Rauf Ahmed Muceddidi – Durr-ul me’arif

Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlüne “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” salât ve selâm olsun. O yüce Peygamberin temiz ehl-i beytine ve âdil ve sâdık Eshâbının “ndvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” herbirine, hayrlı düâlar olsun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Ümmetim arasında fesâd yayıldığı zemân sünnetime yapışana yüz şehîd sevâbı vardır). Bir hadîs-i şerîfde de buyurdular ki, (Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dînini öğrenen ve başkalarma öğretendir. Dîninizi islâm âlimlerinin ağızlarından öğreniniz!). Dört mezhebden herhangi birisinin âlimlerine (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Bu âlimler, ilm, amel ve ihlâs sâhibidirler. Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir “radıyallahü anh”. Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiklerini yazmışlar, Eshâb-ı kirâm da bunlara Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdiklerini söylemişlerdir. Dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşamak ve âhıretde de sonsuz se’âdete kavuşmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi îmân etmek ve yaşamak lâzımdır. Bunun için de onların sohbetini aramalı, sohbetlerine kavuşamaz ise, mutlaka kitâblarını okumalıdır. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, dîni teblîg, Kur’ân-ı kerîmin ma’nevî ahkâmını kalblere yerleşdirmek ve dînin hükmlerini yapdırmak vazîfelerini, (Hulefâ-i Râşidîn) tam olarak yapmış idi. Sonra bu üç vazîfeyi bir kişi yapamaz oldu. Bu üç vazîfe başka başka üç sınıfa ayrıldı.


Îmânı ve fürû’ ahkâmı bildirmek vazîfesi, din imâmlarına, ya’nî müctehidlere verildi. Îmânı bildirenlere (Mütekellimîn), fıkhı bildirenlere (Fukahâ) denildi. İkinci vazîfe, Ehl-i beytin oniki imâmına ve tesavvuf büyüklerine verildi. Üçüncü vazîfe, meliklere, sultânlara verildi. Birinci sınıfın kısmlarına (Mezheb), ikincinin kısmlarına (Tarîkat), üçüncüsüne de (Kanûn) denildi. Mezhebler i’tikâd ve amel mezhebleri olarak ikiye ayrılır. İ’tikâd mezhebleri yetmişüçe ayrılmış olup, bir mezheb doğrudur. O da (Ehl-i Sünnet vel cemâ’at) mezhebidir. Ehl-i sünnetin i’tikâdda iki imâmı olup, Ebû Mansûr Mâtûrîdî ve Ebûl Hasen Eş’arîdir “rahmetullahi aleyhim.” Ehl-i sünnetin amelde mezhebleri, Hanefî, Mâlikî, Şâfi’î, Hanbelî mezhebleri olarak dörde ayrılmışdır. Kur’ân-ı kerîmin ma’nevî ahkâmını kalblere yerleşdirmek vazîfesinin, oniki imâma ve tesavvuf büyüklerine verildiğini bildirmişdik. Tesavvuf büyükleri, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bugüne kadar, bağlı olduğu mürşidinin kalbinden yayılan feyzleri almışlar, kendilerine bağlananların kalblerine yaymışlardır. Bu tesavvuf yollarının çeşidli ismler alması, bunların başka olduklarını göstermez. Aynı Velînin talebeleri, birbirini tanımak ve üstâdları ile öğünmek için, bulundukları yola üstâdlarının ismini vermişlerdir. Tesavvuf yolları, (Zikr-i hafî) ve (Zikr-i cehrî), ya’nî sessiz ve yüksek sesle zikr yapan yollar olarak ikiye ayrılır.

Birincisi, Ebû Bekr-i Sıddîkdan “radıyallahü anh”, ikincisi, Alîyyül mürtedâdan “radıyallahü anh” gelen yoldur. Bütün tesavvuf yolları imâm-ı Ca’fer-i Sâdıkda “radıyallahü anh” birleşir. Bu yollar içinde, Ebû Bekr-i Sıddîkdan “radıyallahü anh” başlayıp, günümüze kadar gelen “Silsile-i aliyye” büyüklerinin yolu, en kıymetli yoldur. Bu silsilenin bir çok büyüğü diğer tesavvuf yolları ile de talebe yetişdirmiş ve birçoğu, Nakşîbendiyye, Çeştiyye, Kübreverdiyye, Sühreverdiyye yollarından icâzet almışlardır. [Bir mü’min, kendi zemânında bulunan bir Velîyi tanıyıp, çok sever ve sohbetinde bulunarak, kendini sevdirirse, Resûlullahın mubârek kalbinden Velînin kalbine gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akarak kalbi temizlenir. Nûrlar ve feyzler, ibâdetleri ve takvâsı çok olanlara gelmekdedir. Harâmlar, feyzin gelmesine mâni’ olmakdadır.] Silsile-i aliyyenin büyüklerinden Abdüllah-i Dehlevî “rahmetullahi aleyh”, 1158 [m. 1744] senesinde Hindistanın Pencâb şehrinde tevellüd etdi. 1180 [m. 1765] senesinde Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine kavuşdu. Çok kerâmetleri görüldü. En büyük kerâmeti, gelen sâdık kimselerin kalblerine bir teveccüh ederek feyz ve bereketle doldururdu. Binlerce âşıkı, bir bakışda cezbelere ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşdururdu. 1240 [m.

1824] senesinde Delhîde vefât eyledi. Sâhcihân câmi’i yakınındaki, kendi Dergâhında, çok san’atla yapılmış mermer dıvâr içinde, üstâdının yanında ve onun garb tarafında medfûndur. Çeşidli memleketlere göndermiş olduğu mektûblarından yüzyirmibeş adedi, talebelerinden Raûf Ahmed Müceddidî tarafından toplanarak (Mekâtib-i şerîfe) ismi verilmişdir. 1334 de Madrasda, 1371 de Lâhorda, 1396 [m. 1976]da İstanbulda basılmışdır. Sâh Raûf Ahmed 1231 senesinde, bir sene içinde mürşidinden [Abdüllah-i Dehlevîden] işitdiklerini de bir kitâb hâlinde toplamış, buna (Dürr-ül me’ârif) adını vermişdir. 1394 [m. 1974] de ve sonraki senelerde İstanbulda müte’addid baskıları yapılmışdır. Raûf Ahmed Müceddidî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin küçük oğlu Muhammed Yahyâ soyundan olup, 1253 [m. 1837] de hacca giderken, Yemende şehîd oldu. Behûpal şehrinde irşâdı ile meşhûr idi. Allahü teâlâ hepimizi, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru yolda bulundursun! O büyüklerin rûhlarından feyz alarak sonsuz kurtuluşa kavuşmamızı nasîb eylesin! Âmîn. DÜRR-ÜL ME’ÂRİF Bismillâhirrahmânirrahîm Fesâhat ve belâgat sâhibleri sözlerine, Allahü teâlâya hamd ve senâ ile başlayarak, sözlerini zînetlendirmişlerdir. Başlangıcı olmayan Allahü teâlâ, ihsân cevherinin yüzüne, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” feyzli lisânının suyundan renk ve cilâ vermiş ve yine nihâyeti olmayan Allahü teâlâ, irfân cevherinin yanağına, büyük velîlerin cevher saçan dilinin tarâvetinden [tâzeliğinden] bir tâzelik ve ışık bahşetmişdir. Beyt: Enbiyâya ihsân cevherini verirsin, Evliyâya irfân cevherini verirsin.

Allahü teâlânın esmâ ve sıfatlarının künhünü [ismlerinin ve sıfatlarının aslını] azıcık idrâkde akllıların aklı şaşkın kalmışdır. En büyük âlimler bile Onun zâtının en küçük mertebesini anlamakda hayrân olmuşlardır. şii’r: Yücelerden yücedir, yükseklerden yüksekdir, Yükseklik kelimesi bile oraya sığmaz. Makâmını, Enbiyâ bile idrâk edemez, Künhünü Resûller de hakkıyla anlayamaz. Sübhânallâhi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm. Enbiyânın serverine, muttakîlerin rehberine, sayısız ve en temiz salât ve selâm olsun. O, risâlet zirvesinin hümâsı, Rabbi cemîl ve celîlin yakınlık Kafinin ankası, Allah yolunun kılavuzu, Rabbi cemîlin halîli, ilklerin ilki, rehberler rehberi, ilâhî nûrların başlangıcı, olgunluk yükselişinin sonu, ilâhî yükseklikler timsâli, nihâyetsiz âlemlerin özü, bütün Enbiyânın ümmetlerinin şefâ’atcisi, bütün hastalıkların ve dertlerin şifâsı, dünyâ ve âhiretin efendisi, din ve dünyânın hocası, Enbiyânın reîsi, Evliyânın önderi, hesâb gününün şefâ’atcisi, Allahü teâlânın mahbûbu, asfiyânın övüncü, Ahmed-i Müctebâ Muhammed Mustafâdır “sallallahü aleyhi ve alâ âlihî ve sahbihî salevâtullahil melikil a’lâ”. Neseben ve tarîkaten müceddidî olan bu fakîr Sâh Raûf Ahmed derim ki: (Saîd, başkasından nasîhat, ibret alandır) ve yine (Saîd, annesinin karnında iken saîd olandır) hadîs-i şerîflerinin nûrları, nûr saçan alnında parlıyan, kardeşim, dayanağım, şerî’at ve tarîkat sırlarının kâşifi, hakîkat ve ma’rifet nûrlarının vâkıfı, Hâfız-ı Kur’ân Sâh Ebû Sa’îd, Hazret-i pîr-i destgîr, devrânın kutbu, zemânın kayyûmu, vilâyet semâsının güneşi, hidâyet göğünün ayı, takvâ burcunun kandili, seçilmişlik hazînesinin cevheri, irşâd semâsının güneşi, imdât ufkunun parlıyan ayı, safâ meclisinin kandili, rızâ meclisinin çırağı, ilâhî sırların aynası, sınırsız nûrlara ve sübhânî feyzlere kavuşan, Rahmânî bereketlerin kaynağı, müceddidiyye târikatının yücelticisi, kemâlât-ı Ahmediyyenin mazharı, şerî’at ve îmân yolunun sâliki, tarîkat ve ihsân yolunun üsûllerini koyan, dostluk sırlarının kâşifi, muhabbet ve mahbûbiyyet nûrlarının vâkıfı, onüçüncü asrın müceddidi, Hayr-ül Beşerin şerî’atinin teşvikcisi, Abdüllah-i Dehlevî “kaddesenallahü teâlâ bi esrârihim ve envârihim” hazretlerinin kudsî sohbet meclislerinde, cevher saçan dilleriyle buyurduklarını ve parlak inciler gibi olan ma’rifet bilgilerini, nasîhatlarını cezbe ve sülûk ile alâkalı parlak cevherler gibi olan bilgilere dâir beyânlarını yazmam için, herşeyden mahrûm olan bu fakîre izn verdi. Kasîde: İhsân, rahmet denizi, cömerdlikler ummânı, Kâinâtın imâmı, iki dünyâ sultânı. İki cihânın Sâhı, ma’rifet müjdecisi, Yolunu kaybedenin o yol göstericisi. İlâhî sırrı bilen, Hak yolunun mürşidi, İmâm-ı ümmet odur, cûdun serdârı idi. Kalb derdinin devâsı, her hastalığa şifâ, Vahdet delîli, dinde burhân-i ilm-ü zekâ. Hak yolunun yolcusu, dîn-i nebî kefîli, Reîs-i ins enîs-i melek Rabbin celîsi. Güzellik yüzü safâsı, mahbûbiyyet kemâli, Zâtın tek sevgilisi, âşık ona ahâli. Vilâyetin güneşi, yükseliş kemâl ayı, Halkın intizâmında onundur kutub payı.

İllet-i kalbe tabîb, kuşu kudsî bağçenin, Günâhdan temizlikde misli peygamberlerin. Hak kapısı fakîri, ins-ü melek emîri, Hakkın mücerred feyzi ve sulehânın pîri. Muhabbet feyzi sunan, sükünü müştakların, İzzet ve yücelikle dostudur kibriyânın. Allahın sır kitâbı ve sırlar sahîfesi, Âlemlerin kerîmi, Ekremin sevgilisi. Velîyullah ve vâkıf gizli açık her sırra, Vefâ aslanı surûr aynası, sâhib her nûra. İki cihân hadîsi, zemîn, zemân rehberi, Safâ gökü hümâsı, Cennet bağçesi eri. Kelîm gibi muhabbet kilimine bürünen, Kelîmidir, Mevlânın Tûra tecellî eden. Zemîn zemânın şâhı hazret-i Gulâm Alî, Her hastalığa şifâ, hesâb gününde Sâfi’. Sâh Ebû Saîd hazretlerinin itâ’ati gerekdiren işâreti ile, yüksek pîrimiz, dayanağımız Abdüllâh-i Dehlevî hazretlerinin feyzli sohbetlerini, arşa benzeyen dergâhının hizmetçilerinin en aşağısı olan bu fakîr kul, buna lâyık olmamakla berâber, yazdım. Muvaffâkiyet ve yardım Allahü teâlâdandır. Ondan yardım isteriz. Yüksek pîrimizin sözlerini şu tarzla yazacağım. Önce günün târihîni kayd edip, sonra bu fakîrin, pîrimiz Abdüllâh-ı Dehlevî hazretlerinin cevher saçan dilinden buyrulanlarını bizzat işitdiğim gibi yazacağım. Mübârek ismleri yerine Hazret-i îşân diye yazacağım. Bu kitâbı yazmakdan maksâdım, sevâba kavuşmakdan başka birşey değildir.

Allahü teâlâdan ümmîdim, (Ameller niyyetlere göredir) hadîs-i şerîfinin müjdesinden nasîbdâr olmakdır. Muvaffâkiyetim Allahü teâlânın yardımıyladır. O bana kâfîdir. O ne iyi vekîldir. Hicrî 1231 senesi, 12 Rebî’ül âhir, Salı günü. Bu zevallı kul, hazret-i Îşânın feyzli sohbetlerinde idim. O sırada feyzler hazînesi huzûrlarında “fakîr” sözü geçdi. İnci saçan dilleriyle buyurdular ki, fakîr kelimesindeki (fa) harfi, fakîrlik, yoksulluk çekmek ve tevekkül etmekden ibâretdir. (Kaf) harfi, kanâat etmek, aramayı bırakmakdır. (Ya) harfi, ihsân sâhibi olan Allahü teâlâyı yâd etmek, anmak ve iki cihânı unutmayı ifâde eder. (Ra) harfi ise, riyâzet çekmekden ve mücâhede yapmakdan ibâretdir. Bunların hepsini yapan, fakîrliğin ma’nâsıyla zînetlenmiş olup, fadlın fa’sına, kurbun [yakınlığın] kaf’ına, yârî [dostluğun] yâ’sına, rahmet ve rü’yetin ra’sına kavuşmuş olur. Eğer insan, hakîkî fakîrlik ile zînetlenmez ise, fakîrdeki (fa) fadîhat, rüsvâ olmak, (kaf), kahr, galebe, (ya) ye’s, ümmîdsizlik, (ra) rüsvâlık olur. Bunlardan Allahü teâlâya sığınırız. O gün huzûrlarında Simâ’dan da söz edildi.

Buyurdular ki: Simâ’ ehli, Allahü teâlâya yönelen ve Ondan başka herşeyden yüz çevirenlerdir. İşitdiklerini Hakdan bilirler. Gayrilik nazarlarından kalkmışdır. Buyurdular ki: Nizâmeddîn-i Evliyâ hazretleri “rahmetullahi aleyh”; “Ah keşke ben simâ’ esnâsında ölseydim” demişdir. Yine buyurdu ki, Nizâmeddîn-i Evliyâ ömrünün sonuna kadar bunun hasretini çekmiş ve şöyle buyurmuşdur: Feridüddîn-i Genc-i Seker hazretleri, bir gün son derece lütf ve teveccühle bana: “Ne diliyorsan bizden iste” buyurdu. Ben istikâmet taleb etdim. Simâ’ esnâsında ölmeyi istemedim. Yazık ki, fırsat elden gitdi. Yine buyurdular ki, vecd ve tevâcüd arasında fark vardır. İhtiyârî olmayan raks etmeye vecd, ihtiyârî olana tevâcüd denir. Yine buyurdular ki, tevâcüd doğru niyyet ile olunca sofiyye arasında câizdir. Nitekim, Nizâmüddîn-i Evliyânın “rahmetullahi aleyh” meclîsinde, simâ’ vardı. Fekat çalgı, kadın ve oğlan yokdu. Elleri birbirine vurmak da yokdu. Böyle simâ’ şerî’atde de câizdir.

Böyle olduğu (Fevâid-ül Füâd) ve (Siyer-ül Evliyâ) ismli kitâblarda yazılıdır. Yine buyurdular ki, hakîkate ermişlerin kutbu Hâce Bahtiyâr Uşî Kâkî “kaddesenallahü bi sırrıhil akdes”, Simâ’ esnâsında şu beyti terennüm ederek, bu fânî dünyâdan ebedî âleme göçmüşlerdir. Beyt: Teslîmiyyet hançerinin öldürdüklerinin, Her zemân gaybdan ayrı bir cânı vardır. Allah, Allah, Ahmed Câmi’ hazretleri ne güzel buyurmuşlar: (Vuslât kadehinden içiriyor ve varlık tuzağından kurtarıyor.) O gün insanın câmi’ıyyetinden de bahsedildi. Buyurdular ki: İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullâhi aleyh” şöyle buyurmuşdur: İnsanın bütün mahlûkâtı câmi’, ya’nî kendinde toplamış olması şöyle îzâh edilir: Kâinatda ne varsa, hepsi yalnız insanda vardır. İnsanın başı göklere, düşünceleri meleklere, kemikleri dağlara, kanı denizlere, dayanıklı sağlam damarları ağaçlara, iki gözü parlayan güneşe ve aya benzer. Diğer uzvları da kâinatdaki başka şeylerin bir nümûnesidir. Lâkin biz de deriz ki; İnsanın bütün mümkinâtı, varlıkları câmi’ olmasının, kendinde toplamasının ma’nâsı şudur: Bütün âlem, Allahü teâlânın ism ve sıfatlarının zuhûru, görüntüsüdür. İnsan Zât-ı teâlânın mazharıdır ve Zât-ı teâlâ da bütün sıfatları câmi’dir. Yine buyurdular ki; İnsanın kalbi cihânı gösteren bir ayna gibidir. Lâkin ârif, bütün âlem benim kalbimdedir; hattâ Hak celle ve a’lâ da bende tecellî etmekdedir diye görür. Evliyâ-yı kirâmın çoğu bu hâlde vahdeti vücûda kâil olmuşlardır. Enel-hak, Sübhânî mâ azame şânî, Leyse fî cübbetî sivallah, sözlerini söylemişlerdir. Mevlânâ Câmî şöyle demişdir: şii’r: Cihânı gösteren o ayna biziz, Cemâl-i kibriyânın nûru biziz.

Başka mevcûd yok, var olan biziz, Bakdığın herşeyde gördüğün biziz. Deryâda gördüğün her damla tek tek, Bilesin ki, damla değil, o biziz. Evliyânın büyüklerinden ma’rifetler sâhibi Abdurrahmân Câmî “kuddise sirruh” hazretleri de şu şi’rleriyle bu makâma işâret buyurmuşdur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir