Raymond Williams – Anahtar Sözlükler

Okuru uyarmak isterim: elinizde tuttuğunuz sözlük, her şeyden önce lngilizce bir sözlüktür, lngilizce sözcüklerin anlam tarihlerine ilişkin bir sözlük. Çeviri süreci de lngiliz ya da lngilizce bilen okura yönelik olarak hazırlanmış bir (tekdilli) sözlüğün çevirisinde karşılaşılacak bütün güçlükleri içeriyordu. Tarihsel bir sözlük olmasının güçlükleri de eklendi buna: 13. yüzyıldan ya da 15. yüzyıldan verilen bir örnek cümle olduğu biçimde bırakılamayacağı gibi, çevirisi de kolay değildi. Burada kısaca karşılaşılan sorunlar ve bulduğumuz çözüm yollarından söz etmek isterim. – ilk güçlük sözlüğün düzenine ilişkindi. Maddebaşlan lngilizce mi bırakılmalı yoksa Türkçe’ye mi çevrilmeliydi? lngilizce’ye ait bir sözlük olduğu ve Türkçe’ye çevirdiğimiz takdirde maddelerin özgün düzeni değişeceği için, olduğu gibi bırakmayı, ancak parantez içinde maddebaşı sözcüklerin Türkçe anlamlarını vermeyi daha uygun bulduk. – Bu durumda Türkiyeli okurun sözlükten daha kolay yararlanabilmesi için maddebaşındaki Türkçe karşılıkların bir dizinini hazırlamak gerekli göründü. 13 – Kavramlardan çok lngilizce sözcüklerin tarihçelerinin (örneğin lngilizce history sözcüğünün kökeni) açıklandığı durumlarda, maddebaşı sözcükler madde içinde çevrilmeden bırakıldı, kavram olarak (örneğin tarih kavramına ilişkin anlayışlar ele alınınca) kullanıldıkla- . rındaysa çevrildi. Ancak kullanımların her zaman açık bir ayrıma elvermediği de görülecektir. – Tanık cümleler Türkçe’ye çevrildiklerinde çoğu zaman bütün işlevlerini yitirdikleri için, ağırlıkla özgünlerinin yanı başında köşeli ayraç içinde çevirilerine yer verildi. 19. yüzyıldan bu yana olan tanıklar günümüz lngilizce’sine yakın oldukları için özel bir nitelik sunmadıkları durumlarda doğrudan çevrildiler.


Peki bu haliyle sözlük, Türkiyeli okura ne ifade eder? Her şeyden önce belli lngilizce sözcüklerin, dolayısıyla kavramların tarihini sunmasıyla, bizim kendi kültürümüz içinde doğrudan doğruya çevirdiğimiz ya da öyle veya böyle uyarladığımız onlarca kilit kavramın nasıl bir geçmişin ürünü olduklarını ve belki nasıl kavranmaları gerektiğini anlamamıza olanak veriyor. Böylelikle lngilizce’den Türkçe’ye çeviri yapanların kimi ihtiyaçlarına da cevap vereceğini umut ediyoruz. Sözlükten bekleyebileceğimiz bir diğer yarar da, Türkçe’nin benzer bir sözlüğünün oluşturulmasına, dolayısıyla bizim kültür tarihimizin araştırılmasına, örnek olmak suretiyle katkıda bulunması ümididir. Yaklaşık yüzyıldır ülkemizde filoloji çalışmaları yapılmasına, üniversitelerde ilgili bölümler bulunmasına karşın, böylesi bir sözlüğü hazırlama enerjisi ve yeterliğinden uzak görünüyoruz; dilciler tarihsel sözlüğün filolojik yararlan (tarihsel metinlerin daha iyi anlaşılması) dışında, kültür tarihi için taşıyabileceği değerin bilincinde görünmüyor. Elinizdeki çevirinin bu alanda yapılacak çalışmalara yol göstermesini diliyoruz. il Bu önemli yapıtın ortaya çıktığı bağlamdan söz etmek yerinde olur. R. Williams’ın çalışması iki ayak üstüne oturuyor: sözcüklerin anlam tarihçeleri ve bu tarihçelerin kültür tarihi açısından yorumlanması. Bunlardan ikincisinin varoluşu ister istemez ilkine bağlı. Ve bu ilki, yani sözcüklerin anlam tarihleri konusunda ise Williams bizlerin hayal 14 edemeyeceği kadar şanslı; çünkü yararlandığı Oxford Sözlüğü daha 19. yüzyılda başlanmış çok büyük bir projedir. Yaklaşık yarım yüzyıl süren bir kolektif çalışmanın ürünü olan, tam adıyla, Oxford English Dictionary on Historica/ Principles (Tarihsel ilkelere Dayalı Oxford lngilizce Sözlüğü) 1933 yılında 12 cilt olarak tamamlandı; bugün güncel ekleriyle birlikte 20 cildi buldu. Adından da anlaşılacağı üzere sözlük, 19. yüzyılın en gözde bilimlerinden tarihsel dilbilimin anıtsal verimlerinden biri. Fransız Devrimi’nin ardından ve Darwin’in evrim kuramıyla birlikte kaçınılmaz biçimde bir “tarih yüzyılı”na dönüşen 19.

yüzyılda, dilbilim de kendini tarihsel ilkelere dayandırmak zorunda hissediyordu. Sanskritçe’nin keşfiyle birlikte, 18. yüzyılın felsefi ağırlıklı dil yaklaşımı, doğru ya da yanlış, terk edilecek, F. Bopp’un çalışmaları alanın kurucu kitapları olacaktı. Çalışmalar daha çok dillerin ses düzeninin tarih içinde nasıl değiştiğine, bir dilin yerini nasıl bir diğerine bıraktığına odaklanıyorduysa da, sözcüklerin anlamı üstüne önemli çalışmalar da görülüyordu. Tarihin, bilincin kurucu öğelerinden olması ve presentisme’in etkisinden çıkılmasıyla, belli bir dilde o anda kullanılan sözcüklerin ezelden beri o anlamla kullanılmadığı da fark edilecekti. Ses değişmelerinin ardında yatan/yattığı varsayılan yasalar araştırıldığı gibi, anlam değişmelerinin de yasaları olup olmadığı gündeme gelecekti. Ama bu çalışmaların yapılabilmesi için, veritabanını oluşturmak üzere, tarihsel sözlüklerin hazırlanması gerekiyordu. Bu konuda E. Littre’nin 7 ciltlik ünlü sözlüğünün (Dictionnaire de la /angue française, 1863-1872) önemli bir örnek oluşturduğuna kuşku yok. Anlambilimin adının konulması ve alanının tanımlanmasının M. Breal (Essai de semantique – Science des significations, 1897) tarafından Fransızca’da gerçekleştirilmesi de bir rastlantı değil elbet. Oxford Eng/ish Dictionary on Historical Principles da bu bilimsel bağlam içinde yayınlanmış, herbir sözcüğün anlamını kullanıldığı çağa göre saptayıp, tarihsel anlamların tanıklarını sunmasıyla, eski metinleri anlamaya çalışan filologlar kadar kültür tarihçileri için de eşsiz bir hazine oluşturmuştur. Çünkü Breal’den el alan Saussure’ün modem dilbilimi kurmasıyla birlikte, sözcüklerin nesnelere değil, kendilerine, yani konuşanların algılamalarına gönderme yaptığını anlamak fazla zaman almayacaktı. 15 Sözcüklerin anlam tarihlerinin kültür tarihi için bulunmaz bir kaynak sağladığını ilk fark eden olmasa da, R.

Williams en önemli çalışmalardan birini ortaya koymuştur. Yaklaşık aynı dönemlerde Fransa’da da kimi sözlükbilimciler benzer projeler üstünde çalışıyor, ama Williams’ınki gibi sözcük sözcük belli bir tarihi kat eden araştırmalar yerine, Saussure’ün eşsüremli dilbiliminin etkisiyle, tarihin belli bir döneminde toplumun belli bir kavram alanındaki sözvarlığını araştırıyorlardı: örneğin Greimas’ın ünlü La mode en 1830’u (l 830’da Moda). Türkiye’de de Greimas’ın kişisel etkisiyle Berke Vardar benzer iki çalışma ortaya koyacaktı: Structure fondamentale du vocabulaire social et politique en France, de 1815 a 1830 (Fransa’da 1815’ten 1830’a Toplumsal ve Siyasal Sözvarlığının Temel Yapısı, 1. Ü. Edebiyat Fakültesi, 1973) ve Etude lexicologique d’un champ notionnel: le champ notionnel de la liberte en France, de 1627 iı 1642 (Fransa’da 1627’den 1642’ye Özgürlük Kavram Alanının Sözlükbilimsel incelemesi, 1. Ü. Edebiyat Fakültesi, 1969). Söz konusu iki yaklaşımın hiç olmazsa birinin dilimize aktanlmış olması bir ilk adım, dileriz diğerinin de önemli bir ürünü Türkçe’ye çevrilir. Böylelikle, dilimizin tarihsel bir sözlüğünün de hazırlanmasıyla, Türkçe’nin tarihsel sözvarlığının yorumlanmasının ve tarihimizin “ideolojik” içeriğinin aydınlatılmasının mümkün, dahası pek çok araştırma alanı için sağlam bir zemin sunacak ölçüde verimli olacağına inanıyoruz. 16 G1R1Ş 1945’te, Almanya ve Japonya ile savaş bittikten sonra, Cambridge’e dönmek üzere ordudan terhis edilmiştim. Üniversite eğitim dönemi yeni başlamıştı, pek çok ilişki ve grup oluşturulmuştu bile. Kiel Kanalı’ndaki bir topçu alayından Cambridge’deki bir koleje dönmek, her halükarda tuhaftı. Sadece dört buçuk yıldır yoktum, fakat savaş hareketleri içinde bütün üniversite arkadaşlarımla bağlantım kopmuştu. Sonraları, pek çok tuhaf günün ardından, 1930’ların oluşumlarının baskıya rağmen hala etkin olduğu zamanlarda, savaşın ilk yılında birlikte çalıştığım bir adamla karşılaştım. O da ordudan yeni ayrılmıştı.

Coşkuyla konuştuk, ama geçmişten değil. Zihnimiz, etrafımızda gördüğümüz bu yeni ve tuhaf dünyayla gereğinden fazla meşguldü. Sonra ikimiz de, aslında eşanlı olarak, “gerçek şu ki, bizimle aynı dili konuşmuyorlar,” dedik. Yaygın bir deyiştir bu. Genellikle art arda gelen kuşaklar arasında, hatta bazen anne babalarla çocuklar arasında kullanılır. Daha altı yıl önce, Galler’deki bir işçi sınıfı ailesinden Cambridge’e geldiğimde ben kendim kullanmıştım. Dilin kullanıldığı pek çok alanda bu ifade elbette ki doğru değildir. Ortak dilimiz içinde, belli bir ülkede toplumsal farklılıkların ya da yaş farklılıklarının bilincinde olabiliriz, ama apaçık ritim, 17 aksan ve ton çeşitlemeleri olmakla birlikte, temelde en gündelik şeyler ve etkinlikler için aynı sözcükleri kullanırız. Kimi değişken sözcüklere, diyelim ki lunch, supper ve dinner’a dikkat çekilebilir, ama aralarındaki farklar pek önemli değildir. “Aynı dili konuşmuyoruz,” diyecek olduğumuzda daha genel bir şeyi kastederiz: farklı dolaysız değerlerimiz veya farklı türden değerlendirmelerimiz olduğunu, ya da farklı enerji ve ilgi oluşumlarıyla dağılımlarının genellikle sezinleyerek ayırdında olduğumuzu. Böyle bir durumda her grup kendi anadilini konuşmaktadır, ama özellikle güçlü duygular ve önemli fikirler söz konusu olduğunda kullanımları farklıdır. Her ne kadar geçici olarak başat olan bir grup kendi kullanımını “doğru” diye dayatmaya çalışsa da, hiçbir grup herhangi bir dilbilimsel ölçüte göre “yanlış” değildir. Eleştirilerle bu karşılaşmalar (çok bilinçli de olabilir, sadece biraz tuhaflık ve rahatsızlık da hissedilebilir) esnasında gerçekte meydana gelen; belli sözcükler, tonlar ve ritimlerle anlamlar sunulur, sezilir, sınanır, doğrulanır, öne sürülür, nitelenir, değiştirilirken dilin gelişimi içinde çok önemli yeri olan bir süreçtir. Bazı durumlarda çok yavaş bir süreçtir bu aslında; kendisini herhangi bir şeyde etkin biçimde, yani sonuçlarıyla, olanca ağırlığıyla gösterebilmesi için yüzyılların geçmesi gerekir. Bazı durumlarda da, süreç hızlı olabilir, özellikle de belli kilit alanlarda.

Büyük ve etkin bir üniversitede, savaş kadar önemli bir değişiklik döneminde süreç, olağanüstü hızlı ve bilinçli gözükebilir. Yine de, dedik ikimiz de, sadece dört beş yıl oldu. Gerçekten bu kadar değişmiş olabilir miydi? Örnekler ararken politika ve dine ilişkin kimi genel tutumların değiştiğini fark ettik ve bunların önemli değişiklikler olduğunda hemfikirdik. Ama o sıralar çok sık duyuyormuşum gibi gelen tek bir sözcükle uğraşırken buldum kendimi, kültür: tabii ki sadece bir topçu alayının veya kendi ailemin konuşmasına kıyasla değil, o birkaç yıldan sonraki üniversiteye doğrudan kıyasla. Daha önceden sözcüğü iki anlamda duymuştum: birini kamelyalarda, çayevlerinde ve buna benzer yerlerde, düşünceler ve eğitim bakımından değil, salt para veya konum bakımında da değil, da18 ha soyut bir alanda, davranışa ilişkin olarak bir tür toplumsal üstünlüğü anlatmak için yeğlenen bir sözcük gibiydi; ikinci olarak arkadaşlarım arasında da şiirler ve romanlar yazmayı, filmler ve resimler yapmayı, tiyatrolarda çalışmayı anlatmak için kullanılan etkin bir sözcüktü. Artık duyduğum, ama gerçekten netleştiremediğim iki farklı anlam vardı: Birincisi, edebiyat incelemesinde, bazı önemli değer oluşumlarını açıktan açığa olmasa da güçlü bir biçimde anlatmak için kullanılışı (edebiyatın kendisi de aynı vurguyu taşıyordu); ikinci olarak, daha genel bir tartışmada, ama bana öyle geliyordu ki çok farklı içerimlerle, sözcüğü neredeyse toplum’a denk kılan bir kullanım: belli bir yaşam biçimi – “Amerikan kültürü”, “Japon kültürü”. O gün olduğuna inandığım şeyi bugün açıklayabilirim. lngiltere’de iki önemli gelenek etkinlik kazanmıştı: edebiyat incelemesinde merkezi terimlerinden biri kültür olan Amold’dan Leavis’e bir eleştiri düşüncesinin kararlı egemenliği; ve toplum tartışmalarında bir uzmanlık terimi olarak net olan, ama gitgide artan Amerikan etkisi ve Mannheim gibi düşünürlerin koşut etkisiyle artık doğallaşan antropolojik bir anlamın genel söyleşime katılması. Önceki iki anlam besbelli zayıflamıştı: çayevi anlamı hala etkin olduğu halde, daha uzaktı ve gitgide komikleşiyordu; sanatsal etkinlik anlamı ulusal yerini koruduğu halde hem eleştirinin vurgusu hem de bütün bir yaşama biçimine yapılan daha geniş ve yaygınlaşmakta olan gönderimce dışlanıyordu. Fakat o zamanlar bunların hiçbirini bilmiyordum. Sadece zor bir sözcük, çeşitli yollarla anlamaya çalıştığımız değişimin bir örneği olarak düşünebildiğim bir sözcüktü. Cambridge’deki yılım geçti. Yetişkin eğitimine ilişkin bir işe girdim. lki yıl içinde T.S.

Eliot Notes Towards the Definition of Culture’ım (1948) yayınladı -anladığım ama kabul edemediğim bir kitaptı- ve Cambridge’deki o ilk haftaların anımsanması güç tuhaflığı daha güçlü bir halde geri döndü. Yetişkinlerden oluşan sınıfımda sözcüğü araştırmaya başladım. Kullanımlarının zihnimde yol açtığı sorunlardan ötürü, bağlantılandırdığını sözcükler sınıf ve sanat, sonra da endüstri ve demok19 rasi idi. Bu beş sözcük bana bir tür yapı gibi geliyordu. Üzerlerine düşündükçe aralarındaki ilişkiler daha karmaşık hale geldi. Her birinin ne anlama geldiğini daha net görmek için kapsamlı biçimde okumaya başladım. Sonra bir gün taşındığımız Seaford’daki halk kütüphanesinin bodrumunda, neredeyse gelişigüzel biçimde kültür sözcüğüne bakum, şimdi çoğunlukla OED dediğimiz sözlüğün on üç cildinden birinde: Oxford New English Dictionary on Historical Principles. Adeta anlık bir kavrama şokuydu bu. Kavramaya çalıştığım anlam değişmeleri, öyle görünüyordu ki, lngilizce’de 19. yüzyılın başında başlamıştı. Sınıf ve sanat, endüstri ve demokrasi ile sezdiğim bağlantılar dilde yalnızca zihinsel değil, tarihsel bir şekil aldı. Bu değişimleri bugün çok daha karmaşık biçimlerde görüyorum. Kültür’ün kendisinin artık ilişkili ama farklı bir tarihi var. Fakat kimi ivedi çağdaş sorunları -birebir dolaysız dünyamı anlamaya ilişkin sorunları- anlama çabası içinde başlayan bir araştırmanın bir geleneği anlama çabası olarak belli bir şekli aldığı an, işte bu andı. 1956’da biten bu çalışma sonradan Kültür ve Toplum* adlı kitabım oldu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir