Philippa Gregory – Mahkum Prenses

Önce tüyler ürperten bir çığlık, ardından ateşin kükremesi duyuldu. Sonra korku dolu haykırışlar, tıpkı bir direkten diğerine sıçrayıp halatları ve bez kapıları tutuşturan alevler gibi.bir çadırdan diğerine yayıldı. Atlar dehşetle kişniyordu. Erkekler onları sakinleştirmek için bağırdı ama seslerindeki endişe ve panik atları daha da hırçınlaştırdı. Bu nafile koşuşturma, kamp alanı bir baştan bir başa alevlere teslim olup gece tümüyle dumana ve çaresiz haykırışlara bulanıncaya kadar devam etti. Korkuyla yatağından sıçrayan küçük kız, annesine İspanyolca seslendi ve bağırmaya başladı. “Müslümanlar mı geldi? Müslümanlar bizi almaya mı geldi?” “Tanrım sen bizi koru, kamp alanım ateşe verdiler.” Küçük kızın dadısı nefes nefeseydi. “Aman Tanrım. Irzıma geçecekler. Seni de orakla bıçecekîer.” “Anne!” Küçük kız yatağında doğrulup kalktı. “Annem nerede?” Telaşlan geceliği ayaklarına dolandı. Yine de bir hısım kendini çadırın dışına atmayı başardı.


Dışarısı cehennem gi2 ¦ Philippa Gregory biydi. Binlerce çadır alev alev yanıyor, havaya saçılan kıvılcımlar karanlık gökyüzünde ateşten bir şelale gibi akıyordu. “Anne!” Küçük kız, annesini yardıma çağırdı. İki devasa at, alevleri yararak çıkageldi. Ateşin parlak rengine inat kapkara olan bu iki at, daha çok efsanelerde bahsi geçen iki başlı kocaman bir canavarı andırıyordu. Küçük kızın gözleri, dörtnala üstüne gelen atları görünce fal taşı gibi açıldı. Annesi çadırın önünde güçlükle durabilen attan aşağı eğilip korkudan tir tir titreyen kızma fısıldadı. “Dadınla kal ve uslu bir kız ol.” Kadının sesinde korkudan eser yoktu. “Şimdi babanla birlikte gidip kendimizi göstermemiz gerek.” “N’olur beni de götür anne. Anne! Burada yanacağım. N’olur sizinle geleyim. Müslümanlar beni alıp götürecek.” Küçük kız kollarını annesine doğru kaldırdı.

Gittikçe yayılıp yükselen alevler kadının göğsündeki zırhı yalayıp geçti. Ölümlü bir insandan ziyade demirden bir yaratığa benziyordu. “Eğer karşılarında beni görmezlerse, askerler firar eder,” dedi. “Bunu istemezsin, değil mi?” “Umrumda bile değil,” diye inledi küçük kız. “Hiçbir şey umrumda değil. N’olur beni de al.” “Ordu her şeyden önce gelir.” Kadın umursamaz bir edayla atının üstünde doğruldu. “Şimdi gitmem gerek.” Atının başını öteye çevirip omzunun üstünden kızına, “Uslu ol ve burada beni bekle,” dedi, “Şimdi gitmek zorundayım.” Küçük kız dehşete kapılmıştı. Alevleri yararak uzaklaşan anne-babasının ardından çaresiz bakakaldı. “Madre,”^ diye 1 Madrc: Anne (ısp.) MAİ-İKUM PRENSES » 3 mırıldandı. Sonra bağırdı, “Madre! Lütfen!” Annesi dönüp bakmadı bile.

“Diri diri yanacağız.” Hizmetçileri Madrilla endişe içindeydi. “Kaç! Kaç ve saklan.” Ani bir öfkeyle ona dönüp “Sessiz ol,” diye emretti küçük kız. “Ben, Galler Prensesi, yanmakta olan bir kampta bırakılabiliyorsam, alt tarafı bir Mori-sco^ olan sen de buna pekala katlanabilirsin.” Gözleriyle, yanan çadırlar arasında gidip gelen kocaman iki alı takip etti. Onların gittiği yerlerde çığlıklar bir anda kesiliyor, dehşet içindeki kampa yeniden disiplin geliyordu. Erkekler sıraya dizilip sulama kanalından kovalarla elden ele su taşımaya başladı. Komutan, düzeni bozulmuş tabu-Rin arasından hızla geçip kılıcını havada savurarak askede-ri savunma pozisyonu almaya zorluyordu. Kampın yandığını gören Müslümanların ani bir baskın yapmasından ve kampı kargaşa içinde yakalamasından korkuyordu. Neyse ki o gece tek bir Müslüman bile gelmedi. Müslümanlar kale surlarına dizilmiş, gecenin kör karanlığında kızıl ışık huzmelerine bürünen düşman kampında neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Hıristiyan düşman, şeytanın tuzağına düşmüş olmalıydı. Beş yaşındaki kız, annesinin azminin tek başına yangına galip gelmesini, onun kraliçelere özgü kesin tavrının paniği yatışturnasını, zafere inancının mağluî^iyeîi ve felaketi alt etmesine tanık oldu. Hazine sandıklarından birinin üstüne tünedi ve sabahlığının eteğini çıplak ayaklarına sararak kampın düzene girmesini bekledi.

V;ori,sco: İ.spanyol!ann topraklarında yajayan ve sonradan Hıristiyanlığı benimseyen Müslümanlara verdiği ad. 4 • !’hilipp:i Gregoiy Annesi geri döndüğünde kızını kuru gö/Jeı!e ve serinkanlılıkla kendisini beklerken buldu. “Cataliııa iyi misin?” Ispanyalı Isabella atından inip en küçük kızma baktı, ^’ere çrıkü}-) onu kollarının arasına almamak için kendini zor tutuyordu. Şeikat, küçük kızının gerçek bir isa savaşçısı olarak yetrşmesini engellerdi. Bir pren-.seste zayıtlık asla te-^jvik edilmemeliydi. Kızı da tıpkı annesi gibi çelik iradeli bir kadın olacağa benziyordu. ¦.Şimdi iyiyim.’ “Korkmadm, değil mi?” “Pek sayılmaz.” Ispanyah Isabella kızını onaylayan bir ifadeyle başını salladı, “öuıuı duyduğuma .sevindim. İspanya Prensesi hiçbir şeyden korkmaz.’ “Ve Galler Prensesi,” diye ekledi Catalina.

O, benim. O beş yaşındaki küçük kız çocuğu. Bembeyaz bir yüzle ve korkudan fal taşı gibi açılmış mavi gözlenyle hazine sandığının üstüne tünemiş, ağlamamak için kendini zor tutan, tekrar çığlık atmamak için dudaklarını ısının küçük kız. Birbirine aşık ama aynı zamanda da rakip annc-ha-bıisımn bir savaş kampında tobunıııntı attıgL savaşlar ve .şiddetli .•^ellerden fırsat bulduğu bir anda soğuk bir kış günü doğan, zırhlar içinde güçlü bir kadının büyüttüğü, tüm çocukluğu .seferlerde geçen ve ömrü boyunca bu dünyadaki veri. kaderi, ismi. tahtı için savaşmaktan başka seçeneği olmayan Catalina. Ben Catalina. İspanya Prensesi. Ck’lmiş geçmiş en büyük iki hükümdar. Kaslilralı Isabella ve Aragoniti l’erdinand’ın MAHKUM PRENSES kızı. Onların sadece ismi bile Kahire’den Bağdat’a, İstanbul’dan Hindistan’a kadar Müslümanların yaşadığı her yere, rakibimiz t>e ölümüne düşmanımız olan Türklerin, Hintlilerin, Çinlilerin yüreklerine korku salmaya yeter. İslam’a karşı Hıtistiyanlığı en iyn savunan hükümdarlar olarak annemle babam, bizzat Papa tarafından kutsanmış.

Onlar, Hıristiyan aleminin en şanlı Haçlıları olduğu gibi, İspanya ‘nın da ilk kralları. Ben, onların en küçük kızı Catalina, Galler Prensesi m geleceğin İngiltere Kraliçesi olacağım. Henüz üç yaşındayken İngiltere Kralı Henry’nin oğlu Prerıs Arthur ile nişanlanmışım. On beşime bastığım gün, büyük ve gösterişli bir gemiyle F^ens Arthur’un eşi t’e İngiltere Kraliçesi olmak üzere yola çıkacağım. Arthur’un ülkesi verimli ve zengin. Çağlayanlar, uçsuz bucaksız bağlar ve bahçeler, hasadı bekleyen olgun ekinler ve mis kokulu çiçeklerle dolu araziler… Hepsi benim olacak. Tüm bunlar neredeyse doğduğum gün planlanmış. Kendimi bildim bileli, günün birinde kraliçe olacağımı da biliyorum. Annemle babamı arkamda bırakmaktan hoşlanmasam da kraliçe tahtına oturmaya yazgıh bir prenses olarak doğduğumun farkındayım. Sorumluluklarım var. İnançlı, dini bütün bir çocuğum. İngiltere Kraliçesi olacağım, çünkü fann böyle istiyor. Bu, Tann’nın arzusu ve annemin buyruğu. Etrafımdaki herkes gibi, ben de Tann ile annemin genellikle aynı fikirde olduğuna inanıyorum. Ve onların arzusunun eninde sonunda gerçekleşeceğine… 6 ¦ Philippa Gregory Ertesi sabah Granada’nin dışında yer alan kamp alanında için İçin tütmeye devam eden çadır direkleri ve yerle bir olmuş çadırlardan başka bir şey kalmamıştı.

Dikkatsizce yakılan bir mum büyük bir felakete neden olmuştu, ispanya ordusu, İspanya topraklarındaki son büyük Müslüman krallığını ele geçirmek için başlattığı kuşatmaya, kül yığınına dönen kampları yüzünden son vermek zorundaydı. Geri çekilmekten başka çareleri yoktu. “Hayır, geri çekilmeyeceğiz.” Isabella kesin bir dille itiraz etti. Komutanlar eğreti bir tente altında toplanmış, kamp enkazına üşüşen kara sineklerden korunmaya çalışıyordu. “Majesteleri, bu defa kaybettik.” Komutanlardan biri nazik bir üslupla hükümdarlarını ikna etmeyi denedi. “Rica ederim, bunu gurur meselesi yapmayın. Siz de görüyorsunuz, ne tek bir çadır ne de sığınağımız kaldı. Kaderin kötü bir cilvesi bu, hiç kimsenin suçu değil. Şimdi yapmamız gereken geri çekilmek. Kendimizi toparlayıp geri gelir, onları yeniden kuşatırız. Kocanız…” Komutan duraksayıp tentenin diğer köşesinde emanet gibi duran esmer adama döndü. “Kocanız bu gerçeğin farkında. Herkes farkında.

Onları yeniden kuşattığımızda işlerini bitireceğiz, bizi asla yenemeyecekler. Ama unutmayın, iyi bir general gerektiğinde geri çekilmesini de bilir.” Toplantıda hazır bulunan tüm yüksek rütbeli askerier onaylayan bir ifadeyle başlarını salladı. Granada’da yaşayan Müslümanlara karşı açılan savaşta, bu seferlik geri adım atılması gerektiği konusunda herkes hemfikirdi. Çarpışmalar elbette devam edecekti. Zaten bu çatışma 700 yılı aşkın süredir aralıksız sürmüyor muydu? Her yeni nesil, Hıristiyan MAHKUM PRENSES 7 kralların Müslümanların hüküm sürdüğü toprakların bir kısmını daha ele geçirdiğine şahit oluyordu. Her çatışmada al-Andalus’un^ hakimiyet alanı biraz daha güneye kaymak zorunda kalıyordu. Bir yıl da böyle geçip gitse ne değişirdi? Küçük Catalina sırtını, boş bir çuval gibi olduğu yere yığılıp kalan bir çadıra yaslamış, annesinin sakin yüzünü seyrediyordu. Koşullar ne olursa olsun, annesi tavrından asla ödün vermezdi. “Aslında bu, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir gurur meselesi. Gururun ne olduğunu herkesten daha iyi bilen bir düşmanla karşı karşıyayız. Eğer üstümüzde kesif bir is kokusu, kolumuzun altında yanmış yer yaygılarımızla sürüne sürüne geri çekilirsek, arkamızdan yüzyıllar boyu dalga geçerler. Ben bunu kabullenemem. Her şey bir yana, Müslümanlarla savaşmamız Tanrı’mn emri. Tanrı ileri gitmemizi buyuruyor, geri dönmemizi değil.

Bu durumda geri çekile-meyiz. Elbette yolumuzdan dönmeyeceğiz.” Küçük kızın babasının kafası karışmıştı ama itiraz etmedi. Komutanlar destek bekleyerek ondan tarafa döndüklerinde elini havaya kaldırıp “Kraliçe haklı,” dedi. “Kraliçe daima haklıdır.” “iSsna çadırımız yok, kampımız yok.” Ferdinand komutanlardan gelen soruyu doğrudan karısına yöneltti. “Planımız ne, ne düşünüyorsun?” “Yeni bir kamp kuracağız.” “Majesteleri, bu kampı kurmak için bu civardaki her şeyi kullandık. Söylemeye çekiniyorum ama Galler Prense3 Al-Andalus: Endülüs. 8 • Philippa Gregory si”ne gecelik dikecek kumaşımız bile yok, çadırları neyle yamayacağız? Tüm kanalları kırıp döktük, tarlaları sürdük. Her yeri talan ettik ve sonunda zaradı çıkan biz olduk.” “Kumaşımız yoksa taş kullanırız. Taş bulabiliriz, öyle değil mi?” Kral kendini tutamayıp bir kahkaha koyverdi, sonra da gırtlağını temizlemeye çalışıyormuş gibi yapıp durumu kurtarmaya çalıştı. “Kıraç topraklardayız aşkım, sahip olduğumuz belki de tek şey taş.

” “O halde çadır değil, taştan bir şehir kuralım.” “Ama bu imkansız.” Isabella, kocası Ferdinand’a döndü. “Hiçbir şey imkansız değildir. Bu, Tanrı’nın isteği. Tann’nın ve benim arzum.” Ferdinand çaresiz başını salladı. “Elbette,” dedi. Karısına çabucak, sadece onlara özel bir gülümseme gönderip “Benim asli görevim Tanrı’nın isteğini yerine getirmektir. Senin bir arzunun gerçekleştiğini görmekse benim için zevktir.” Ateşe yenilen ispanyol ordusu, toprağa ve suya sarıldı. Güneşin alnında ve gece ayazında durup dinlenmeden, soluksuzca çahşıyoriardı. Tecrübeli askerler silahlarını bir kenara bırakmış, ellerinde orak ve sabanlar, yıllarını çiftlik çubuğa vermiş ırgatlar gibi ter döküyordu. Şövalyeden komutana, ülkenin ileri gelen lordlarından kraliyet ailesi üyelerine kadar, herkes ama herkes canını dişine takmış elinden geleni yapıyor, gece olduğunda da hiç şikayet etmeden soğuk ve sert toprağa uzanıp uyuyordu. Müslümanlar ise Granada sırtlarına konuşlanmış, aşılmaz surlarıyla nam salmış kalelerinden aşağıya bakıp olup bitenleri meraklı gözlerle seyrediyordu.

Kimse Hıristiyanların cesur olmadığını söyleyemezdi. Fakat aynı zamanda lanetliydiler. Herkes biliyordu ki, Hıristiyanlar yenilmeye mahkumdu. Hiçbir kuvvet Granada’daki kızıl kaleyi ele geçiremezdi. Bu kale yüzyıllardır düşmemişti, düşmeyecekti. Yüksek bir tepeye kurulu olan kalenin etrafı göz alabildiğine düzlüktü. Ani bir baskın yemeleri imkansızdı. Kızıl sarp kayalıklar neredeyse ayırt edilemez bir şekilde kalenin kızıl duvarlarına dönüşüyor; yükseğe, daha yükseğe, göğe doğru tırmanıyordu. Hiçbir merdiven buraya erişemez, hiçbir ordu buraya tırmanamazdı. Ancak kendi içlerinden bir hain çıkıp İspanyollara yardım ederse durum değişebilirdi. Ama o da küçük bir ihtimaldi. Neticede hangi aptal, tüm dünyaya hakim olan Müslüman kuvvetlere sırtını dönüp de Avrupa’da üç-beş saray ve bir avuç topraktan başka bir şeyi olmayan, kendi içinde bölünmüş Hıristiyanların tarafına geçmeye yeltenirdi? Kim cennetin yeryüzündeki yansıması olarak kabul edilen al-Yanna’dan, bu muhteşem bahçeden vazgeçip ispanya’nın, hatla tüm Avrupa’nın en muhteşem sarayına arkasını dönerdi? Hem de Kastilya ve Aragon’daki birkaç kale uğruna. Çatışma başladığı an Müslümanların imdadına din kardeşlerinin bulunduğu Senegal den Morocco ya kadar geniş bir coğrafyadan ikmal kuvvetlerinin yetişeceğine şüphe yoktu. Bağdat ve İstanbul da desteğini esirgemezdi herhalde. Tek başına Granada, Isabella ve Ferdinand’ın daha önceki fetih-leriyle karşılaştırıldığında küçük bir hedef gibi gözükse de, Granada’nm arkasında dünyanın en büyük imparatorluğu, Hz.

Muhaınmed’in imparatorluğu vardı. Ama günler günleri kovaladı, haftalar geçti, gündüz kızgın güneşin altında, gece ise ayazda durmadan çalışan Hıristiyanlar sonunda imkansızı başardı. Önce en ortaya cami benzeri yuvarlak bir kilise inşa ettiler. Ardından kraliyet ailesi için düz çatılı küçük bir ev yaptılar. Kral Ferdinand, Kraliçe Isabella, en kıymetli oğullan veliaht prens ve üç büyük kızları Isabel, Maria, Juana ile minik Catalina’nın yaşayacağı evdi bu. Kraliçe dört duvar ve sağlam bir çatıdan başka bir şey istememişti. Yıllardır savaş meydanlarındaydı, lüks beklemiyordu. Bu evin çevresine de, önde gelen lord-lann barınacağı bir düzine kadar kulübe dikildi. Kraliçe zorlu bir kadındı, sonra da önceliği ahırlara, Venedik’ten kendi mücevherleri karşılığında alınan barut ve diğer patlayıcıların saklanacağı ambarlara verdi. Kışla, mutfak ve toplantı salonlarının inşası ise en sona bırakıldı. Bir zamanlar kampın bulunduğu vadide, şimdi taş bir kasaba belirmişti. Kimse bunun başarılacağına inanmıyordu ama olmuştu işte. Küçük kasabaya Santa Fe adı verildi. Isabella bir kez daha talihsizliğe karşı zafer kazanmıştı. Kararlı ama aptal Hıristiyan hükümdarların lanetli Granada kuşatması kaldığı yerden devam edecekti.

«O» Galler Prensesi Catalina, ispanya kampının önde gelen lordlanndan birinin arkadaşlarıyla fısıldaştığını duydu. “Ne yapıyorsunuz Don Hernando?” Beş yaşındaki küçük prenses büyümüş de küçülmüş edası ve annesinden kaptığı özgüveniyle soruverdi. “Hiçbir şey.” Hernando Perez del Pulgar gülümseyerek cevap verdiğine göre Catalina ısrar edebilirdi. “Hayır, burada bir şeyler dönüyor.” “Bu bir sır.” “Kimseye söylemem.” “Ah, prensesim, söylersiniz. Ama bu gerçekten çok büyük bir sır. Küçük bir çocuğun taşıyamayacağı kadar büyük.” “Söylemem. Gerçekten söylemem. Yemin ediyorum. Galler üstüne yemin ederim.” “Galler üstüne mi? Kendi ülkeniz üstüne yemin mi ediyorsunuz?” “İngiltere üstüne.

” “ingiltere mi? Mirasınız üstüne mi yemin edeceksiniz?” Catalina başını salladı. “Galler, ingiltere ve hatta ispanya üstüne yemin ederim.” “Tamam o zaman. Bu kadar büyük bir yemin etmeyi göze aldığınıza göre sırnnu sizinle paylaşacağım. Ama annenize tek kelime etmeyeceğinize söz verin.” Catalina’nın gök mavisi gözleri heyecanla parladı. “Alhambra’ya gireceğiz. Kimsenin bilmediği bir kapı var, arka tarafta. Pek iyi korunduğu söylenemez. İçeri gireceğiz ve .sonra da… Bilin bakalım ne yapacağız?” CataÜna nefesini tutup gözlerini dahi kırpmadan lordun ağzından dökülecekleri bekledi. “Camilerinde ayin yapacağız. Sonra da kendi ellerimle caminin tam ortasına Mer\’em Ana heykeli dikeceğim. Buna ne dersiniz?”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir