R. G. Collingwood – Bir Özyaşam Öyküsü

On üç yaşıma değin evde babam eğitti beni. Dersler her sabah yalnızca iki üç saatimizi alıyordu; bunun dışında, beni kendi halime bırakıyordu babam; kirnileyin benim giriştiğim işlerde bana destek olur kimi de kendi başıma işin içinden çıkrnam için bırakırdı beni. Onun sayesinde dört yaşımda Latinceye, alh yaşımda da Yunancaya başladım; ama yine bu sıralarda doğa bilimleri konusunda, özellikle yerbilim, gökbilim ve fizikten elime geçen her şeyi okumaya ve taşlan ayırdetmek, yıldızlan öğrenmek, evde, şurada ı>uracıa pompa, kilit ve benzeri alet ve makinaların nasıl işlediğini anlamak için uğraşmaya kendi kendime heves ettim. Bana eskiçağ ve çağımız tarihi dersleri veren, olup bitenleri, bir tasta kaynattığımız gazetelerle yaptığımız kabartma haritalarda göstererek anlatan babam oldu. Ama bugün arhk kendi konum olarak benimsediğim, düşünce tarihi üstüne ilk dersim, bir bulgu idi: Birkaç mil ötedeki bir arkadaşırom evinde, cildi ve başlık sayfası eksik ve içi havabilgisi, yerbilim ile gezegenlerin devinimlerine ilişkin olmadık öğretilerle dolu yırhk pırtık bir on yedinci yüzyıl kitabına rastlayışım. Bugün, içindeki su ve hava hortumianna değgin bilgilerden anımsadıklanma bakılırsa bu kitap Descartes’m Principia’sından bir derleme olabilir. Kitabı bulduğumda dokuz yaşianındaydım ve daha o yaşlarda bu !-:.onudaki çağcıl bilgim bu kitabın ayrımını görmeme yetiyordu. Çağcıl kitapların benden sakladıkları bir gize ortak ediyordu beni bu kitap. Doğa bilimlerinin de bir geçmişi ya da tarihi vardı. Herhangi bir devirde ve rastgele bir konuda ortaya attıkları öğretiler, yüzyıllarca süren yanılgılardan sonra birdenbire gerçeğe eren birinin buluşuyla değil de daha önce ortaya ahlan birtakım öğretilerin yavaş yavaş değişim geçirmesiyle oluş- lO Bir Özyaşamöyküsü muştu. Düşünme süreci bir kesintiye uğrayacak olmazsa, günü gelecek bunlar da, yine bir o kadar değişim geçireceklerdi. O çocukluk çağında bütün bu anlattıklanmın ayırdma vardığıını öne sürmüyorum ama en azından bu eski kitabı okurken bilimin, tek tek ele geçirilen, öğrenilen bir doğrular yığını olmaktan çok gelişimi sırasında hemen hiç kesintiye uğramayan bir değişim gösteren, canlı bir varlık niteliğinin ayırdına vardığım bir gerçek. Aynı yıllarda, annemle babamın çalışmalarını ve eve girip çıkan meslekten ressamlan hiç durmadan izliyor ve hep, onların yapbğını yapmaya çalışıyordum. Böylece bir resmi, sanat uzmanlannın hayran bakışianna sunulan bitmiş bir ürün olarak değil de, resim sanabnda belirli bir sorunu elden geldiğince çözme girişiminin evde, el altında tuttuğumuz, gözle görülebilir bir kanıtı olarak görmek gerektiğini öğrendim.


Birtakım eleştirmen ya da güzelduyucuların yaşamlannın sonuna değin öğrenemedikleri bir şeyi, bir sanat yapıtının hiçbir zaman bitmediğini, böylece, deyim yeniden değerlendirildiğinde, ‘sanat yapıtı’ diye bir şeyin olmadığını öğrenmiş oldum. Resim olsun yazı olsun yapıt üstündeki çalışma sona erdiğinde nedeni yapıtın bitmesi değil, teslim gününün gelip çatması ya da ‘canıma yetti bu çalışma’ ya da ‘ekleyeceğim tek bir şey bile kalmadı’ dememizdir. Ben kendimde resimden çok yazma yatkınlık buldum, çok erken yaşlardan başlayarak hiç durmadan yazdım, koşuktan tutun düzyazıya değin, lirik, destansı şiirler, serüven ve romans türü öyküler yazdım; düşsel ülkeleri betimledim, bilimselliğe öykünene bilimsel konularda ve kazıbilim üstüne inceleme yazılan yazdım. Bu tür konularda üretken olma alışkanlığı, aile arasında öteden beri çıkanlan ve dostlanmızla akrabalarımıza ilettiğimiz el yazması aylık bir gazetenin gelenekleşmesiyle yüreklendirilir, desteklenir, giderek zorlarur olmuştur. Annem iyi bir piyanistti, her sabah kahvaltıdan önce kirnileyin de akşamlan bir saat karanlıkta basarnaklara ilişmiş kaçamak bir çocuk izleyici topluluğuna çalardı. Bu yolla Beethoven’in tüm sonatlan ile Chopin’in bir bölümünü taıuma fırsatı buldum; bunlar benim değilse de annemin en sevgili bestecileriydi çünkü. Bana gelince, piyanoda ömür boyu ustalaşamamışımdır. Babamın çok kitabı vardı, hepsini de dilediğiınce okurnama izin veriyordu. Bir sürü değişik konuda kitabın yanısıra, Oxford’da kullandığı klasik bilim, İlkçağ tarihi ve felsefe kitaplarını saklamıştı. Genellikle bunlara ilişmezdim; ancak, sekiz yaşımda bir gün içimdeki merak beni dürttü ve sırtında “Kant’s Theory of Ağaç Yaşken E�ilir ll Ethics” (‘Kant’ın Töre Kuramı’) yazılı küçük ve kara bir kitabı raftan indirdirn. Grundlegung zur Metaphysik der Sitten’in Abbott çevirisiydi. Küçücük bedenim kitaplıkla masa arasına çakılmış, kitabı okumaya başladığımda, bir dizi alışılmadık duyguyla sarsıldım. ilkin, yoğun bir heyecan duydum. Bana son derece ivedi konularda, son derece önemli şeyler anlatılıyor gibi geldi: ne pahasına olursa olsun anlarnam gereken şeyler. Derken, bir öfke dalgasıyla, baktım bunlan anlayamıyorum.

Açıkça söylemek utanç vericiydi belki ama işte, bildiğimiz İngilizce sözcükler ve düzgün tümcelerle yazılmış bir kitabın anlamını çözmekte çaresiz kalıyordum. Sonra da, üçüncü, en sonuncu ve en alışılmadık duygu sardı içimi. Bu kitabın içeriğinin, anlayamadığım halde, nasıl bilmem, beni ilgilendirdiğini duyumsadım: bir bütün olarak beni, ya da yalnızca gelecekteki beni ilgilendiren bir sorundu bu. Bu hep bildiğimiz o sıradan, ‘büyüyünce itfaiyeci olacağım’ benzeri çocukluk niyetlerine benzemiyordu, çünkü bir heves olmakla kalmıyordu. Sözcüğün düz anlamıyla, büyüyünce Kant’ın törebilimini iyice öğrenmek ‘istediğimi’ söylemek istemiyorum. Gelgelelim, sanki bir tül perde aralanmış ve yazgım açığa çıkmıştı. Sonra da ‘düşünmeliyim’den başka bir biçimde tanımlayamadığım bir görev yüklenmişim gibi bir duygu perde perde sardı beni. Neyi düşünmem gerektiğini bilmiyordum, ama bu buyruğa uyduğumda toplum içinde sessizleşip dalgınlaştım ya da kesintisiz düşünebilmek için tek başıma kalmaya özen gösterir oldum. Ne düşündüğümü tam olarak bilemiyordum, hala da bilemem. Kendime sorduğum belli sorular yoktu; us gücümü yönelttiğim özel nesneler yoktu; sanki bir siste boğuluyormuşum gibi, belli bir biçimi ya da amacı olmayan ussal bir huzursuzluk içindeydim. Artık, bir sorun çözerken ilk basamaklarda başıma hep aynı şeylerin geldiğini biliyorum. Hayli yol alıp da sorun çözülmeye yüz tutana değin, sorunun ne olduğunu pek bilemem; tek bildiğim, bu belli belirsiz ussal huzursuzluk, bu adlandıramadığım kaygıdır. O devirde, yaşam boyu sürdüreceğim işime değgin sorunlann en derinlerdeki o ilk dölütsü biçimini almakta olduğunu artık biliyordum. Ama beni gözlemleyen biri, tıpkı büyüklerimin yaptığı gibi, çocukluğurnun başlangıcında çok dikkati çeken o cin gibi tetikliğimi yitirdiğimi, kendimi amaçsızlığa vurduğumu düşünmüş olmalı. Kendime neler olup bittiğini ben de bilmediğimden ve açıklayamadığımdan, onların bu kanısına karşı tek savunmam, bu tür dalıp gitme tutaraklannı, benim kendime olan güve- 12 Bir Özy�amöyküsü nimi engellemeyecek denli sudan birtakım bedensel etkinliklerle örtbas ehnekti.

Birçok alanda el becerisi olan, yürüyüşlere çıkan, bisiklete binen, kürek çeken ve yelken uzmanı olan bir çocuktum. Tutaraklanın tutunca, pek de ilginç olmayan bir şeylerle uğraşırdım, örneğin, kağıttan adamlar keser, korulukta ya da tepelerde amaçsızca gezinir ya da gün boyu ölümcül bir durgunluk içinde tekneyle dolaşır dururdum. Kağıt bebeklerle oynayan gülünecek biri durumuna düşmek bana acı veriyordu belki ama buna karşılık, davranışıının nedenini açıklamarnı isteyecek olsalar bu da olanaksızdı. Babam beni okula gönderme karannı, bu gitgide artan boş gezenin boş kaHası durumum dolayısıyla mı aldı, bilemiyorum. Her neyse, okul giderlerini karşılayamayacak denli yoksuldu ve okul harçlanmın (sonradan Oxford harçlarının da) ödenmesini varlıklı bir dostunun eliaçıklığına borçluyum. Böylece, on üçümde, bir burs için yarışabilme amacıyla bir hazırlık okuluna yazıldım ve bu ülkedeki orta sınıf çocukların, geçimlerini sağlamak için döndürmek zorunda. olduklan çarkla taruşhm. Yine bu ülkede işçi sınıfından çocukların bu yaşta çalışma dünyasına girmeleri yasayla engellenmişti. Babamın dostu benim için yılda yüz yerine iki yüz sterlin de ödemeye hazırdı belki ama ben burs kazanm�yı bir onur sorunu yapmışhm; hiç değilse bana harcamm onca parayı hakt:!ttiğimi kanıtlamahydım. Bu bir yana, İngiliz eğitiminin en kötü yanı olan uzmaniaşma sorunundan yakarnı zaten kurtaramazdım. On yedinci yüzyıldan kalma aptalca bir çekişme bugün bile smıflanmızı tutar, öğretmenleri de öğrencileri de eğitimin ‘klasik’ mi ‘modern’ mi olacağına değgin delice düşüncelerle zehirler. Ben hem Yunanca ya da Latince uzmanlığına, hem çağcıl tarih ve diller konusuna (Fransızca ve Almancayı en az İngilizce denli iyi konuşup yazabiliyordum), hem de doğa bilimlerine uygundum. Her üç konuda da eş bir eğitim görmekten başka hiçbir şey us gücüme daha uygun bir besin sağlayamazdı. Ne var ki, babamdan aldığım eğitim bana yaşıtlanmdan çok daha iyi bir Yunanca ve Latince bilgisi sağlamışh ve belli bir konuda uzmaniaşmak zorunda olduğumdan ben de ‘klasik’leri seçtim.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir