson Köprüsü’nden geçip zevksiz Richmond ve rafineriler arasından onca yolu gelmiştim bir kere. Körfez güzel. Richardson Köprüsü’nde hız kontrolü var. Polis gişeden geçişiniz ve Marin tarafında köprüden çıkışınızı kaydediyor. Marin County’ye gereğinden çabuk varırsanız, bu size pahalıya patlar. Beatles hiçbir zaman umurumda olmadı. Jeff eve Rubber Soutu getirdiğinde, yavan olduğunu söylemiştim. Evliliğimiz parçalanıyordu ve her gün, milyonlarca defa Michelle*i dinliyordum. Sanırım 1966 civarındaydı, Bay Area’da birçokları, olayları Beatles plaklarının çıkış tarihleriyle hatırlar, Paul McCartney’in ilk solo albümü, JefPle ayrılmamızdan önceki yıl çıkmıştı. Ne zaman Teddy Boy’u duysam, ağlamaya başlarım.

O yıl evimizde yalnız yaşıyordum. Bunu yapmayın. Yalnız yaşamayın. Savaş karşıtı hareketi, sonuna kadar JefPe arkadaş oldu. Bense geri çekilip KPFA’nın çaldığı, çoktan unutulması gereken barok müzik parçalarını dinledim. Edgar Barefoot’u da böyle duydum. Alçak sesi ve kendi entelektüel faaliyetinin tadını çıkaran, birbirini izleyen her satoride iki yaşında bir bebek gibi sevinen haliyle, onun bir ahmak olduğunu düşündüm. Bay Area’da böyle düşünen tek kişi olduğuma dair kanıtlar var. Daha sonra fikrimi değiştirdim; KPFA gece yarısı Barefoot’un konuşma bantlarını yayınlamaya başladı, uyumaya çalışırken bunları dinliyordum. Yarı uykudayken, bütün o monoton konuşma anlamlı geliyor. Birçok kişi bana 1973 civarında Bay Area’da yayınlanan bütün programlara, muhtemelen Marslılar tarafından bilinçaltı mesajlar yerleştirildiğini anlattı. Barefoot’tan aldığım mesaj şöyleydi: Sen aslında iyi birisin ve kimsenin hayatını belirlemesine izin vermemelisin. Her neyse, zamanla daha çok ve daha kolay uyur oldum; JefPi ve o öldüğünde sönen ışığı unuttum. Sadece ara sıra, genellikle University Caddesindeki kooperatifte çıkan bir krizle ilgili olarak, bazı anılar aklıma geliyor. Jeff kooperatifte kavgalara bulaşırdı.

Bunun eğlenceli olduğunu düşünürdüm. Şimdi iskele boyunca, Edgar Barefoot’un rahat yüzen evine doğru yürürken, bu semineri John Lennon’ın ölümüyle hatırlayacağımı fark ettim; bu iki olay benim için ayrılmaz bir bütün. Öğrenmeye başlamak için ne yol, diye düşündüm. Eve dön ve bir sürü sigara iç. Aydınlanmanın zayıf sesini unut gitsin; zaman silahların zamanı; aydınlanmış olsan da olmasan da yapabileceğin hiçbir şey yok; sen Cal. 1 2 Edebiyat Fakültesi diplomalı bir plak satıcısısm. “En iyilerin eksiktir inanci\. bunun gibi bir şey. “Hangi hoyrat hayvan… hethlehem’e doğru çökük omurlarla yürür, doğmak için! n Kötü duruşlu bir yaratık, dünyanın kabusu. Yeats’ten sınav olmuştuk. A-eksi almıştım. İyiydim. Bütün gün yerde oturup, peynir ve keçi sütü tıkınarak, en uzun romanı çözmeye çalışabilirdim… Bütün uzun romanları okudum. Cal. mezunuyum.

Berkeley’de yaşıyorum. Kayıp Zamanın îdinde’yi okudum ve hiçbir şey hatırlamıyorum, derler ya: Bir kulağımdan girip diğerinden çıktı. Kütüphanede, kitabımın masaya geldiğini belirten işareti bekleye-rek geçirdiğim yılların bana hiç faydası olmadı. Bu, muhtemelen birçok kişi için doğru. Ama onlar, genelde kabul edilenden daha açıkgözlü olduğumuz güzel yıllar olarak aklımda kaldı; tam olarak ne yapmamız gerektiğini biliyorduk: Ni-xon rejiminin gitmesi gerekiyordu; yaptığımız her şeyi bilerek yaptık ve hiçbirimiz pişman değil. Jeff Archer artık ölü; bugünden itibaren John Lennon da. Diğer ölüler yol boyunca uzanıyor, sanki kocaman bir şey geçip gitmiş gibi. Belki Tanrı’nın özündeki güzelliğe olan inançlarıyla Sufıler beni mutlu edebilir; belki de bu yüzden şu konforlu yüzen eve doğru yürüyorum: tüm üzücü ölümlerin hiçbir şey yerine bir şey anlamına geldiği, her nasılsa neşeye dönüştüğü bir plan gerçekleşiyor. Arkadaşımız Junkie Joe’ya benzeyen, korkunç zayıflıkta bir çocuk beni durdurup, “Bilet?” diye sordu. “Bunu mu diyorsun?” Çantamdan, Barefoot’un yüz dolarlık ödemem karşılığında postaladığı kartı çıkardım. California’da süpermarketten bezelye alır gibi aydınlanma satın alırsınız, ebat ve ağırlıkla. İki kilo aydınlanma rica ediyorum, dedim kendi kendime. Yok, en iyisi beş kilo olsun. Elimdeki tükenmek üzere. ‘Teknenin kıçına gidin,” dedi sıska genç.

“Sana da iyi günler,” dedim. Edgar Barefoot’u ilk defa gören biri, araba tamircisi olduğunu düşünür. Yaklaşık 1.70 boyunda, o kadar şişman ki abur cubur -genelde hamburger-yiyerek hayatta kaldığı hissine kapılıyorsunuz. Kel. İnsan uygarlığının bu zamanı ve dünyanın bu bölgesi için tamamen yanlış giyiniyor; üzerinde uzun bir yün ceket, en sıradanından kahverengi bir pantolon ve mavi pamuklu bir gömlek var., ama ayakkabıları pahalı gibi duruyor. Şu boynundaki şeye kravat denebilir mi bilmiyorum. Belki onu asmaya çalıştılar ama çok ağır geldi; ipi kopardı ve işine bakmaya devam etti. Aydınlanma ve hayatta kalma birbirine karıştırılıyor, dedim kendi kendime otururken – ucuz katlanır sandalyeler, şimdiden sağda solda birkaç kişi var, çoğunlukla gençler. Kocam öldü, babası da öldü; babasının metresi bir kavanoz uyku hapı yuttu ve şimdi mezarda, daimi uykuda, amacı da buydu zaten. Kulağa bir satranç maçı gibi geliyor: piskopos öldü, onunla birlikte JefPe göre piskoposun örtülü ödeneğiyle geçinen sarışın Norveçli kadın da; bir satranç maçı ve bir dolandırıcılık. Bunlar tuhaf zamanlar, ama o zamanlar çok daha tuhaftı. Karşımızda duran Edgar Barefoot, önlere oturmamızı istedi. Bir sigara yaksam ne olur diye merak ettim.

Bir keresinde Vedas üzerine bir konuşmadan sonra, bir ashramda sigara yakmıştım. Kalabalığın nefreti üzerime çökmüştü, kaburgama yediğim dirsek de cabası. Yüce kişileri çileden çıkarmıştım. Yüce kişilerin garip yanı, onların da diğerleri gibi ölmesi. Piskopos Timothy Archer’da bol miktarda yücelik vardı, ama ona hiç yararı dokunmadı; o da diğerleri gibi yeraltında yatıyor. Ruhani şeyler buraya kadar. Yüksek amaçlar buraya kadar. İsa’yı arıyordu. Dahası, İsa’nın ardında gizli olanı arıyordu: asıl gerçeği. Düzmeceyle yetinseydi hala hayatta olurdu. İşte bu kafa yorulacak bir şey. Yalanı kabul eden insanlar hala yaşıyor; Yahuda Çölü’nde helak olmadılar. Modern zamanların en ünlü piskoposunun başına bunlar geldi çünkü İsa’dan şüphe ediyordu. Buradan çıkarılacak bir ders var. Belki ben aydınlanmışım-dır; şüphe etmemem gerektiğini biliyorum.

Bildiğim bir diğer şey de arabayla evden on bin mil uzaktaki çöllere giderken, yanıma iki şişeden daha çok Coca-Cola almam gerektiği. Sanki hala San Francisco’nun merkezindeymişim gibi bir benzinci haritasıyla. Portsmouth Meydanını bulmak için işe yarar ama Hıristiyanlığın iki bin iki yüz yıldır saklı olan gerçek kaynağını saptamak için pek iyi değil. Eve gidip bir sürü sigara içeceğim, dedim kendi kendime. Bu zaman kaybı; John Lennon’ın öldüğü andan beri her şey zaman kaybı, yas tutmak dahil. Büyük Perhiz için yas tutmayı bıraktım. Barefoot ellerini bize doğru kaldırarak konuşmaya başladı. Ne söylediklerine dikkat ettim; ne de aklımda kaldılar. Bunu dinlemek için yüz dolar verdiğimden aptallık bendeydi; karşımızdaki adam akıllı olandı çünkü parayı o alıyordu: biz veriyorduk. Bilgelik böyle ölçülür: kimin ödediğiyle. Bunu öğretiyorum. Sufilere öğretmenlik yapmalıyım, Hıristi-yanlara da, özellikle de ödeneğe sahip piskoposlara. Bana bir yüzlük atıver, Tim. Piskoposa “Tim” diye hitap ettiğinizi düşünsenize. Papa’ya “George” veya Aiis\t\d kertenkele gibi “Bili” demeye benziyor.

Hatırladığım kadarıyla Bili bacadan inmişti. Anlaşılmaz bir gönderme; Barefoot’un söyledikleri gibi, dikkat çekmiyor ve kimse de hatırlamıyor. “Yaşamdaki ölüm,” dedi Barefoot, “ve ölümdeki yaşam;yin vejmg gibi, bir sürekliliğin iki biçimi. İki yüz – Arthur Koestler’in terimiyle bir “holon”. Jattus’u okumalısınız. Her biri neşeli bir dansla diğerinin içine girer. İçimizde ve bizim aracılığımızla dans eden Efendi Krishna’dır; hepimiz, hatırlarsanız, zaman biçiminde ortaya çıkan Sri Krishna’yız. Bu onun asıl, evrensel biçimi. Nihai biçim, tüm insanların yok edicisi… var olan her şeyin.” Büyük bir keyifle hepimize gülümsedi. Bu saçmalığa ancak Bay Area’da müsamaha gösterilir, diye düşündüm. İki yaşında biri bize nutuk çekiyor. Tanrım, hepsi ne kadar aptalca! Eskiden kalan nefretimi hissediyorum, JefPin çok hoşuna giden, Berkeley’de geliştirdiğimiz öfkeli tiksinti. Onun eğlencesi en ufak şeye sinirlenmekti. Benim-kiyse saçmalığa katlanmak.

Üzerine para ödeyerek. Ölümden son derece korkuyorum, diye düşündüm. Ölüm beni mahvetti; tüm insanların yok edicisi Sri Krishna değil; arkadaşlarımın yok edicisi ölüm. Onları birer birer aldı ve geri kalan kimseye dokunmadı. Siktiğimin ölümü. Sevdiklerimin üstüne atıldın. Deliliklerinden yararlandın ve galip geldin. Aptal insanları istismar ettin ki bu çok kabaca. Emily Dickinson “merhametli Ölüm”den bahsederken zırvalıyordu; ölümün merhametli olduğu düşüncesi iğrenç. Hiç Eastshore Otoyolu’nda altı arabalık bir zincirleme kaza görmemiş ki. Sanat da teoloji gibi ambalajlanmış bir sahtekarlık. Ben bir başvuru kitabında Tanrı’yı ararken, aşağıda insanlar savaşıyor. Tanrı, lehinde ontolojık kanıtlar. Daha iyisi: aleyhinde pratik kanıtlar. Böyle bir liste yok.

Zamanında olmuş olsaydı çok yardımı dokunurdu: aptallık aleyhindeki kanıtlar, ontolojık ve ampirik, antik ve modern (bkz. sağduyu). Öğrenim görmekle ilgili sorun, öğrenimin uzun sürmesidir; hayatınızın en iyi bölümü harcanır ve bitirdiğinizde bildiğiniz şey, bankacılığa girseydiniz daha karlı çıkacak olduğun uzdur. Acaba bankacılar böyle sorular sorar mı? Bankacılar bugün kredi faizi ne kadar diye sorar. Bir bankacı Yahuda Çölü’ne gidecek olursa, yanma herhalde işaret fişeği, matara, kumanya, bir de bıçak alır. Eski bir aptallığı gösteren, İsa figürlü bir haç değil. Eastshore Otoyolu’ndaki insanların-ve yanında umutlarımın da- yok edicisi; Sri Krishna, hepimizin canına okudun. Diğer uğraşlarında başarılar. Öbür tanrıların gözünde aynı derecede övgüye değerler. Numara yapıyorum, diye düşündüm. Bu ani öfkelenmeler saçma. Bay’in entelektüel cemiyetiyle takılmaktan bu hale geldim; konuşur gibi düşünüyorum: süslü ve bilmecelerle; bir insan değil, kendi kendine öğüt veren bir sesim ben. Daha kötüsü, dinlerken konuşuyorum. Anlamsız veri girer (bilgisayar bilimcilerinin dediği gibi); anlamsız veri çıkar. Bay Barefoot’a anlamsız bir soru sormalı ve o, mükemmel cevabı kelimelere dökmeye çalışırken eve dönmeliyim.

Böylece o kazanır, ben de gidebilirim. İkimiz de kar ederiz. Beni tanımıyor; ben de onu tanımıyorum, tumturaklı konuşması dışında. Şimdiden kafamda uğulduyor ve daha yeni başladı; bu bir dizi seminerin ilki. Tumturaklı zırvalar… Archer ailesinin, belki bir TV sit-comundaki siyah hizmetçisinin adı. “Tumturaklı, çabuk o siyah kıçını kaldırıp buraya gel, duydun mu?” Bu gülünç adamın söyledikleri önemli; Sri Krishna’dan ve insanların nasıl öldüklerinden söz ediyor. Bu, şahsi tecrübemle kayda değer saydığım bir konu. Benim için tanıdık; yıllar önce hayatıma girdi ve bir daha çıkmayacak. Bir zamanlar eski bir çiftlik evimiz vardı. Tost makinesinin fişini taktığımızda sigortalar atardı. Yağmurlu havalarda, mutfaktaki lambadan su damlardı. Jeff, sızıntıyı önlemek için ara sıra çatıya zifte benzer bir şey dökerdi; tamir ettirmeye paramız yetmiyordu. Zift işe yaramazdı. Evimiz, benzerleriyle birlikte Berkeley’in düz tarafında, Dwight Yolu yakınında, San Pablo Caddesi’ndeydi. İşin iyi yanı, JefPle Kötü Şans Restoranı’na yürüyüp, salataları hazırlayan ve kimin fotoğraflarının bedava sergi için asılacağına karar veren, mekanın sahibi (kimilerine göre) KGB ajanı Fred HilFe bakabiliyorduk.

Fred yıllar önce şehre geldiğinde, Bay Area’daki tüm Parti üyeleri korkudan donup kaldı; bu, civarda bir Sovyet tetikçisi olduğu anlamına geliyordu. Kimlerin Parti’ye bağlı olduğu da ortaya çıkıyordu. Adanmışlar arasında korku hüküm sürüyordu ama başka kimsenin umurunda değildi. Eskatolojik yargıcın inançlı koyunları diğerlerinden ayırması gibiydi, ancak bu sefer ürperen inançlılardı. Yoksulluk düşleri Berkeley’de genel bir beğeni uyandırırdı. Tabii siyasi ve ekonomik durumun kötüye giderek, ülkeyi yıkıma sürükleyeceği umuduyla beraber: bu eylemcilerin teorisiydi. Felaket o kadar muazzam olacaktı ki herkesi mahvedecekti, bundan sorumlu olmayanlar da diğerleriyle birlikte bozguna uğrayacaktı. O zamanlar tamamen delirmiştik, şimdi de öyleyiz. Deli olmak edebidir. Örneğin kızınıza Goneril adını koymak için deli olmanız gerekirdi. Cal.’deki İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrendiğimiz gibi, delilik Globe Theater’ın patronları için eğlenceliydi. Artık değil. Evde harika bir sanatçı-sındır, ama burada sadece Here Comes Everybody 3 hakkında zor bir kitabın yazarısın. Ne olmuş yani? Kenar boşluğuna burnunu karıştıran biri çizilmiş.

Onun için de, bu konuşma gibi, iyi para ödedik. Uzun süredir yoksul olmanın bana bir şevler öğretti-3 James Joyce’un 1939’da yayımlanan Fınnegansın Ahı’ında, HCE adlı karakterin kullandığı takma ad. ğini, zekamı keskinleştirdiğini sanırdınız. Kendimi koruma içgüdümü. Calıfornia bölge piskoposu Timothy Archer’ı, sevgilisini ve oğlu, pro forma ev ve maaş sahibi kocamı tanımış olan, son yaşayan insanım. Biri bunu yapmalıydı – hoş, kimse beraberce tuttukları yoldan gitmemiş olsaydı iyi olurdu, ölmeye gönüllü, her biri, Parsifal gibi, tam bir aptal. 1 University of California, Berkeley (ç.n.) 2 William Butler Yeats’in 1919 tarihli “The Second Corning” şiirinden. (ç.n.) İKİ Sevgili Jane Marion: İki gün içinde iki kişi -biri editör, diğeri yazar iki arkadaşım— The Green Cover’i okumamı tavsiye etti. Çağdaş edebiyatta neler olup bittiğini bilmek istiyorsam sizin yazılarınızı okumam gerektiğini söylediler. Kitapla eve döndüğümde (başlıktaki makalenin en iyisi olduğunu ve onunla başlamamı söylemişlerdi), burada Tim Archer’la ilgili bir yazı yazdığınızı fark ettim. Ve okudum.

Birdenbire dostum yeniden canlanıverdi. Bu bana neşe değil, şiddetli bir acı veriyor. Onunla ilgili yazamıyorum, ne de olsa Cal.’de Edebiyat okumama rağmen yazar değilim; her neyse, bir gün oturup alıştırma olsun diye ikimiz arasında sahte bir diyalog karaladım, akıcı konuşmasının ahengini yakalayıp yakalayamayacağımı görmek için. Başardım da, ama o da Tim gibi ölüydü. İnsanlar bazen bana onun neye benzediğini soruyor, Hıristiyanlıkla pek ilgim olmadığı için kilise ahalisiyle eskisi gibi sık karşılaşmıyorum. Kocam Jeff, onun oğluydu, yani Tim’i oldukça yakından tanıyordum. Sık sık teolojiden bahsederdik. Jeff’ın intiharından sonra Tim ve Kirsten’le San Francisco’da havaalanında buluştuk; İngiltere’den henüz dönmüşlerdi ve Zadokite Metinleri’nin resmi çevirmenleriyle görüşüyorlardı, Tim ilk defa hayatının bu noktasında İsa’nın bir aldatmaca olduğuna ve Zadokite Mezhebi’nin gerçek dine malik olduğuna inanmaya başlamıştı. Bana bu haberi cemaatine nasıl bildirmesi gerektiğini sordu. Bu olay Santa Barbara’dan önceydi. Kirsten’i şehrin Tenderloin bölgesinde gösterişsiz bir dairede tutuyordu. Oraya çok az insan gitmiştir. Tabii Jeff ve ben gidebiliyorduk. JefPin beni babasıyla tanıştırmasını hatırlıyorum; Tim bana yaklaştı ve dedi ki, “Ben Tim Archer.

” Piskopos olduğunu söylemedi. Gerçi yüzüğünü takmıştı. Kirsten’in intiharını ilk haber alan benim. Hala JefPin intiharının acısını duyuyorduk. Orada öylece durup Tim’in bana Kirsten’in “kayıp gittiğini” söylemesini dinlemek zorunda kaldım; Kirsten’e çok düşkün olan küçük kardeşimi görüyordum; tahta bir Spad 13 modeliyle uğraşıyordu – arayanın Tim olduğunu biliyordu ama şimdi Kirsten’in de Jeff gibi ölmüş olduğunu elbette bilmiyordu. Tim, tanıdığım herkesten şu yönleriyle farklıydı: her şeye inanabilirdi ve derhal yeni inancının gerektirdiği biçimde davranırdı; ta ki başka bir inanca rastlayana ve ona göre davranana dek. Örneğin bir medyumun, Kirsten’in oğlunun ciddi zihinsel problemlerini tedavi ettiğine ikna olmuştu. Bir gün televizyonda David Frost’a verdiği röportajı izlerken, Jsff ve benim hakkımda konuştuğunu fark ettim… ama söyledikleriyle gerçek durum arasında hiçbir ilişki yoktu. Jeff de izliyordu; babasının onun hakkında konuştuğunu bilmiyordu. Tim Ortaçağdaki gerçekçiler gibi, kelimelerin hakiki şeyler olduğuna inanıyordu. Bir şeyi kelimelere dökebiliyorsanız, de jacto gerçek demekti. Hayatına mal olan da buydu. Öldüğünde İsrail’de değildim, ama onu çölde, haritasını San Francisco’daki bir benzinci haritası gibi incelerken hayal edebiliyorum. Harita, X mil giderseniz Y noktasına varırsınız diyordu, bunun üzerine Tim arabayı çalıştırıp Y noktasının orada olacağını bilerek X mil sürecekti; haritada böyle diyordu. Hıristiyan doktrinin her harfinden şüphe eden adam, yazılı olarak gördüğü her şeye inanıyordu.

Ancak benim için onunla ilgili en açıklayıcı olay, bir gün Berkeley’de gerçekleşti. Jeff ve ben belirli bir yer ve saatte Tim’le buluşacaktık. Tim geç kaldı. Öfkeden köpürmüş bir benzinci görevlisi peşinden koşuyordu. Tim, bu adamın istasyonunda deposunu doldurmuş, geri geri giderken benzin pompasını ezip dümdüz etmiş, sonra da bizimle randevusuna geç kaldığı için durmadan sürmeye devam etmişti. Görevli nefes nefese ve kendinden geçmiş halde “Pompamı mahvettin!” diye bağırdı. “Polis çağırabilirim. Durmadın bile. Bütün yolu peşinden koşmak zorunda kaldım.” Merak ettiğim, Tim’in bu öfkeli, öfkeli ama toplumsal hiyerarşide mütevazı bir yere sahip adama, Tim’in tepesinde durduğu basamakların dibindeki bu adama, California Bölge Piskoposu olduğunu ve dünyaca tanındığını, Martin Luther King, Jr. ve Robert Kennedy ile dostluk ettiğini, o sırada resmi giysisini giymemiş büyük ve ünlü biri olduğunu söyleyip söylemeyeceğiydi. Söylemedi. Tevazu ile özür diledi. Görevli bir süre sonra uğraştığı adam için büyük parlak metal pompaların var olmadığını anladı; başka bir dünyada yaşayan biriydi uğraştığı. Bu başka dünya Tim ve Kirsten’in “Öbür Taraf’ dediği yerdi ve bu öbür taraf onları adım adım kendisine çekti: önce Jeff, sonra Kirşten ve kaçınılmaz biçimde Tim’in kendisini.

Bazen kendime Tim’in hala var olduğunu ama şimdi tamamen o öbür dünyaya geçtiğini söylüyorum. Don McLean, Vincent’ta nasıl diyor? “Bu dünya senin gibi güzel biri için değil.” Dostum da böyleydi, bu dünya onun için asla gerçekten gerçek değildi, bu yüzden sanırım onun için doğru dünya değildi; bir yerlerde bir hata olmuştu ve içten içe bunu biliyordu. Tim’i düşündüğümde şunu düşünüyorum: “Ve hala düşlüyorum çimlere bastığım, Çiy içinde ruh gibi yürürken, Mutlu şarkım içine işlemiş halde. Yeats’in söylediği gibi. Tim üzerine yazdığınız için teşekkürler ama onu bir an yine canlı bulmak acı verici. Galiba yazının büyüklük ölçüsü de bu, bunu yapabilmesi. Yanılmıyorsam Aldous Huxley’in bir romanında, karakterlerden biri diğerine telefon edip heyecanla bağırır, “Az önce Tanrı’nın var olduğuna dair matematiksel bir kanıt buldum!” Tim olsaydı ertesi gün ilkine karşı çıkan bir kanıt bulurdu – ve buna da kolayca inanırdı. Sanki her çiçeğin yeni ve farklı olduğu bir çiçek bahçesindeydi, sırayla her birini keşfediyor ve her birinden eşit oranda keyif alıyordu ama sonra önceki çiçekleri unutuyordu. Dostlarına tamamen sadıktı. Onları asla unutmazdı. Onlar değişmez çiçekleriydi. Garip olan şu ki, Bayan Marion, bir biçimde onu kocamdan daha çok özlüyorum. Belki üzerimdeki etkisi daha büyüktü. Bilmiyorum.

Sebebini belki de siz bana söyleyebilirsiniz; yazar olan sizsiniz. İçtenlikle, Angel Archer Bunu, yazıları küçük dergilerin en iyilerinde yayımlanan, meşhur New York Edebiyat Kurumu yazarı Jane Marion’a yazdım; cevap beklemiyordum, almadım da. Belki mektubu yolladığım yayıncısı okuyup atmıştır; bilmiyorum. Marion’ın Tim’le ilgili makalesi beni çileden çıkarmıştı; tamamen ikinci el bilgiye dayalıydı. Marion Tim’le hiç tanışmamıştı ama yine de onunla ilgili yazdı. Tim’in “amacına hizmet ettiğinde arkadaşlarına sırt çevirmesi” veya buna benzer bir şey söylemişti. Tim hayatı boyunca hiçbir arkadaşına sırt çevirmedi. Jeff ve benim piskoposla şu randevumuz önemliydi. İki yönden, resmi ve sonradan gördüğümüz üzere gayri resmi. Resmi yönü şuydu, Piskopos Archer ve DKH’nin Bay Area temsilcisi, arkadaşım Kirşten Lundborg arasında bir toplantı, bir birleşme gerçekleştirmek niyetindeydim. Dişi Kurtuluş Hareketi, Tim’in kendileri için bir konuşma yapmasını istiyordu, bir serbest konuşma. Piskoposun oğlunun karısı olarak, bunu başarabileceğim düşünülmüştü. Tim’in durumu anlamadığını söylemeye gerek yok, ama bu onun suçu değildi; ne Jeff ne de ben ona bilgi vermiştik. Adını duyduğu Kötü Şans’ta yemek yemek için buluştuğumuzu sanıyordu. Hesabı Tim ödeyecekti çünkü o yıl hiç paramız yoktu, hatta önceki yıl da.

Shattock Caddesi’ndekı bir hukuk bürosunda daktilograf olduğum için ücretli farz ediliyordum. Hukuk bürosu, bütün protesto hareketlerine katılan iki Berkeley’li tipten oluşuyordu. Uyuşturucuyla ilgili davaların savunmasını alırlardı. Şirketlerinin adı BAR N ES VE GLEASON HUKUK BÜROSU VE MUM DÜKKANI’ydi; el yapımı mumlar satıyor, ya da en azından sergiliyorlardı. Jerry Barnes bu şekilde kendi mesleğini aşağılıyor ve para kazanmakla ilgilenmediğini belli ediyordu. Bu konuda epey başarılıydı. Bir keresinde minnettar bir müşterinin ödemeyi opiumla yaptığını hatırlıyorum, şekersiz çikolata gibi görünen siyah bir çubuk. Jerry onunla ne yapacağını bilememişti. En sonunda birine hediye etti. KGB ajanı Fred Hill’i iyi bir lokantacı gibi müşterilerini selamlayıp ellerini sıkarken izlemek ilginçti. HilPin soğuk gözleri vardı. Dedikodulara göre, Parti disiplini içinde rahat durmayanları öldürme yetkisine sahipti. Fred Hill bizi masamıza götürürken Tim, orospu çocuğuna hiç aldırış etmedi. Merak ediyordum; California Piskoposu, menülerimizi vermekte olan adamın ABD’de sahte isimle çalışan bir Rus, Sovyet gizli polisinin bir mensubu olduğunu bilseydi ne derdi acaba? Belki de hepsi bir Berkeley efsanesinden ibaretti. Önceki yıllarda olduğu gibi, Berkeley ve paranoya yakın dosttular.

Vietnam Savaşı’nın sonu çok uzaktı; Nixon henüz Birleşik Devletler askerlerini geri çekmemişti. Watergate skandalına yıllar vardı. Hükümet ajanları Körfez Bölgesinde dolanıyordu. Biz bağımsız eylemciler herkesten şüpheleniyorduk; ne sağa ne de Amerikan Komünist Partisi’ne güveniyorduk. Berkeley’de en nefret edilen şey, polisin kokuşuydu. “Selam millet,” dedi Fred Hill. “Bugün etli sebzeli çorbam var. Karar verirken bir kadeh şarap alır mıydınız?” Üçümüz de -Gallo olmadığı sürece- şarap istediğimizi söyledik ve Fred Hill kadehlerimizi getirmeye gitti. “O bir KGB albayı,” dedi Jeff piskoposa. “Çok enteresan,” dedi Tim, menüyü inceleyerek. “Maaşları çok az,” dedim. “Restoranı da bu yüzden açmış olmalı,” dedi Tim, etrafındaki diğer masalar ve müşterilere bakarak. “Sizce burada Karadeniz havyarı var mıdır?” Bana bir göz atıp sordu, “Havyar sever misin Angel? Mersinbalığı yumurtası, gerçi bazen Cyclopterus hrn-pus yumurtasını havyar diye satıyorlar; ama o daha kırmızımsı ve büyük olur. Çok daha ucuzdur. Ben onu sevmem – deniztavşanı havyarını yani.

Bir bakıma ‘deniztavşanı havyarı’ demek oksimoron olur.” Kendi kendine güldü. Kahretsin, diye düşündüm.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir