Raymond E. Feist – Krondor Serisi 1 – İhanet

Rüzgâr uluyordu. Krondor Prensi’nin sarayının toprak beylerinden Locklear, atının üzerinde, ağır pelerininin altında büzüşerek oturmaktaydı. Yaz, Dünyanın Dişleri olarak bilinen dağlardaki geçitlerden ve Kuzeyellerinden çabuk kaçardı. Güneyde sonbahar akşamları hâlâ ılık ve yumuşak olsa da, yukarıda kuzeyde, sonbahar gelip geçici bir ziyaretçiydi, kış erken gelmişti ve uzun süre kalacaktı. Locklear, kendisini bu terk edilmiş yere sürüklediği için aptallığına lanet etti. “Burası soğumaya başlıyor, toprak beyi,” dedi Çavuş Bales. Çavuş, bu genç soylunun Tyr-Sog’da aniden belirmesi hakkındaki söylentiyi duymuştu, Krondor’da nüfuzlu tanıdıkları olan bir tüccarla evli genç bir kadın hakkındaki meseleyi. Locklear, kızgın bir kocanın pençelerinden uzaklaştırılmak için sınıra gönderilmiş ilk züppe olmayacaktı. “Üzülerek söylemeliyim ki, Krondor kadar ılıman değil, efendim.” “Sahi mi?” diye sordu genç toprak beyi, alayla. Devriye, Adalar Krallığı’nın kuzey sınırındaki, dağ eteğinin tepeleri boyunca dar bir patikayı izlemekteydi. Baron Moyiet, genç toprak beyine, özel devriyeye şehrin doğusuna kadar eşlik etmekten kazançlı çıkabileceğini önerdiğinde, Locklear Tyr-Sog sarayında henüz bir hafta dahi geçirmemişti. Hainlerin ve moredhellerin -ki bunlar Kara Yol Kardeşliği olarak bilinen kara elflerdi- ağır yağmur ve sert karın örtüsü altında güneye sızdıkları hakkında söylentiler dolaşıyordu. İz sürücüler, pek az işarete rastlamıştı, fakat söylentiler ile çiftçilerin karanlık kıyafetlere bürünmüş savaşçı gruplarının güneye ilerleyişlerini gördükleri konusundaki ısrarları Baron’u, devriyeyi harekete geçirmeye itmişti. En az orada konuşlandırılmış adamlar kadar, Locklear da, sonbaharın sonu ve kışın başlangıcında dağlardaki ufak geçitlerde herhangi bir hareketlilik olması ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu biliyordu.


Don, daha dağ eteklerine yeni ulaşırken, yükseklerdeki geçitler çoktan karlardan daralmış olacak ve en ufak bir erime olması halinde çamura boğulacaktı. Gene de, on sene önceki Büyük Ayaklanma olarak da anılan savaştan beri -Krallık’ın, kara elflerin etkileyici lideri Murmandamus’un ordusu tarafından istila edildiği savaştı bu- her türlü hareketin gözlemlenmesi konusunda Kral Lyam’ın kesin emri vardı. “Evet, Prens’in saray çevresinden biraz farklı olmalı, toprak beyi,” diye onu kışkırttı çavuş. Locklear, Tyr-Sog’a vardığında Krondorlu züppelerden biri gibi görünüyordu -uzun boylu, narin, yirmili yaşlarında, bıyıklı ve uzun bukleli, iyi giyimli genç bir adam. Locklear, bıyığın ve giyiminin kendisini yaşlı gösterdiğini düşünmüştü fakat etkisi, istediğinin tam tersiydi. Locklear, çavuşun attığı alaycı yemlerden usanmıştı, “Gene de hatırladığım kadarıyla, dağın öteki tarafında olduğundan daha sıcak,” dedi. “Öteki taraf mı, efendim?” dedi. “Kuzeyelleri,” dedi Locklear. “İster ilkbahar ister yaz olsun, geceler soğuktur.” Çavuş, genç adama kuşkuyla baktı. “Orada bulundunuz mu, toprak beyi?” Kuzeyelleri’ne gidip de Krallık’a sağ salim dönen, silah kaçakçısı ya da hainler dışında pek az kişi vardı. “Prens ile birlikte,” diye yanıtladı Locklear. “Armengar ve Yüksekşato’ da kendileriyleydim.” Çavuş sessizleşti ve başını öne çevirdi. Locklear’ın yakınındaki askerler birbirleriyle bakışarak başlarını onaylarcasına salladılar.

Biri arkasındaki bir diğerine fısıldadı. Kuzeyde yaşayan tek bir asker bile, Kuzeyelleri’ndeki insanların şehrini yıkıp ardından Krallık’ı istila etmiş olan güçlü moredhel lideri Murmandamus’un ordusu karşısında düşen Armengar’ı duymamış değildi. Onun kara elfler, troller, goblinler ve devlerden oluşan ordusuyla Krallık’ı parçalamasına, on yıl önce Sethanon’daki yenilgisi engel olabilmişti. Armengar’dan sağ kalanlar, Tyr-Sog’dan fazla uzakta bulunmayan Yabon’da yaşamaya başlamışlar, büyük savaş ile sağ kalanların kaçışı ve Prens Arutha’yla yoldaşlarının bunda oynadığı rol, anlatıldıkça büyümüştü. Prens Arutha ve Guy’du Bas-Tyra için savaşmış her adam ancak bir kahraman olarak nitelendirilebilirdi. Çavuş genç adamı tartan bir bakış fırlattıktan sonra, sessizliğini korudu. Kar yeniden yağmaya ve her geçen dakika rüzgâr daha da sert esmeye başladığında, Locklear’ın, geveze çavuşu susturmaktan aldığı keyif kısa sürdü. Önünde uzanan günler boyunca garnizon içindeki önemini artırabilirdi, ama gene de Krondor sarayının çevresinden çok uzaklardaydı, iyi şaraplardan ve güzel kızlardan da. Ertesi kış, kendisini sıkıcı insanlar ve kırsal bir saray çevresinde kapana sıkılmış bulmadan, yeniden Arutha’nın lütfuna sahip olabilmesi için bir mucize gerekecekti. On dakikalık sessiz bir yolculuğun ardından, çavuş, “İki mil daha, efendim, sonra geri dönebiliriz,” dedi. Locklear bir şey söylemedi. Garnizona döndüklerinde, hava şimdi olduğundan daha soğuk ve karanlık olacaktı. Askerlerin koğuşundaki ateşi memnuniyetle karşılayacak ve muhtemelen bölüklerin tayınını paylaşmakla yetinecekti, tabii eğer Baron kendisinin, ev halkıyla birlikte yemek yemesini talep etmezse. Locklear buna pek ihtimal vermedi, ne de olsa Baron’un, genç soylu Tyr-Sog’a daha ilk vardığında, kendini göstermeye çalışan, cilveli bir kızı vardı ve Baron, Locklear’ın neden kendi sarayında olduğunu biliyordu. Baron ile katıldığı her iki yemekte de, kızı dikkat çekici bir şekilde ortadan kaybolmuştu.

Kaleden pek de uzakta olmayan bir han vardı, ama kaleye döndüğünde, bir daha soğuk ve kar gibi etkenlerle o kısa mesafe için bile karşılaşamayacak kadar rahatsız olacağını biliyordu, ayrıca orada bara bakan her iki kadın da hem şişmanca hem de sıkıcıydı. Sessiz, teslimiyet dolu bir iç çekişle, Locklear bahar geldiğinde iki kadının da ona güzel görünebileceğini düşündü. Locklear yalnızca, Banapis’teki Yaz Ortası Şenliklerinde Krondor’a geri dönebilmek için dua etmekle yetindi. En iyi dostu olan, Toprak Beyi James’e yazacak ve Arutha’nın kendisini erken geri çağırmasını sağlamak için nüfuzunu kullanmasını isteyecekti. Burada geçen yarım sene, yeterli bir cezaydı. “Derebeyi,” dedi Çavuş Bales, Locklear’ın resmi unvanını kullanarak, “o da nedir?” diye sordu kayalık patikayı işaret ederek. Çavuşun gözü, kayalar arasındaki bir hareketliliğe takılmıştı. Locklear yanıtladı, “Bilmiyorum. Haydi, gidip bir bakalım.” Bales’in bir hareketiyle devriye sola dönerek patikadan yukarı çıkmaya başladı. Çok geçmeden; manzara açıklığa kavuştu. Tek başına bir şekil yürüyerek telaşla patikadan iniyor ve ardından onu takip edenlerin sesleri işitiliyordu. “Görünen o ki, hainlerden biri, Kara Yol Kardeşleri’nden birkaçıyla anlaşmazlığa düşmüş,” dedi Çavuş Bales. Locklear kılıcını çekti. “Hain olsun olmasın, kara elflerin onu parçalamasını istemeyiz.

Bu onlara istedikleri zaman güneye gelip de bölge halkını canlarının istediği gibi rahatsız edebileceklerini düşündürebilir.” “Hazır!” diye bağırdı çavuş ve tecrübeli devriye de kılıçlarını çekti. Yalnız figür askerleri gördü, bir an tereddüt etti, ardından ileri doğru koştu. Locklear onun uzun boylu olduğunu görüyordu, üzerinde etkili bir biçimde hatlarını gizleyen koyu gri bir pelerin vardı. Ardından yaya olarak, bir düzine kadar kara elf geliyordu. “Haydi, aralarına dalalım,” dedi çavuş sakince. Teorik olarak devriyeyi Locklear idare ediyordu, ama komut veren tecrübeli bir çavuş ortadayken, aradan çekilmeyi bilecek kadar savaş tecrübesi vardı. Atlılar, yalnız figürün yanından geçerek, moredhelin üzerine çullanmak için geçide hücum ettiler. Kara Yol Kardeşleri’nin pek çok vasfı vardı, korkaklık ve savaş becerisinden yoksun olmak bunlar arasında yer almıyordu. Dövüş şiddetliydi, fakat Krallık askerlerinin iki avantajı bulunuyordu: atlar ve havanın kara elflerin yaylarını işe yaramaz duruma getirmiş olması. Moredheller zırh delmek şöyle dursun, oklarını düşmana fırlatamayacaklarını bildiklerinden yaylarının ıslanmış tellerini çekmeye yeltenmemişlerdi bile. Diğerlerinden daha iri olan bir Kara Elf, bir kayanın tepesine sıçradı, bakışları kaçmakta olan şekle sabitlenmişti. Locklear bu yaratığı engellemek için atını harekete geçirdiğinde Kara Elfin dikkati genç soylunun üzerine yoğunlaştı. Bir an için bakışları kenetlendi, Locklear yaratığın öfkesini hissedebiliyordu. Sessizce, Locklear’ı gelecekte karşılaştıklarında hatırlayabilmek için kafasına kazır gibi bir hali vardı.

Ardından yüksek sesle verdiği emirle moredheller geçitten geri çekilmeye başladı. Görüş mesafesinin on metreden az olduğu bu durumda, Çavuş Bales geçidin içine doğru bir takibin yapılmaması gerektiğini biliyordu. Hem hava şartları da çetinleşiyordu. Locklear geri döndüğünde yalnız figürü, patikanın ardında az ötedeki bir kayanın üzerinden öne eğilirken buldu. Atını adamın yakınına süren Locklear aşağıya doğru seslendi; “Ben, Prens’in sarayından Toprak Beyi Locklear. Dilerim bize anlatacağın iyi bir hikâye vardır, hain.” Adamdan bir karşılık gelmedi, yüz hatları hâlâ ağır pelerininin derin başlığı altında gizliydi. Moredheller dağlık geçit boyunca kaçarken ve bir yandan da atlıların takibini önlemek için aşağıdaki kayalıkların arasına doğru sürünürken, dövüşün sesleri uzaklaşıyordu. Locklear’ın karşısındaki figür ona bir süre baktıktan sonra elleri, yavaşça geriye atmak üzere başlığına uzandı. Karanlık, yabancı gözler genç soyluya bakıyordu. Bu, Locklear’ın daha önceden görmüş olduğu hatlardı: Yüksek bir alın, kısa kesilmiş sık saçlar. Yay gibi kaşlar ve büyük, yukarı kalkık, memesiz kulaklar. Ama önünde duran bu adam bir elf değildi; Locklear bunu içinin ta derinliklerinde hissedebiliyordu. Kendisine bakan bu karanlık gözler, küçümseyici ifadelerini zorlukla gizleyebiliyordu. Yaratık ağır aksanlı Krallık Lisanıyla konuştu, “Ben bir hain değilim, insanoğlu.

” Çavuş Bales atıyla geldi ve “Lanet Olsun! Bir Kara Yol Kardeşi. Diğerlerinin onu öldürmek istemesinin nedeni bir kabile meselesi olmalı,” dedi. Moredhel, bakışlarını Locklear üzerinde kilitlemişti, bir an için onu inceledikten sonra “Eğer Prens’in saray ahalisindensen, bana yardım edebilirsin,” dedi. “Yardım mı?” dedi çavuş. “Büyük ihtimalle seni asacağız, katil.” Locklear sessizliği sağlamak üzere elini havaya kaldırdı. “Neden sana yardım edecekmişiz, moredhel?” “Çünkü prensinize bir uyarı mesajım var.” “Neye karşı uyarı?” “Bu yalnızca onun bilmesi gereken bir şey. Beni, ona götürecek misiniz?” Locklear, o sırada konuşan çavuşa baktı, “Onu görmesi için Baron’a götürmeliyiz.” “Hayır,” dedi moredhel, “yalnızca Prens Arutha ile konuşurum.” “Kimle konuşmanı istersek onunla konuşacaksın, kasap,” dedi Bales, sesi öfkeden sertleşmişti. Ömrü boyunca Kara Yol Kardeşliğiyle savaşmış ve zalimliklerine defalarca şahit olmuştu. Locklear, “Onları tanırım. Ayaklarını ateşe verebilir ve boynuna kadar yakabilirsiniz, ama eğer konuşmak istemiyorsa, konuşmayacaktır,” dedi. “Doğru,” dedi moredhel.

Yeniden Locklear’ı inceledi ve “Benim halkımla daha önce karşılaştın mı?” diye sordu. “Armengar,” dedi Locklear. “Yüksekşato’da. Ve ardından Sethanon’da.” “Prensinizle Sethanon hakkında konuşmam gerekiyor,” dedi moredhel. Locklear çavuşa dönerek, “Bizi bir süre yalnız bırakın, çavuş,” dedi. Bales tereddüt etti, ama genç soylunun sesinde, çavuşa karşı çıkma şansı bırakmayan bir emir tonu vardı; bu bir emirdi. Çavuş dönerek devriyesini uzaklaştırdı. “Konuş,” dedi Locklear. “Adım Gorath, Ardanienlerin şefiyim.” Locklear Gorath’ı inceledi. İnsan standartlarına göre genç görünmesine karşın, Locklear bunun aldatıcı olabileceğini bilecek kadar elflerin arasında bulunmuş ve yeteri kadar moredhel görmüştü. Bıyıklarında beyaz ve ak çizgiler, gözlerinin etrafında halkalar vardı; elf soyundan görmüş olduğu kadarıyla iki yüz yaşından daha büyük olduğunu talimin etti. Gorath’ın üzerinde iyi işlenmiş bir zırh ve ince dokumalı bir pelerin vardı; Locklear onun söylediği kişi olabileceğine karar verdi. “Bir moredhel şefi Krallık’ın prensiyle ne konuşmak ister?” dedi.

“Kelimelerim yalnızca Prens Arutha içindir.” Locklear, “Eğer hayatının geri kalan kısmını Baron’un Tyr-Sog’daki zindanında geçirmek istemiyorsan, seni Krondor’a götürmem konusunda bana ikna edici bir şey söylesen iyi olacak,” dedi. Moredhel uzunca bir süre Locklear’a baktı ve ardından yaklaşmasını işaret etti. Locklear Kara Elfin bir şeyler deneme ihtimaline karşılık, elini belindeki hançerin üzerine koyarak, yüzünü Gorath’ınkinin yakınına getirmek için atın boynuna yakın bir yere doğru eğildi. Gorath Locklear’ın kulağına fısıldadı. “Murmandamus yaşıyor.” Locklear doğrularak bir süre sessiz kaldı, ardından atını geri çevirdi. “Çavuş Bales!” “Efendim!” diyerek geri döndü yaşlı asker, Locklear’ın buyurgan sesine, saygı ifadesi ile. “Bu tutsağı zincirleyin. Tyr-Sog’a dönüyoruz, şimdi. Ve iznim olmadan kimse onunla konuşmayacak.” “Efendim!” diye yineledi çavuş, iki adamını verilen emirleri uygulamak üzere harekete geçirirken. Locklear atının boynuna doğru eğildi, “Hayatta kalmak için yalan söylüyor olabilirsin, Gorath ya da belki Prens Arutha için korku dolu bir mesajın vardır. Benim için hiçbir önemi yok, zira her iki durumda da yarın sabah ilk iş Krondor’a dönüyorum.” İki asker tarafından silahlan alınırken, sabırla ayakta duran Kara Elf bir şey söylemedi.

Kısa bir zincirle birbirine bağlı kelepçeler bileklerine geçirilirken sessiz kaldı. Kelepçeler takıldıktan az sonra ellerini havaya kaldırdı, ardından yavaşça indirdi. Locklear’a baktı ve ardından dönerek, muhafızlarının harekete geçmesini beklemeden Tyr-Sog’a doğru yürümeye başladı. Locklear çavuşa kendisini izlemesini işaret etti ve iyice çetinleşen hava şartlarında, atını Gorath’ın yanına sürdü. KARŞILAŞMA Ateş çatırdıyordu. Owyn Belefote geceleyin bir başına, alevlerin karşısında oturuyor, kendi sefaleti içinde debeleniyordu. Timons Baronu’nun oğullarının en genciydi. Evinden çok uzaklardaydı ve daha da uzakta olmayı diliyordu. Genç yüz hatları tam bir hüzün ifadesini yansıtıyordu. Gece soğuk, yemek ise kısıtlıydı, özellikle de Yabon şehrindeki teyzesinin evindeki bolluğu terk ettikten sonra. Babasıyla aralarının bozulmasından habersiz akrabalara yaptığı bir haftalık ziyaretin sonunda ev hayatı hakkında erkek ve kız kardeşlerin dostluğu, ateşin önünde geçirilen bir gecenin sıcaklığı, annesiyle sohbetleri ve hatta babasıyla yaptığı tartışmalar gibi unutmuş olduğu şeylerle onu yeniden tanıştıran insanlara konuk olmuştu. “Baba,” diye homurdandı Owyn. Genç adamın babasına karşı gelmesinden ve Krallık’ın güney taraflarında büyücülerin bulunduğu bir ada olan Yıldızlimanı’na doğru yola çıkmasından beri iki seneden az bir zaman geçmişti. Babası, büyü öğrenmeyi ona yasaklamıştı. Owyn’in en azından, toplum tarafından daha fazla kabul gören gruplardan birinin rahibi olmasını istiyordu.

Ne de olsa, onlar da büyü yapıyorlar, diye ayak diremişti babası. Owyn iç çekerek pelerinine sarındı. Bir gün büyük bir büyücü, belki de Yıldızlimanı’ndaki Akademi’nin kurucusu efsanevi Pug’un sırdaşı olarak ailesini ziyaret etmek için evine geri döneceğinden o denli emindi ki. Fakat bunun aksine, gereken çalışmanın kendisi için uygun olmadığını fark etmişti. Aynı zamanda burasının hızla gelişmekte olan öğrencilerinin ayrımlaşarak şu ya da bu eğitimciyle saf tutmasından, büyü eğitimini yeni bir dine çevirmeye çalışmalarından hoşlanmamıştı. Artık en iyi ihtimalle vasat bir büyücü olduğunu ve ne kadar çalışmak isterse istesin, daha öteye geçemeyeceğini biliyordu, gereken yetenek onda yoktu. Bir senelik bir çalışmadan biraz daha uzun bir sürenin ardından, Owyn, bir hata yaptığını kendine itiraf ederek Yıldızlimanı’ndan ayrıldı. Bunu babasının karşısında kabullenmek onun için daha da yıldırıcıydı -işte bu yüzden doğuya dönüp de babasıyla karşılaşmak için cesaretini toplamadan önce uzak Yabon şehrindeki akrabalarını ziyaret etmeye karar vermişti. Çalılıklardan gelen bir hışırtı ağır bir ahşap değneği kavrayıp, sıçramasına neden oldu. Daha bir çocukken eğitiminin bu bölümünü göz ardı etmiş olduğundan, silahlara karşı yeteneği çok azdı, ama dövüş sopası konusunda kendini korumaya yetecek kadar bir beceri geliştirmişti. “Kim var orada?” diye sordu. Kör karanlığın içinden bir ses geldi: “Kampı selamlarız, biz geliyoruz.” Owyn biraz olsun rahatladı, ne de olsa haydutlar geldiklerini haber verecek değillerdi. Aynı zamanda, saldırılmaya değer biri sayılmazdı, şu günlerde paçavralar içindeki bir dilenciden az hallice bir görünümdeydi. Gene de dikkatli olmanın zararı olmazdı.

Karanlığın içinden iki figür belirdi, biri neredeyse Owyn’in boyunda, diğeriyse ondan bir kafa boyu daha uzundu. İkisi de ağır pelerinlere sarınmıştı; içlerinden kısa boylu olanı gözle görünür bir şekilde topallıyordu. Topallayan, omzunun üzerinden, sanki takip ediliyormuşçasına arkasına baktı ve ardından sordu, “Kimsin sen?” Owyn cevapladı, “Ben mi? Asıl siz kimsiniz?” Kısa boylu olan, başlığını geri çekerek, “Locklear, Prens Arutha’nın Toprak Beylerinden,” dedi. Owyn başıyla onayladı. “Efendim, adım Owyn, Baron Belefote’nin oğluyum.” “Timons’tan, evet, babanın kim olduğunu biliyorum,” dedi Locklear, ateşin önünde çömelip, ellerini ısıtmak için ateşe doğru açarak. Başını kaldırıp Owyn’e baktı. “Evinden hayli uzaktasın, değil mi?” “Yabon’daki teyzemi ziyaret ediyordum,” dedi sarışın genç. “Şimdi ise evime doğru gidiyorum.” “Uzun bir yolculuk,” dedi sesi boğuk çıkan tip. “Krondor’a dek kendi başıma idare edeceğim, orada Salador’a kadar bir kervanla ya da başka biriyle gidip gidemeyeceğime bakacağım. Ondan sonra ise Timons’a bir gemi bulacağım.” “Aslına bakılırsa, LaMut’a varana kadar beraber hareket etmekten daha kötüsünü de yapabilirdik,” dedi Locklear, yere sertçe oturarak. Pelerini açıldığında Owyn, genç adamın kıyafetlerindeki kanı gördü. “Yaralanmışsın,” dedi.

“Biraz,” diye onayladı Locklear. “Ne oldu?” “Buranın birkaç mil kuzeyinde saldırıya uğradık,” diye yanıtladı Locklear. Owyn, yol çantasını karıştırmaya başladı, “Yanımda yaralanmalar için bir şey var,” dedi. “Tuniğini çıkar.” Owyn çantasından bandajları ve tozu alırken Locklear da pelerinini ve tuniğini çıkardı. “Teyzem her ihtimale karşı bunu yanıma almam konusunda ısrar etti. Yaşlı bir hanımın saçmalığı olduğunu düşünmüştüm, ama görünen o ki, değilmiş.” Locklear, çocuk yarayı temizlerken -besbelli kaburgaların üstünde bir kılıç kesiğiydidayandı ve üzerine toz dökülürken irkildi. Ardından Toprak Beyi’nin kaburgalarını sararken Owyn, “Dostun pek de konuşkan değil, değil mi?” diye sordu. “Ben onun dostu değilim,” diye yanıtladı Gorath. Kelepçelerini göstermek için uzattı. “Ben onun tutsağıyım.” Goratlı’ın başlığının içindeki karanlığı görmeye çalışan Owyn sordu, “Ne yaptı?” “Hiç, tabii dağların yanlış tarafında doğmanın dışında,” diye yanıtladı Locklear. Gorath başlığını geri çekti ve Owyn’e lütufkâr bir şekilde en belli belirsiz gülümseyişlerinden birini sundu. “Tanrıların dişleri!” diye bağırdı Owyn, “O bir Kara Yol Kardeşi!”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir