Philip Roth – Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü

Brenda’yı ilk görüşümde, gözlüğünü tutmaını söyledi bana. Sonra da tramplenin ucuna kadar yürüyüp buğulu gözlerle havuza baktı; suyu boşaltılmış olsaydı bile, miyop Brenda fark edemeyecekti bunu. Çok güzel daldı, bir an sonra havuzun kenarına doğru yüzmekteydi, kısacık kesilmiş kestane rengi saçlarıyla uzun bir sapın ucundaki gül e benzeyen başı ileriye uzanmıştı, dimdikti. Kayareasma havuzun kenarına geldi, yanıma. “Teşekkür ederim,” dedi, gözleri ıslaktı ama sudan değildi bu ıslaklık Gözlüğünü almak için elini uzattı ama dönüp uzaklaşıncaya kadar takmadı. Gidişini izledim. Elleri kalçalarının yanında belirdi ansızın. Başparmağıyla işaretparmağını kullanıp mayasunun altını tuttu, aradan görülen et parçasını yerine soktu. İçim bir tuhaf oldu. O gece yemekten önce telefon ettim ona. Yengem Gladys, “Kime telefon ediyorsun?” diye sordu. “Bugün gördüğüm bir kıza.” “Doris mi tanıştırdı?” “Doris havuzun suyunu boşaltan herifle bile tanıştırmaz beni, Gladys Yenge.” ll “Öyle konuşma. Kuzen kuzendir.


Nasıl tanıştınız?” “Tanışmadık ki. Gördüm sadece.” “Kimmiş?” “Soyadı Patimkin.” Gladys Yenge, Green Lane Country Club’daki herkesi tanırmış gibi, “Patimkin, bilmiyorum,” dedi. “Hem tanımıyorsun hem de telefon edeceksin.” “Evet,” dedim. “Kendimi tanıtırım.” “Kazanova,” dedi, dayımın yemeğini hazırlamaya gitti. Birlikte yemek yemezdik hiç: Gladys Yenge beşte, kuzenim Susan beş buçukta, ben altıda, arncam da altı buçuk ta yerdik Bir sebebi yoktu bunun, yengem kaçığın biriydi, o kadar. Telefon sehpasının altına sıkıştırılmış bütün rehberleri çıkardıktan sonra “Banliyö rehberi nerede?” diye sordum. “Ne?” “Banliyö rehberi. Short Hills’e telefon edeceğim.” “O ince rehber mi? Evi hiç kullanmadığım şeylerle mi dalduracağım bir de?” “Nerede?” “Tuvalet masasının altında, ayağı çıkmış ya, orada.” “Tam da koyacak yeri bulmuşsun,” dedim. “Danışmaya sorsana.

Bağırıp duracağına, ortalığı altüst edeceğine. Rahat bırak beni, arncan birazdan gelir. Daha sana bile yemek vermedim.” “Gladys Yenge, bu akşam hep birlikte yemek yesek. Hava sıcak, senin için de daha kolay olur.” “Ne kolay olur ya, aynı anda dört değişik yemek hazırlamak. Sen salçalı et yiyorsun, Susan peynir yiyor, Max da biftek. Ne yapayım, cumaları biftek yer hep. Ben de tavuk söğüş yi yorum. Yirmi kere oturup kalkayım mı? Harnal mı var burada?” “Peki, hepimiz biftek yesek, ya da tavuk söğüş … ” “Ben yirmi yıllık ev kadınıyım. Sen telefonunu et hadi.” 12 Telefon ettiğirnde, Brenda Patirnkin evde yoktu. Bir kadın sesi, kulüpte yemek yerneye gittiğini söyledi. Yemekten sonra dönecek mi (sesim, kilise korosunda şarkı söyleyen bir çocuğunkinden iki oktav daha yüksekti)? Bilmiyorum, dedi kadın, belki golf oynamaya gider. Kim arıyordu? Bir şeyler ınırıldandım – hiç kimse tanırnazsınız ben sonra aranın hayır rnesajırn yok teşekkür ederim özür dilerim rahatsız ettim … Sözün burasında bir yerlerde telefonu kapadırn.

Sonra yengem seslendi, yemeğe saldırdırn. “Ne içersin? Meyve suyu var, ağaç çileği, seltzer var, bir şişe de rneyveli gazoz var, istersen onu açayırn.” “istemem, teşekkür ederim.” “Su ister misin?” “Yemekte bir şey içrnern. Gladys Yenge, bir yıldır her gün söylüyorum … ” “Max ciğer ızgarayla koca bir kasayı içip bitirir. Bütün gün çalışa çalışa canı çıkıyor. Sen de öyle çalışsan sen de içerdin.” Ocağın başında bir tabağı etle, salçayla, haşlanrnış patatesle, bezelyeyle, havuçla doldurdu. Tabağı önü me koydu sonra, yerneğin sıcaklığını yüzümde duyabiliyordurn. Sonra da iki dilim çavdar ekmeği kesip masaya, önürne koydu. Bir patatesi çatalla ikiye bölüp yedim, Gladys Yenge karşırna oturmuş beni seyrediyordu. “Ekmek yernezsin,” dedi “boşuna fazla kesrneyeyirn, bayatlar.” “Ekmek yerim,” dedim. “Anasonlusunu pek sevrnezsin, değil mi?” Dilimlerden birinin yarısını koparıp yedim. “Et nasıl?” dedi.

“İyi. Güzel.” “Karnını patatesle, ekmekle doyuracaksın, kalan eti de atmak zorunda kalacağım.” Ansızın iskemieden fırladı. “Tuz!” Masaya dönünce tuz1 3 luğu önüme koydu – biber yenmiyordu evde: Radyoda Galen Drake’in programında biberin kana karışmadığını duymuştu, yemekte verdiği herhangi bir şeyin de boğazdan, mideden, bağırsaklardan sırf iş olsun diye geçip gitmesi Gladys Yenge’nin hiç mi hiç hoşlanmadığı bir şeydi. “Bezelyeleri hep seçecek misin böyle? Seçeceksen bileyim de havuç alırken boşu boşuna bezelye de alma yayım.” “Havuca bayılırım,” dedim. “Bayılırım.” Bayıldığıını göstermek için yarısını mideme indirdim, yarısını da pantolonuma döktüm. “Domuz,” dedi. Tatlıyı, hele meyveyi çok severdim ama canım istemedi. O sıcak gecede konserve mi yoksa taze meyve mi yiyeceğim konusunda tartışmaya girmek istemiyordum; konserve istesem taze meyve, taze meyve istesem konserve bulunacaktı buzdolabında, çalınmış elmaslar gibi. “Konserve şeftali istiyor, buzdolabı ise atılacak üzümlerle dolu … ” Gladys Yenge için hep bir şeyleri atmaktı hayat, en sevdiği şeyler çöpleri dökmek, kileri boşaltmak, Filistin’deki Zavallı Yahudiler diye adlandırdığı kimselere eski püskü bohçalar hazırlamaktı. Öldüğünde buzdolabı boş olur inşallah, yoksa öteki dünyayı zehir eder herkese; öyle ya, aşağıda peynirler küflenecek, portakalların içi geçecek. Max Amca eve geldi, ben Brenda’yı ararken mutfakta açılan gazoz şişelerinin seslerini duydum.

Telefondaki ses tiz, kuru, yorgundu bu keresinde: ‘�lo.” Makineli gibi konuşmaya başladım. “Alo-Brenda-Brendabeni-bilmezsin-yani-adımı-bilmezsin-ama-bugün-öğledensonra-kulüpte-gözlüğünü-tutmuştum… Sen-öyle-istemiştinben-üye-değilim-kuzenim-Doris-üye-Doris-Klugman-seninkim-olduğunu-da-ona-sordum … ” Bir soluk alıp konuşma fırsatı verdim ona, sonra da telefonun öteki ucundaki sessizliği yanıtladım: “Qoris mi? Hep Savaş ve Barış’ı okuyan biri var 14 ya, işte o. Yazın geldiğini de Doris’in Savaş ve Barış’ı okumasından aniarım zaten.” Brenda gülmedi; böyle şeylerden etkilenen bir kız değildi. “Adın ne?” dedi. “Neil Klugman. Hatırladın mı, tramplende gözlüğünü tutmuş tum.” Bir soruyla cevap verdi; öyle bir soruydu ki bu, yakışıklı yı da, çirkini de utandırırdı. “Nasıl birisin?” “Şey … esmerim.” “Zenci misin?” “Değilim,” dedim. “Peki, nasıl birisin öyleyse?” “Bu gece gelip göstereyim sana.” “Oooo.” Güldü. “Bu gece tenis oynuyorum.

” “Ben golf oynuyorsun sanmıştım.” “Oynadı m.” “Tenisten sonra?” “Ter içinde olurum,” dedi Brenda. Bumuma bir mandal takıp kaçmaını istemediği apaçık ortadaydı; basit bir gerçekti ve belli ki pek rahatsız etmiyordu Brenda’yı, bilmemi istemişti sadece. Ne çok titiz ne de böyle şeylere hiç mi hiç aldırmazmış gibi görünmeye çalışarak “Zararı yok,” dedim. “Gelip alabilir miyim seni?” Bir dakika kadar cevap vermedi; “Doris Klugman, Doris Klugman … ” diye mırıldandığını duydum. “Peki,” dedi sonra, “Briarpath Hills, sekizi çeyrek geçe.” “Altımda,” yılınl’ söylemedim, “açık kahverengi bir Plymouth olacak. Arabadan tanırsın beni. Peki, ben seni nereden tanıyacağım?” Tatsız, berbat bir kahkaha attım. “Ben kan-ter içinde olacağım,” dedi, telefonu kapadı. *** 15 Newark’tan çıkıp da Irvington’ı, demiryolu geçitlerini, makasçı kulübelerini, odun depolarını, Dairy Queens’i, eski otomobil mezarlıklarını geçince hava serinledi. Newark’ın altmış metre yükseğindeki banliyölere çıkarken insan gökyüzüne yaklaşıyordu sanki, daha da büyüyordu güneş, alçalıyor, daha da yuvarlak oluyordu; biraz sonra, kendi kendilerini sularmış gibi görünen uzun çimenlikleri, önlerinde kimsenin oturmadığı evleri geçtim; ışıkları yanıyordu hepsinin, ama bütün pencereler kapalıydı, çünkü hayatın dokusunu biz dışarıdakilerle paylaşmak istemeyen içeridekiler, ciltlerine gerekli nemi makinelerle ölçerek ayarlamışlardı. Saat sekizdi daha, erken gitmek istemiyordum; sokaklarda dolaşıp durdum, doğudaki üniversitelerin adını taşıyordu çoğu, sanki belediye yıllarca önce sokaklara ad koyarken burada oturanların çocukları ileride hangi okullara gidecek, onu kararlaştırmıştı. Gladys Yenge’yle Max Amca’yı düşündüm, daracık sokaklarının kül rengi karanlığında şezlonglara uzanmışlardı herhalde; her esinti, hayat sonrasının habercisi gibi tatlı geliyordu onlara; bir süre sonra, Brenda’nın tenis oynadığı küçük parka giden taşlık yola saptım.

Torpido gözünde duran Newark Şehrinin Sokakları haritası cırcırböceklerine dönüşmüştü sanki, o kısacık yan sokakların farkında bile değildim; gecenin sesleri, şakaklarımda zonklayan kanın sesi kadar yüksek geliyordu bana. Arabayı üç meşe ağacının koyu yeşil gölgeliğine bırakıp tenis toplarının sesine doğru yürüdüm. Bitkin bir sesin “Yine berabere,” dediğini duydum. Brenda’nın sesiydi, kanter içinde kalmış gibi konuşuyordu. Çakallı yolu tırmandım. Brenda’nın sesini duydum yine: “Servis bende.” Yolu dönüp bir böğürtlen dalı kopardım. “Avantaj!” Raketini havaya fırlatıp tuttu, tam o sırada ben göründüm. “Merhaba,” diye seslendim. “Merhaba, Neil. Şimdi bitiyor,” diye seslendi Brenda. Böyle konuşması karşısındaki kızı, onun kadar uzun boylu olma16 yan, kahverengi saçlı güzel kızı sinirlendirdi; yanından geçen topu aramayı bırakıp Brenda’yla bana pis pis baktı. Sebebini öğrenmekte gecikmedim bunun: Brenda beş-dört öndeydi, maçı kazanacağına inanıyordu; bu inanç da, karşısındaki kızda ikimize karşı bir öfke yaratıvermişti. Sonunda Brenda kazandı maçı, umduğu kadar çabuk bitiremedi ama kazandı işte. Simp midir nedir, buna benzer bir adı olan öteki kız altıda bitirmek istedi maçı, ama Brenda bırakmadı, koştu, sıçradı, zıpladı; gözlüğünün parıltısını görüyordum karanlıkta, kemerinin tokasını, çoraplarını, şortunu, arada bir de topu görüyordum.

Hava karardıkça hırsı arttı Brenda’nın, fileye yaklaşarak oynamaya koyuldu, doğrusu garipti bu, çünkü hava aydınlıkken geride oynadığını, ancak mecbur kalırsa fileye yaklaştığını, bundan da pek hoşlanmışa benzemediğini fark etmiştim daha önce. Kazanma tutkusu büyüktü ama güzelliğini koruma tutkusu daha da büyüktü. Tenis topunun yanağında bırakacağı kırmızı iz, yaptığı bütün maçları kaybetmekten daha çok acıtaeaktı canını, bana öyle geldi. Karanlık bastıkça hırsı arttı, sonunda Simp perişan oldu. Maç bitince arabayla eve bırakmak istedim Simp’i, Katherine Hepburn’ün eski filmlerinden kalma bir tavırla bu teklifimi reddetti, kendi başına gidebileceğini söyledi, evinin hemen oracıkta, biraz ötedeki güllüğün yanında olduğunu sonradan öğrendim. Pek hoşlanmamıştı benden, ben de ondan, ama eminim ki ben bu durumu ondan daha çok kafaya tak tım. “Kim bu?” “Laura Simpson Stolowitch.” “Niye Stolo demiyorsun?” diye sordum. “Bennington’da Simp diyorlar. Salak.” Terini kurutmak için eteğini tenine bastırıyordu. “Hayır. Bostan’da gidiyorum okula.” 17 Cevaptan hoşlanmadım. Biri çıkıp da hangi okula gittiğimi sorarsa cevabı yapıştırırım: Rutgers Üniversitesi’nin Newark Koleji bölümüne.

Belki biraz sesim çatlayarak, fazla hızlı, fazla kararsız söylüyorum, ama söylüyorum işte. Bir an, Montclairli piçleri hatırladım, Brenda köpek suratlı o salakları hatırlattı bana, kitaplıkta çalıştığım sıralarda gelip karşıma dikilirler, ben kitaplarını damgalarken boyunlarındaki uzun eşarpları çekiştire çekiştire ayak bileklerine kadar indirirler, hangi okula gittiklerini doğru dürüst söylemezler, “Boston’a” ya da “New Haven’a” derlerdi sadece. Ağaçlara bakarak, “Boston Üniversitesi’ne mi?” diye sordum. “Radcliffe’e.” Tenis kortundaydık ha.la, beyaz çizgilerin arasında. Kortun arkasındaki çalılıklarda ateşböcekleri uçuşuyordu, diken kokuyordu hava; gece ansızın hastınrken ağaçların yaprakları bir an ansızın parıldayıverdi üstlerine yağmur yağmış gibi. Yürüyüp korttan çıktı Brenda, ben bir adım arkasından gittim. Karanlığa alışmıştım şimdi, artık sesini duymuyordum sadece, kendisini de belli belirsiz görüyordum, “Boston” konusundaki öfkem geçmişti, yine hoşlanmaya başladım ondan. Kalçalarına değmiyordu elleri; haki hermudasının altında bile güzeldi gövdesi, güzel olduğu belliydi. Küçücük halkalı beyaz gömleğinin arkasında ıslak iki üçgen vardı; kanatları olsaydı, o üçgenlerin bulunduğu yerden çıkardı. Yün bir kemer vardı belinde, ayaklarında da beyaz çoraplar, beyaz tenis ayakkabıları vardı. Yürürken raketinin kılıfını geçirdi. “Hemen eve mi dönmek istiyorsun?” dedim. “Hayır.

” “Şöyle oturalım. Güzel bir yer burası.” “Peki.” Bir yamaca, çimenlerin üstüne oturduk, fazla eğilmeden arkamıza yaslanabiliyorduk; kutsal bir olayı seyretmek üze18 reydik sanki, yeni bir yıldızın vaftiz törenini ya da yarımayın şişerek dolunay haline gelişini. Brenda konuşurken tenis raketinin kılıfındaki ferrnuarı bir açıp bir kapıyordu durmadan; tedirgindi. Tedirginliği benimkini yatıştırdı; önce olmasa da olur gibi görünen buluşrnarnıza, büyülü bir şekilde, hazırdık artık. “Kuzenin Doris nasıl biri?” diye sordu. “Esrner.” ”Yoksa … ” “Zenci değil,” dedim. “Çillidir, kapkara saçları vardır, çok uzun boyludur.” “Hangi okula gidiyor?” “N ortham pton’a.” Cevap vermedi; okulun adını niye söylemediğimi anlarnış mıydı, bilmiyorum. Bir süre sonra, “Galiba tanımıyorum onu,” dedi. “Yeni üyelerden mi?” “Galiba. Livingston’a birkaç yıl önce taşındılar.

” “Yaa.” Beş dakika yeni yıldız filan belirrnedi gökyüzünde. “Gözlüğünü tutrnuşturn, hatıriadın mı beni?” dedim. “Şimdi hatırladırn,” dedi. “Sen de mi Livingston’da oturuyorsun?” “Hayır. Newark’ta.” “Ben çocukken biz de Newark’ta otururduk,” dedi. “Eve gitrnek ister misin?” Ansızın öfkelenrniştirn. “Hayır. Yürüyelim.” Bir taşı tekıneledi Brenda, bir adım önümde yürüyordu. “Karanlık basınca niye yaklaştın fileye?” dedim. Dönüp gülürnsedi. “Dernek farkına vardın? Salak Sirnp farkında bile değil bunun.” “Niye yaklaştın?” “Pek yaklaşınarn aslında, top çarpar diye çekinirirn.

” 19 “Niye?” “Burnum yüzünden.” “Anlam adım?” “Burnum yüzünden. Düzelttirdim de.” “Efendim?” “Ameliyat ettirdim burnumu.” “Nesi vardı?” “Kemerliydi.” “Çok mu?” “Hayır,” dedi. “Güzeldim. Şimdi daha güzelim. Ağabeyim de sonbaharda düzelttirecek.” “O da mı daha güzel olmak istiyor?” Cevap vermedi, önümde yürümeye devam etti. “Alay etmek için sormadım. Meraktan sordum.” “Canı öyle istiyor … jimnastik öğretmeni olmazsa düzelttirecek burnunu … ama olacağı yok zatetı,” dedi. “Hepimiz babamıza benziyoruz.” “O da düzelttirecek mi burnunu?” “Niye bu kadar kötüsün?” “Değilim.

Özür dilerim.” Burnundan sonraki sorumu, ilgileniyormuş gibi görünmek, dolayısıyla uygar sıfatını yeniden kazanmak için sordum; ama umduğum gibi çıkmadı sesim – bağırarak söyledim kelimeleri: “Kaça patlıyor bu?” Bir an durdu Brenda, sonra cevap verdi: “Bin dolara. Kasabın birine gitmezsen tabii.” “Bakayım bin dolara değmiş mi?” Yine döndü; bir sıranın yanında durup raketini üstüne koydu. “Kendimi öptürürsem bu kadar kötü olmayı bırakacak mısın?” Çekingenliğimizi atmak için biraz çaba göstermek zorunda kaldık önce, sonra kendimizi bırakıp öpüştük. Elini ensemde duydum, kendime çektim onu, galiba biraz hızlı çektim, kollarının altına götürdüm ellerini, sırtını okşadım, 20 kürek kemiklerindeki ıslaklığı duydum, hafif bir çarpıntı vardı kemiklerinin altında, göğüslerinde bir şeyler çırpınıyor gibiydi, ta sırtından duyuluyordu. Kanat çırpıntısı gibiydi, göğüsleri büyüklüğünde küçücük kanatların çırpıntısı gibi. Kanatların küçüklüğü tedirgin etmedi beni – Short Hills gecelerini Newark gecelerinden daha serin yapan o altmış metre yüksekliği çıkarmak için bir kartal gerekli değildi bana, daha küçük kanatlar da yeterdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir