Rachel Gibson – Yoksa Hala Bekar mısın

Mercedes Johanna Hollowell, 3 Aralık 1996’da giydiği kıyafetlerle, kendi sonunu hazırlamıştı. Tersine bir inanış olsa da, yıllarca İşçi Bayramı’ndan sonra, Sadie ayağına beyaz sandaletlerini giyerken; desenlilerle, ekoselileri bir arada kullanıp kullanmama konusunda bocalayıp durmuştu. Bardağı taşıran son damla ise, bu beyaz sandalet hatasından daha da kötü olan ve üstünden kamyon geçmiş gibi görünen, şok edici saç kesimiyle Texas Star Noel Balosu’na katılması oldu. Herkes, saçı ne kadar kabarık olursa, Tanrı’ya o kadar yakın olacağını bilirdi. Eğer Tanrı, kadınların saçının sönük olmasını isteseydi insanoğlunu; saç şekillendirme köpüğü, krepe tarağı ve Aqua Net Extra Süper Hold’u icat etmesi için teşvik etmezdi. Herkesin bildiği gibi, sönük saç, modada iğrenilen bir şeydi ve neredeyse günah anlamına gelirdi. Tıpkı pazar ayininden önce içki içmek ya da futboldan nefret etmek gibiydi. Sadie her zaman biraz şey olmuştu. kopuk. Farklı. Delilik gibi bir farklılık değildi bu. Kedi ve dergi toplayıp. otlarını makasla biçen Bayan London’mki gibi de değildi. Sadie biraz daha hayalperestti.


Mesela altı yaşındayken, sanki ailesinin paraya ihtiyacı varmış gibi, toprağı kazıp altın çıkarabileceği düşüncesine kapılması; ya da sarı saçlarım, bir anda pembeye boyayıp, siyah ruj sürmesi gibi. Bu aşağı yukarı voleybolu bıraktığı zamanlara da denk geliyordu. Eğer bir aile erkek evlatla kutsanmışsa, o çocuk elbette futbol, kızlarıysa voleybol oynardı, bunu herkes biliyordu. Bu, onlar için on birinci emir gibiydi, bir kuraldı; kızlar ya voleybol oynayacak ya da Teksaslıların küçümsemelerine boyun eğecekti. Daha sonra, bir de Lo-vett Lisesi dans grubunun kıyafetlerinin, her nedense cinsiyetçi olduğu düşüncesine kapılıp Beaverettes kızlarının dapdar kostümlerindeki püsküllerin uzatılması için, okula dilekçe verdiği zamanlar da olmuştu. Sanki kısa püskül, sönük saçtan daha büyük bir skandalmiş gibi. Fakat hayalperest ve aksi olduğu için, kimse Sadie’yi suçlayamazdı. O, “çok geç gelen” bir bebekti. Bir çiftlik sahibi olan inatçı Clive ile onun sevgili eşi Johanna Mae’nin kızıydı. Johanna Mae, Güneyli bir hanımefendiydi. Nazik ve cömertti; Clive’a gönlünü kaptırdığında ise, Lovett kasaba-sındakiler kadar, ailesi de küçük bir şok yaşamıştı. Clive, ondan beş yaş büyüktü ve bir keçi kadar inatçıydı. Köklü, saygın bir aileden geliyordu ancak doğruyu söylemek gerekirse, geçimsiz biri olarak doğmuştu; ayrıca davranışları da biraz kaba sabaydı. Johanna Mae’ye hiç benzemiyordu. Johanna Mae, Little Miss Peanut ödülünden, Miss Texas ödülüne kadar hepsini kazanan bir güzellik kraliçesiydi. Miss America yarışmasına katıldığı yıl, ikinci olmuştu.

Tabii üç numaralı jüri üyesi, bir feminist destekçisi olmasaydı birinci de olabilirdi. Johanna Mae, sevimli olduğu kadar açıkgözlüydü de. Erkeğinin, çorba kâsesi ile el yıkama tası arasındaki farkı bilmemesinin bir sorun olmadığına inanıyordu. İyi bir kadın, erkeğine bu farkı her zaman öğretebilirdi. Asıl önemli olan, erkeğin her ikisini de alabilecek maddi gücünün olup olmamasıydı ve Clive Hollovvell kuşkusuz, Wedgwood’dan da, Waterford’dan da alışveriş ettirecek kadar parası olan biriydi. Düğünden sonra, Johanna Mae, JH Çiftliği’ndeki büyük evlerine yerleşip, çocuk sahibi olmayı beklemeye başladı; ancak on beş yıl boyunca takvim yönteminden, tüp bebeğe kadar her şeyi denedikten sonra, Johanna Mae’nin çocuk sahibi olamadığını anlamışlardı. Her ikisi de kendilerini çocuksuz evliliklerine teslim etti ve ayrı olarak Johanna Mae, kendini gönüllü çalışmalara verdi. Herkes onun gerçekten bir azize olduğu konusunda hemfikirdi; zaten sonunda, kırk yaşındayken, “mucize” bebeğiyle ödüllendirildi. Bebek bir ay daha erken doğmuştu çünkü Johanna’nın da hep dediği gibi, “Sadie, anne kamından çıkıp, etrafındakileri parmağında oynatmak için sabırsızlanmış!!.’’ Johanna Mae, tek çocuğunun her isteğini yerine getirirdi. Altı aylıkken, onu ilk gü/ellık yarışmasına soktu; bundan sonraki beş yılda da Sadie, bir yığın taç ve kuşak topladı. Ancak Sadie, podyumdayken kendi etrafında gereğinden fazla dönmesi, bira/ yüksek sesle şarkı söylemesi, dönüş hareketinin sonunda sahneden düşmesi gibi kendine özgü davranışları yüzünden, annesinin hayali olan kâinat güzeli sıfatına hiçbir zaman ulaşamadı. Johanna Mae kırk beş yaşma geldiğinde, ani bir kalp hastalığı nedeniyle hayata gözlerini yumdu ve bebeği için beslediği güzellik kraliçeliği hayalleri de, onunla beraber toprağa gömüldü. Sadie’nin bakımı, çizmesinde inek gübresi yerine, parlak taşlar olan bir kız çocuğuyla vakit geçirmektense, Herefords’ta, çiftliğinde olmayı tercih eden Clive’a kalmıştı. Clive, kızını tam bir hanımefendi gibi yetiştirebilmek için elinden gelenin en iyisini yaptı.

Kendisinin öğretmeye vaktinin ve yeteneğinin olmadığı şeyleri öğrenmesi için onu, Ms. Naomi Zarafet Okulu’na gönderdi; ancak zarafet okulu, annesinin yerini tutamamıştı. Diğer kızlar, eve gittiklerinde görgü derslerinde öğrendiklerini uygularken Sadie, elbisesini fırlatıp hemen kendini salıyordu. Aldığı karışık eğitimin sonucu olarak vals yapmayı, sofra kurmayı ve bürokratlarla nasıl konuşması gerektiğini biliyordu. Ayrıca bir kovboy gibi küftir edip, bir çiftçi gibi tükürebiliyordu. Lovett Lisesi’nden mezun olduktan kısa bir süre sonra, Chevrolet’sine eşyalarını yükleyip, babasını ve kirli dans eldivenlerini çok uzaklarda bırakarak, Kaliforniya’daki bir üniversiteye doğru yola çıktı. O zamandan sonra zavallı babası dâhil kimse onu pek göremedi. Ve herkesin bildiği kadarıyla, henüz evlenmemişti. Bu gerçekten oldukça üzücü ve akıl almaz bir şeydi, çünkü evlenecek birini bulmak pek zor değildi. Babasına benzer bir vücut yapısına sahip olmak gibi bir talihsizlikle dünyaya gelmiş olan Sarah Louise Baynard-Conseco bile koca bulmayı başarabilmişti. Tabii ki Sarah Louise, eşini mahkûm.com sitesinden bulmuştu. Bay Conseco, bin dört yüz mil uzaklıkta, San Quentin’de yaşamaktaydı ancak Sarah Louise onun haksız yere hapse mahkûm edildiği konusunda ikna olmuştu; şartlı tahliyesinin gerçekleşmesini umdukları on yıl içerisinde, onunla bir aile kurmayı planlamıştı. Tanrı yolunu açık etsin. Elbette, küçük bir kasabada kimi zaman bazı imkânsızlıklar söz konusu olabilir; bu yüzden kızlar, üniversite için uzaklara giderler.

Herkes, bir kızın üniversiteye gitmesinin en önemli sebebinin, yüksek eğitim almak olmadığını bilir. Bir kız için, büyük büyük annesinin gümüşlerinin değerini hesaplayabilmek önemli olsa da onun öncelikli görevi, kendisine bir koca bulabilmektir. Sadie Jo’nun anne tarafından kuzeni olan, yirmi yaşındaki Tally Lynn Cooper da bunu yapanlardandı. Tally Lynn, müstakbel eşiyle Teksas A&M Üniversitesi’nde tanışmış ve birkaç gün gibi kısa bir sürede evlenmeye karar vermişti. Tally Lynn’in annesi ise, sonradan hata olduğunu anlayacağı bir karar vermiş ve Sadie Jo’nun nedime olması konusunda ısrar etmişti. Herkesin aklında, Tally Lynn’in kıyafet seçiminden, pırlantasının büyüklüğünden ya da Frasier amcanın alkol almadan, rahat durup durmayacağından daha can alıcı bir soru vardı: Acaba Sadie Jo kendine birini bulabilmiş miydi? Aksi, hayalperest ve sönük saçlı bir kız için bile olsa birini bulmak ne kadar zor olabilirdi ki? Sadie Hollovvell, Saab marka arabasının kapısındaki düğmeye basıp camı birkaç santimetre açtı. Ilık hava, arabanın içine dolmaya başlayınca düğmeye tekrar basıp, camı biraz daha açtı. Esinti, düz, sarı saçlarının birkaç telini yüzüne doğru savurdu. “Şu Scottsdale kayıtlarını benim için bir kontrol etsene.” Yanağına bastırdığı BlackBerry’siyle konuşuyordu. “San Salvador, üç odalı.” Asistanı Renee, bahsi yapılan mülkü ararken, Sadie, Teksas sınırındaki dümdüz ovalara göz atıyordu. “Hâlâ beklemede mi görünüyor?” Bazen komisyoncular, başka bir acentenin, bir mülke daha yüksek fiyat vermesi ve biraz daha fazla kazanabilmek için, hazır olan bir satışı kaydetmeyi birkaç gün bekletirlerdi. Uyanık herifler. “Evet, öyle.

” Bir nefes verdi. “Güzel.” Mevcut piyasada, her satışın önemi büyüktü. Küçük komisyonların bile. “Seni yarın arayacağım.” Telefonu kapatıp, arabanın bardaklığına attı. Sadie, Teksas’ın ılık rüzgârıyla pervaneleri dönmekte olan, uzaktaki sıra sıra rüzgârgüllerinin haricinde her yerin kahverengi olduğunu fark etti. Çocukluk anıları ve eski duygular, ağır ağır zihninde ıö canlandı. Yine o eski ve karmaşık duyguları hissetmeye başlamıştı. Teksas sınırını geçene kadar, uykuda olan, o eski duygular. Aşk ve özlemin, hayal kırıklığı ve kaçan fırsatın verdiği kafa karışıklığı. En eski anılarından bir tanesi de, annesinin bir yarışma için onu giydirdiği zamandı. Anılar, yıllar geçtikçe bulanıklaşmıştı, fazla abartılı tören kostümleri ve kafasına klipsle tutturulmuş takma saçları artık solup giden anılardı. Ancak neler hissettiğini hâlâ hatırlıyordu. Neşeyi, heyecanı ve annesinin elinin rahatlatıcı dokunuşunu; kaygı ve korkuyu hatırlıyordu.

Başarma isteğini. Asla gerçekleşmeyen memnun etme isteğini. Büyük tacı kazanamayıp, en iyi “evcil hayvan fotoğrafı” ya da “en iyi kıyafet” ödüllerini kazandığında, annesinin belli etmemeye çok uğraşsa da yaşadığı hayal kırıklığını hatırlıyordu. Ve her yarışmada, Sadie biraz daha fazla çaba sarf ediyordu. Biraz daha yüksek sesle şarkı söylüyor, poposunu biraz daha hızlı sallıyor ya da fazladan bir hareket daha ekliyordu; fakat ne kadar uğraşırsa, şarkı söylerken o kadar detone oluyor, dans ederken adım kaçırıyor ya da sahneden düşüyordu. Yarışmaya hazırlayan öğretmeni, ona her zaman provadaki programa bağlı kalmasını söylüyordu. Metne uy diyordu öğretmeni, ancak o hiç uymuyordu. Her daim, kendisine söyleneni yapmakta zorlanmıştı. Annesinin cenazesinden ufak bir anı kalmıştı akimda. Orgdan gelen ses, kilisenin tahta duvarlarında ve beyaz sert kilise sıralarında yankılanıyordu. Cenazeden sonra JH’teki buluşmalarını ve teyzesinin lavanta kokulu kucaklamasını hatırlıyordu. Peynirli bisküvilerini ısırırken, “Zavallı yetim,” diye mırıldanıyorlardı. “Kardeşimin yetim bebeğine ne olacak?” O ne bir bebekti ne de yetimdi. Sadie’nin babasına dair olan anıları daha canlı ve hatırlanması kolaydı. Yazın sonsuz mavi gökyüzüne karşı onun, o haşin duruşu.

Büyük ellerinin, kendisini semerin üzerine atması ve ona yetişmek için atı dörtnala sürerken sımsıkı tutunuşu. Sadie’nin başının üzerine koyduğu avucunun ağırlığı, annesinin beyaz tabutunun karşısında dururken, onun nasırlaşmış ellerinin saçlarına takılması. Ağlaya ağlaya uyuyakaldığı zamanlarda onun, odasının önünden geçerkenki adımları… Babasıyla ilişkisi hep karmaşık ve zor olmuştu. Bu, onun hep kaybettiği duygusal bir savaştı. Ne kadar çok duygularını belli edip, ona daha fazla yaklaşmaya çalışırsa babası, onu o kadar kendinden uzaklaştırmaya çalışıyordu; ta ki o da pes edene kadar. Yıllarca, herkesin beklentisine uygun bir yaşam sürmeye çalıştı. Annesinin. Babasının. Kendisinden nazik, zarif ve iyi huylu bir kız olmasını bekleyen insanlarla dolu olan kasabanın. Bir güzellik kraliçesi olmaya çalıştı. Annesi gibi onların, kendisiyle gurur duymalarını sağlayacak biri ya da babası gibi örnek alman biri; ancak henüz ortaokuldayken bu zorlu görevden yorulduğunu fark etmişti. Bu yükü bir kenara bırakıp, sadece kendisi olmaya başladı. Geçmişe dönüp baktığında, bazen abartmış olduğunu kabul ediyordu. Bunu bazen bilerek yapıyordu. Pembe saç ve siyah ruj gibi.

Bu bir moda akımı değildi. Kendini bulmaya da çalışmıyordu. Bu, her akşam yemeğinde, masanın karşısından kendisine bakan, ama sanki onu fark etmiyormuş gibi görünen birinin dikkatini çekmek için yaptığı bir girişimdi. Şok edici pembe saçı işe yaramamıştı, kötü erkek arkadaşlar sürüsü de. Babası onu görmezden gelmeye devam etmişti. Eşyalarını arabasına yükleyip, doğduğu yer olan Lo-vett’ı terk edeli on beş yıl olmuştu. Oraya elinden geldiğince sık uğramaya çalışmıştı. Ara sıra Noel zamanlarında da gelmişti. Bir kaç Şükran Günü’nde ve bir kere de teyzesi Ginger’ın cenazesinde gelmişti. Bu da beş yıl öncesine tekabül ediyordu. Sadie arabanın camını tamamen açtı. Babasını son gördüğü zamanı anımsarken, suçluluk duygusu, ensesine bir ağırlık veriyordu; camdan içeri giren rüzgâr, saçlarını savuruyordu. Babasıyla son görüşmesi, yaklaşık üç yıl önce, Denver’da yaşarken gerçekleşmişti. Babası, Ulusal Batılı Çiftlik Hayvanlan Gösterisi için gelmişti. Düğmeye tekrar basıp, camı kapattı.

Onu görmesinin üzerinden çok uzun zaman geçmemiş gibiydi fakat öyle olmalıydı, çünkü bu ziyaretten kısa bir süre sonra Sadie. Phoenix’e taşınmıştı. Bazıları onun bir gezgin olduğunu düşünebilirdi. Son î.ıchi’1 v«ıbs&ı on beş yılda, yedi farklı şehirde yaşamıştı. Babası, Sadie uzun süre bir yerde kalamadı çünkü şansını hep olmayacak yerlerde denedi. derdi. Ancak babasının bilmediği bir şey vardı, Sadie asla bir yere yerleşmeye çalışmamıştı. Çünkü yerleşik yaşamayı sevmiyordu. Her istediği anda, toparlanıp taşınabilmenin verdiği özgürlüğü seviyordu. Yaptığı son iş de, bunu yapmasına olanak sağlıyordu. Yıllarca hiçbir diploma alamadan, bir üniversiteden diğerine gitmekle geçen yükseköğreniminin ardından, hevesle emlakçilik işine girişti. Şimdi ise, üç eyalette geçerli ruhsatını almıştı, üstelik ev satma işinin her anım seviyordu. Aslında, her anını da değil. Kredi kurumlarıyla iş yapmak onu deli ediyordu.

Yolun kenarındaki bir tabelada Lovett’a ne kadar kaldığına dair bir yazı gördü, arabasının camını tekrar açtı. Eve dönmek onu tedirgin ediyordu; huzursuzdu ve daha varmadan geri dönmek için can atıyordu. Bu, babasıyla ilgili değildi. Birkaç yıl önce aralarındaki ilişkiyi kabullenmişti. O, asla Sadie’nin ihtiyaç duyduğu baba olamayacaktı, o da babasının her zaman istediği erkek evlat olamayacaktı. Aslında onu tedirgin eden tam olarak kasaba da değildi; evine en son dönüşünde, Lovett’a gelişinin üzerinden daha on dakika geçmeden, kendisini bir zavallı gibi hissetmeye başlamış olmasıydı. Biraz yakıt ve bir diyet kola almak için benzinlikte durmuştu. Benzinliğin sahibi, Bayan Luraleen Jinks tezgâhın arkasından, Sadie’nin yüzüksüz parmağına şöyle bir bakmış ve elli yıldır günde bir paket sigara içtiği bilinmese, korkunç sayılabilecek bir hırıltıyla nefes almıştı. “Hâlâ evlenmedin mi tatlım?” diye sormuştu gülümseyerek. “Henüz değil Bayan Jinks,” diye yanıt vermişti Sadie. Sadie kendini bildi bileli benzinliğin sahibi hiç değişmemişti. Ucuz içki ve tütün; Luraleen’in buruş buruş olmuş cildini, eski bir deri mont gibi karartmıştı. “Birilerini bulursun, hâlâ vaktin var.” Acele etmesi gerektiğini ima ediyordu. “Yirmi sekiz yaşındayım.

” Yirmi sekiz erken bir yaştı. O hâlâ kendine bir yol çiziyordu. Luraleen uzanmış ve onun yüzüksüz elini okşamıştı. “Tanrı yardımcın olsun.” İşler son zamanlarda biraz daha yolunda gidiyordu. Birkaç ay önce, teyzesi Bess’ten, küçük kuzeni Tally Lynn’in düğününde olması gerektiğini bildiren telefonu alıncaya kadar Sadie, kendini daha huzurlu hissediyordu. Kısa bir süre, birilerinin nedime listesinden çıkarılıp, kendisinin, son dakikada onun yerine geçirilip geçirilmediğini merak etti. Kuzenini tanımıyordu bile fakat o, köklerini inkâr etmeye çalışıp küçük kuzeninin düğününde olma tikrindcn nefret etse de, Tally Lynn aileden biriydi ve bu yüzden hayır diyemezdi. Denemesi için parlak pembe nedime elbisesi evine gönderildiğinde bile. Korseli, straplez bir elbiseydi ve kısa katlı tafta eteği öyle toplu ve kabarıktı ki, kollarını yanlara sarkıttığında, elleri kumaşın içinde kayboluyordu. On sekiz yaşında mezuniyet balosuna giden bir kız olsaydı, durum bu kadar kötü görünmeyebilirdi ancak o, liseye giden bir kız değildi. Artık otuz üç yaşındaydı ve mezuniyet kıyafetine benzeyen nedime elbisesinin içinde oldukça komik görünüyordu. Hep bir nedime olup hiçbir zaman gelin olamayacaktı. Herkes onun hakkında böyle düşünecekti. Ailesindeki ve kasabadaki herkes ona acıyacaktı ve o, tam olarak bundan nefret ediyordu.

Hâlâ onları kafasına takmaktan nefret ediyordu. Şu anda, düğüne birlikte gidebileceği bir erkek arkadaşı olmamasından nefret ediyordu. Kiralık bir sevgili bulma fikrinin aklından geçmesinden bile nefret ediyordu. Herkesin çenesini kapatilmek için, en iri, en yakışıklı delikanlıyı bulma isteğinden nefret ediyordu. Fısıltıları duymamak, yandan bakışları görmemek ya da erkeksiz hayatını açıklamak zorunda kalmamak için… Ama bir erkeği herhangi bir eyaletten kiralayıp, diğer eyalete ulaşımını sağlamak pek mümkün değildi. Ahlaki boyutu Sadie için sorun değildi. Erkekler, kadınları hep kiralıyorlardı. lö Lovett’ın on mil dışında, bir rüzgârgülü ve eski bir çit, alabildiğine kahverengi olan manzarayı bölüyordu. Dikenli tel örgü, JH Çiftliği ’nin demir ve ahşap işlemeli giriş kapışma kadar uzanıyordu. Sanki hiç gitmemiş gibi her şey ona çok tanıdık geliyordu. Yolun kenarındaki siyah kamyon hariç her şey. Kamyonun arka çamurluğuna, siyah kıyafetleri aracın boyasıyla bütünleşmiş, parlak Teksas güneşi altında, yüzünü gölgede bırakan beyzbol şapkasıyla bir adam yaslanıyordu. Sadie yavaşladı ve babasının çiftliğine doğru sapmak için hazırlandı. Durup, adamın yardıma ihtiyacı olup olmadığım sorması gerektiğini düşündü bir an. Kamyonun açık duran motor kapağı, yardıma ihtiyacı olduğunun ispatı gibiydi fakat Sadie ıssız bir otobanda yalnız başına olan bir kadındı; adam da gerçekten çok iri görünüyordu.

Adam doğruldu ve kamyondan biraz uzaklaştı. Siyah tişörtü, vücudunu ve kaslı kollarını sıkıca sarıyordu. Binleri geliyordu. Sonunda. Sadie, toprak yola döndü ve girişe doğru arabasını sürdü. Adam kasabaya kadar yürüyebilirdi. Lovett, on mil uzaklıktaydı. Dikiz aynasından, adamın ellerini kalçasına koyup, onun arka lambalarına baktığını fark etti. “Kahretsin.” Sadie frene bastı. Daha geleli birkaç saat olmasına rağmen, misafirperver Teksaslı damarı kabarmıştı bile. Saat altıyı geçmişti. İnsanların çoğu, bu saate ç<?Wk( K,tbsctı kadar, işlerinden evlerine dönmüştü ve birileri buradan arabayla geçeli dakikalar ya da saatler olmuştu. Ama… insanların cep telefonları vardı. Değil mi? Çoktan birilerini aramış olmalıydı.

Aynadan, adamın bir elini kalçasından çekip yukarı kaldırdığını gördü. Belki de telefon çekmeyen bir yerdeydi. Sadie kapılarının kilitli olduğuna emin olduktan sonra arabayla geri döndü. Arabayı döndürünce, batan güneş, arka camdan içeri süzüldü ve Sadie, büyük kamyona doğru ilerledi. Adam, Sadie’ye doğru yürürken, yanağına güneş vuruyordu. Sadie’ye huzursuzluk veren bir tipi vardı. Deri giyip, bira içen ve boş bira kutularını da almlarıyla ezen tiplere benziyordu. Karşısında daha dik durulması gerektiğini düşündüren bir tipti. Ya da sıcak çikolatalı keki yememesi gerektiği gibi, uzak durması gereken bir tipti, çünkü ikisi de kalçaları için zararlıydı. Durdu ve arabasının camını açtı. Cam yarıya kadar açıldıktan sonra adama doğru baktı. Bakışları, siyah tişörtünün altındaki sert kaslarından, geniş omuzlarına ve oradan da boynuna ulaştı. Kirli sakalları ve bıyıklan, yüzünün alt kısmına ve köşeli çenesine gölge yapıyordu. “Sorun mu var?” “Evet.” Adamın sesi derinlerden geliyordu.

Sanki ruhunun derinliklerinden çıkıp, geliyormuş gibi. “Ne kadar zamandır burada mahsursun?” ıs “Yaklaşık bir saattir.” “Benzinin mi bitti?” “Hayır,” diye cevapladı adam, benzini bitebilecek bir adam olabileceğinin düşünülmesinden rahatsız olmuş gibi bir sesle. Sanki bir şekilde, erkekliğine hakaret edilmiş gibiydi. “Ya alternatör ya da triger kayışı.” “Yakıt pompası da olabilir,” dedi Sadie. Adam ağzının bir kenarını eğdi. “Yakıt alıyor. Güç yok.” “Nereye gidiyordun?” “Lovett.” Yolun devamında pek bir yer olmadığından, Sadie bunu tahmin etmişti zaten. Lovett da pek bir yer sayılmazdı ya. “Sana bir çekici çağırayım.” Gözlerini kaldırıp, otobana bir bakış attı. “Memnun olurum.

” Numaraları tuşladı ve B.J. Henderson’ın tamirhanesine bağlandı. Sadie, Henderson’ın, herkesin Saftirik diye çağırdığı oğluyla, aynı okula gitmişti. Evet, yanlış duymadınız Saftirik. En son duyduğunda Saftirik, babasının yanında çalışıyordu. Telesekreter devreye girince hızla saatine baktı. Altıyı beş dakika geçiyordu. Telefonu kapattı ve başka bir tamirhaneyi aramaya gerek duymadı. Mesai bitiminin üzerinden bir saat, beş dakika geçmişti, yani Saftirik ve diğer tamirciler ya evlerindeki ya da bar taburelerindeki yerlerini almışlardı bile. Adamın, etkileyici göğüslerine bir bakış attı ve iki seçeneği olduğunu fark etti. Ya bu yabancıyı babasının çiftliğine götürüp oradan, babasının adamlarından biriyle kasabaya yollatacaktı ya da onu kendisi götürecekti. Toprak yoldan, çiftliğe gitmesi on dakika sürerdi. Onu kasabaya götürmesiyse yirmi-yirmi beş dakikasını alırdı. Adamın üzerine düşen gölgeye dikkatle baktı.

Bir yabancının yaşadığı yeri öğrenmemesinin daha doğru olduğunu düşündü. “Bir şok tabancam var.” Bu bir yalandı ama hep bir tane şok tabancası olsun istemişti. Adam arkasını dönüp, ona baktı. “Efendim?” “Bir şok tabancam var ve onu kullanmak için eğitim aldım.” Adam arabadan bir adım uzaklaştı ve Sadie gülümsedi. “Yani ölümcül olabilirim.” “Şok tabancası ölümcül bir silah değildir.” “Ya gerçekten yüksek ayarda kullanırsam?” “Önceden tahmin edilen bir durum yoksa ölümcül olacak kadar yüksek ayarda kullanamazsın. Benim de önceden tahmin edilecek bir durumum yok,” dedi adam. “Tüm bunları nereden biliyorsun?” “Eskiden güvenlik sektöründeydim.” Oh. “Pekâlâ, kıçına vurmak zorunda kalırsam, fena acıtır.” “Kıçıma vurulmasını istemiyorum hanımefendi, sadece kasabaya götürülmeye ihtiyacım var.” zo “Tamirhanelerin hepsi kapalı.

” Telefonunu bardaklığa doğru attı. “Seni Lovett’a kadar götüreceğim, ama önce bana bir kimlik göstereceksin.” Adam, Levi s’ının arka cebine uzanırken, yüzünden ne kadar sıkılmış olduğu belli oluyordu ve ilk kez Sadie’nin gözü adamın orasına kaydı. Yüce Tanrım. Adam hiç konuşmadan, ehliyetini çıkanp, ona doğru uzattı. Camdan dışarı baktığında, Sadie, adamın etkileyici bacak arasına baktığı için kendini sapık gibi hissedebilirdi. “Süper.” Telefonundan birkaç numara daha çevirip, Re-nee’nin açmasını bekledi. “Selam, Renee. Yine ben. Kalemin var mı?” Karşısındaki iri yarı adama bakıp, bekledi. “Yolda kalmış bir adamı, kasabaya bırakacağım. Şimdi, şunları yaz.” Arkadaşına Washington ehliyet numarasını verdi ve ekledi, “Vincent James Haven. 4389 North Central Avenue, Kent, Washington.

Saç: kahverengi. Gözler: yeşil. Boy: 1.82 ve kilo: 86. Tamam mı? Harika. Eğer bir saat içinde benden haber alamazsan, Teksas’taki Potter County karakolunu arayıp, kaçırıldığımı ve hayatımdan endişe ettiğini söyle. Onlara, sana verdiğim bilgileri ver.” Telefonu kapattı ve kimliği pencereden uzattı. “Bin arabaya. Seni Lovett’a bırakacağım.” Şapkasının gölgesine doğru baktı. “Ve beni şok tabancamı kullanmak zorunda bırakma.” v.v;:.; v Jwnı “Peki, etendim.

” Adam ehliyetini alıp, cüzdanına koyarken, dudağını büzdü. “Çantamı alacağım.” Arkasını dönüp, cüzdanını cebine koyarken Sadie’nin gözü, adamın kotunun arka ceplerine kaydı. Güzel göğüs. Mükemmel kalçalar, yakışıklı bir yüz. Erkeklerle ilgili, bekâr olduğu bu yıllar boyunca öğrendiği tek bir şey vardı, o da; birçok farklı erkek tipi olduğuydu. Beyefendiler, düzgün çocuklar, büyüleyici herifler ve alçak herifler. Dünyadaki tek gerçek beyefendiler, bir gün yatağa atma ümidi besleyen, süzme ahmak olanlardı. Kamyonundan, çantasını alan adam, süzme biri olabilmek için fazla yakışıklıydı. Ne olduğu tam anlaşılamayan karmaşık bir tipti sanki. Sadie kapının kilidini açtı ve adam, yeşil asker çantasını arka koltuğa attı. Kendisi öne oturdu ve Saab’m içi, geniş omuzları ve bip bip bip diye öten emniyet kemeri alarmıyla doldu. Sadie arabayı sürmeye başlayıp, otobanda bir U dönüşü yaptı. “Hiç Lovett’a gittin mi, Vincent?” “Hayır.” “Keyfine bak.

” Güneş gözlüklerini takıp, gaza bastı. “Emniyet kemerini tak lütfen.” “Eğer takmazsam, beni şok tabancanla vurur musun?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir