Resat Enis – Afrodit Buhurdaninda Bir Kadin

Havaya karışan pamuk ve yün kıllarile yarı kapanmış tepe camlarında, gece, perde perde aklaşıyor. Demir çarklar bütün hızile dönüyor, dev makineler homurdanarak, soluyarak, durmadan, dinlenmeden işliyordu. Kumaş yıkama dairesinin akşamdanberi uğraşan dört işçisi, dev makinelerin yorulmak bilmez çarklarile yarış edemezdi. Sıska omuzları düşmüş, göğüsleri çökmüştü. Ölü gözü gibi ışıldayan tozlu ampullerin büsbütün korkunçlaştırdığı makineler arasında, yarı bellerine kadar çıplak dört işçinin, gemi ateşçilerinden farkı yoktu. Başlarında siyah takke, bacaklarında kıçı delik pantolon; kirli, yayvan, biçimsiz ayaklarında takunyalar vardı. Saatlerdenberi uğraşıyorlar. Beton döşemenin rutubetile romatizmalaşan bacaklarında ağrılar dolaşıyor, dizleri bükülüyor. Uykusuzluk, dört çift gözü de örümcekleştirmiş, kan çanağına döndürmüştü. Avurdu avurduna geçmiş suratlarında kan yoktu. Yanaklarında cerahat sarılığı vardı. Bir iğneyle dokunulsa, kan değil muhakkak cerahat akacaktı. Onlar “yıkama dairesi”nin yıllardanberi gece işçisiydiler. Gece işçisi kalacaklardı. Ve… belki gece işçisi olarak ölmeğe mahkûmdular.


İçlerinde en yaşlısı Osmandı. Hemen hemen kırkını geçiyordu. Sıskalıktan kıvrılmış çenesinde, aralarına çoktan ak düşen seyrek sakalları vardı. Mor, çatlak dudakları üzerinde dolgun bıyıkları kısa kesilmişti. Yıkanan kumaşların kurutulduğu büyük kazanın dibine çömelmişti. Demir çarklar kafasının içinde vınlıyordu. Kızgın buğu kazanları, onlara dışarısının soğuğunu pek de duyurmuyordu. Amma, beton döşeme bir türlü ısınmak bilmiyordu. Ve, akşamlardan sabahlara kadar ayakları baldırları buz kesiyordu. Osman, önceleri bir maden amelesiydi. Zonguldaktaki maden ocaklarında çalışırdı. Delikanlılığını maden ocaklarında çürütmüştü. Bu, onun için, şimdikinden de ıstıraplı bir yaşayış olmuştu. Şehirden uzak, dağ başlarındaki ocaklar, orta devirlerin prangalı, çarmıhlı engizisyon zindanlarından korkunçtu. Yüzlerle insan, toprağın metrolarca derinliğinde, bin bir tehlike içinde, ciğerleri yakıp parçalıyan bin bir zehirli gaz yutarak, saatlerce çalıştırılırdı.

İşçi, “gündüz ve aydınlık nedir?” bilmezdi. Ocağa sabah karanlığında girer, gece karanlığında çıkardı. Çoğu, on iki saat süren ağır işe “nakliyecilik” de eklenirdi ve işçi ağır yükün altında büsbütün ezilirdi. Maden sahiplerinin işçi için dağ başlarında hazırladıkları kulübeler ahırdan farksızdı. Karlı dağların haşlayıcı rüzgârı, yıkık barakalar içinde anafor çevirirdi. Yağmur, kar üzerlerine yağardı. Burada yiyecek bulmak da güçtü. İşçi, şirket bakkallarının kurtlu kaşarını, çürük zeytinini, kokmuş sucuğunu en yüksek fiyatlarla yemeğe mecburdu. Şirket bakkallarının yüzde yüz ihtikârına bütün gözler yumuluydu. Ölçü, tartı, terazi burada öyle şeyin yeri yoktu. Toprağın altında ciğerlerini çürüten işçi, uğradığı haksızlığa “vık” diyecek soluğu bulamıyordu. Çok tok köpek saldırmaz. Tokluğun verdiği tatlı bir uyuşukluk içinde, efendisinin ayağı dibinde çöreklenir. Efendisi kuyruğuna bassa, canını yaksa, ancak boğuk bir havlamayla sızlanır. Dişlerini göstererek hırlamaktan korkar: Aç bırakılacağını düşünür.

Yarı aç, yarı tok köpek, her şeyi yapmıya muktedir köpektir. Çok aç köpeğe gelince; o saldırmak için kuvvet bulamaz. Zalim efendisinin kamçısı altında kesik ulumalarla sürünür. Ocak işçileri “amele birliği” adı altında bir cemiyetleri bulunduğunu, ay sonlarında kesilen paradan anlıyorlardı. Evet. İşçi, maden kuyusunda, altı yerine on iki saat çalışıyordu. Hayvanların bile bağlanamıyacağı yıkık kulübelerde ayazdan titreşiyordu. Şirket bakkalının kurtlu kaşarında yüzde yüz kazıklanıyordu. Kazaya uğradığı, hastalıktan çalışamaz hale geldiği gün, kaldırılıp atılıyordu. Köpeğin önüne kemik fırlatır gibi, ona ancak küçük bir tazminat veriliyordu. Görmez gözleri, tutmaz bacakları ve kollarile sürünmeğe bırakılıyordu. Onun günden güne göçüşünü umursamıyan patrona kimse ses çıkarmıyordu. Evet… bu böyle. Fakat… ne olursa olsun, işçi kazancının yüzde ikisini her ay “amele birliği” denen bu adı var, kendi yok kuruma bırakmağa mecburdu. Maden sahipleri, dağ başlarında garip bir düzenbazlık yolunu tutmuşlardı: Çalıştırdıkları işçiye bir ay para vermiyor, onları kendi bakkallarından alışverişe mecbur bırakıyorlardı.

İşçi ayrılacağı gün bir hesap çıkarılıyor, hak ettiği paranın yarısından çoğu bakkaldan yaptığı alışverişe karşı tutuluyordu. Geri kalan üç beş lira için de, ya birkaç metre Japon bezi, ya birkaç metre amerikan veriliyor, soyuluyordu. Para kazanmak, evini, öküzünü vergi haczinden kurtarmak kaygısile tarlasını bırakıp maden kuyusuna inen köylü, koltuğunda birkaç metre Japon bezi, ciğerlerinde birkaç bere ve çürük bir gövdeyle köyüne dönüyordu. — Osman… Heeey, Osman… Büyük kazanın dibinde kendinden geçen adam, can havliyle fırladı. Makineyi yağlamakla uğraşan arkadaşı Mehmet, zoraki denebilecek bir gülüşle katılıyor, demir çarkların homurdanışı arasında sesini duyurabilmek için haykırarak konuşuyordu: — Osman be!. Amma da kendinden geçmişsin ha!. Kötü kötü düşünüp duruyorsun… — Öyle bitkin, öyle yorgunum ki… öyle dermansızım ki Mehmet! Canlı cenazeye döndüm artık… — Sade sen değil; ben de öyle… Hepimiz öyle. Vaktinden evvel kocadık… İşini bitirince, uğultu yaparak dönen çarkların yanından indi. Korkunç bir hızla gidip gelen kayışların altında dertleştiler. — Birkaç apartman daha yaptırmak, bankadaki kasalarına milyonlar eklemek sevdasına kapılan bizim patron bir koyundan iki deri çıkaracağım diye uğraşıyor. Gece gündüz, saatlerce çalıştırılıyoruz. Bıçak kemiğe dayandı, Osman… Bazı gün içimden müthiş bir ateş kalkıyor: İsyan et, kır, dök, öldür! Yahut da, şu kudurmuş çarkların arasına sıkıştır bacağını; geber, öl… Amma, evdekini düşününce yüreğimin yağı eriyiveriyor, Osman… Hastalıklı karım (Onu dertli eden, verem döşeğine yatıran da bu kör olası fabrikadır) açlıktan, ilâçsızlıktan kıvranıyor. On yaşındaki kızım gene burada bir duvar ötedeki flâtorda iplik büküyor. Üstü başı yoktur; karnı doymuyor. Bütün gece uğraşan baba, kızın eline bari ayda otuz lira geçse… ne gezer!.

Çok kere, verdikleri paranın beşini ceza alıkoyuyorlar. Ceza kesmek için buldukları bahaneler de öyle püften ki Osman! Kazancının altı lirasını oturduğumuz tek odanın kirasına ayırırsan geri on dokuz lira kalır. Ancak günde bir okka ekmek alabiliyoruz; kurtlu peynir, çürük zeytinle günlerimizi geçiriyoruz. Karımın zatı ateş pahası olan ilâcına şimdi bir de istihlâk pulu yapışıyor. Haftada bir fasulya tenceresini ocağa vurduk mu, bayram yapıyoruz… Bıçak kemiğe çoktan dayandı. Bu doğru Osman… Amma, ne yapacağım?! Fabrika kapısı önünde yağmur, buz demeyip bekleşen bir alay işsiz ameleyi sen de görüyorsun… Eşşekler gibi çalışmazsam, uysal olmazsam, patronun suyunca gitmezsem, pasaportumu elime veriverirler. Kapı dibinde bekleşen bu işsiz alayından birini yerime geçiriverirler. Osman, başı boş işçi alayını gözünün önüne getirirken, Zonguldakta “komünist” diye işinden kovulan, mahkemeye verilen ustabaşının sözlerini hatırlıyordu: — İşsiz amele, patronun elinde, eze eze kullandığı işçiye karşı bir tehdit vasıtasıdır! Ustabaşının hakkı vardı: Eşşek uysallığile çalışmıya mahkûmdular. Patronun, makinelerinin boş kalacağından korkusu yoktu. Asıl korkacak kendileriydi: Karıları, çocuklarile açlıktan geberirlerdi. — Sen gene dalıp gittin, Osman… Paydos düdüğünü bile duymuyorsun… Gündüz postası işbaşı etmeğe başlamıştı. Ellerini yüzlerini yıkadılar, amma, suratlarındaki, bileklerindeki o ezelî yağ lekeleri, çirkin karalıklarile –birer damga gibi– gene kaldılar. Dışarıda haşlayıcı bir yağmur duman halini almıştı. Osman, taş koridorun bir kıyısına büzülüp, aralanmasını bekledi. Kimi yarım pabuçlu, kimi yalınayak bir sürü insan, önce fabrika methalinde silkiniyordu.

Sucuğa dönen partal elbiselerinin suyunu sızdırıyor; delik kunduralarına, çıplak tabanlarına yapışan çamuru temizliyordu. Ve, taş koridordaki kontrol saatinin önünde marka basıyordu. Kontrol kartlarının sokulduğu siyah tabelâ başında, numaralarını arayanların içinde kimi genç, kimi orta yaşlı; mantolu, çarşaflı, başörtülü kadınlar… on dördünü bulmamış kız, erkek çocuklar vardı. Başörtülü tazeler –patrona, ustabaşıya hoş görünmek için şüphesiz– suratlarını pudralamışlar, dudaklarını kızartmışlardı. Kirpiklerini boyamışlar, kaşlarını rastıklamışlardı. Kontrol saatinin önündeki kerevette, otuz beşlik bir kadın boy gösterdi. Öyle cılızdı ki! Vücudü, yamalı siyah çarşafının içinde fır dönüyordu. Kontrol kartlarının sokulduğu siyah tabelâ başında, numaralarını süzdü. Fakat… okuma, yazma bilmediği muhakkaktı. Eciş bücüş rakamlar ona hiç mi hiçbir şey söylemiyordu. Belli ki, fabrikaya yeni giriyordu. Osman yaklaştı; kartelâsını buldu. Ona marka basmanın yolunu öğretti. İnce boyunlu, sarı yüzlü, çöp gibi bir kız çocuğu, kara tabelânın en üzerine iliştirilen kartelâsına uzanmak için uğraştı; yetişemedi, zıpladı; muvazenesini bulamadı, taş koridora düştü. İş başına koşan aceleci, şaşkın yığının ayakları altında ezilip kalacaktı.

Osman, koştu, kaldırdı. Sarı gözlerinin içi yaşla doluydu. Kanı çekilmiş bir ölü koluna benziyen bileğini oğuşturuyordu: — Öyle acıdı ki amca! Diyordu. — Çocuğum, kartelân hangi numarada? — 592 de… Sana zahmet olacak, amca… Siyah göğüslüklü küçük, markasını bastıktan sonra, bileğini oğuşturarak, oflaya oflaya merdivenleri tırmandı. Osman onu tanıyordu. Geçen yıl bacaklarını çarklara kaptırıp sakatlanan işçi Muradın kızıydı. Evin bir köşesinde mıhlanıp kalan kötürüm babanın ekmeğini, şimdi, anasile birlikte küçük kız taşıyordu. Osman, on iki saat ayak üzeri “varagel” makinelerinde iplik büken çocuğa bazan akşam paydosunda rastlardı. Muradın kızı, köşe başındaki bakkaldan alıp koltuğuna sıkıştırdığı ekmeği ne büyük bir sevinçle götürürdü evine! İşçi Mehmetle kızı, çıkıyorlar. Küçük, babasının elini tutmuş, üşüyen omuzlarını kaldırarak başını kısmıştı. Yağmur, haşlıyordu. Okmeydanından gelen şiddetli rüzgâr Halici birbirine katıyordu. Yıkık, eski evleri; söküp atacakmış gibi; sarsıyordu. Ufak bir çarpmayla dağılıverecek hissini uyandıran eski otobüslerin buğulu camlarında, dükkânlarının kepenklerini kaldırmağa giden Balıkpazarı esnafının uykusunu alamamış mahmur gözleri kırpışıyor. Osman, dışarı çıkarken, ceketinin yakalarını kaldırarak göğsünü kavuşturdu.

Haşlayıcı yağmurun damlalarından, Okmeydanının ayazından kendini korumağa uğraştı ve, söylendi: — Metrolarca kumaş dokuyoruz… ama, biz yarı çıplağız! Fabrikanın demir kapısı artık kapanmıştı. Ah bu demir kapı, ne uğursuz bir kapıdır! İşbaşı düdüğüne yetişebilmek için tâ uzaklardaki evlerinden sabaha karşı çıkıp yollara dökülen pek çok işçi, bu uğursuz demir kapıyı bir mazgal gibi karşısında kapalı bulurdu. Yalvarmak, sızlanmak para etmezdi. Kalın parmaklıkların arkasında bıyık buran gök gözlü kapıcı, bir çoban köpeği kadar korkunç ve insafsızdı. Aldığı ücret, on iki saat didinen işçininkinden dolgundu. Patronun sofrasından arta kalan yemeklerle geçinirdi. Şişkin göbeği, etli, kanlı bir suratı vardı. Patron nizam koymuştu: Geciken işçilerden, yarım gündelikle çalışmağa razı olanlar içeri alınırdı. İşinin başına yetişebilmek için, kar, yağmur, fırtına demeyip saatlerce taban tepen işçi, bütün bir günü çalışmadan geçirerek akşam nasıl olur da evine eli boş dönerdi? Ve, işbaşı düdüğünden çeyrek saat geç kaldı diye, bir sürü işçi, yarım gündelikle çalıştırılırdı koca gün… Amele düşmanı olan bu şiş karınlı mendebur kapıcıya öyle kızıyordu ki! Onu bir sabah, kontrol saatinin yelkovanını on dakika ileri alırken yakalayınca beyninden vurulmuştu. Mel’un uşak, şişko parmaklarının bir dokunuşile, yarım gündeliğe çalışanların sayısını yüzlere çıkarmak istiyordu. Efendisinin geliri uğruna köpekleşen bu herifi ayaklarının altında ezmemek için, kendini güç tutmuştu Osman… Halicin iki tarafı da, baştan başa ve küçük büyük fabrikalarla doludur. Basık, karanlık binalardan, kulakları sağır eden bir motör ve çark gürültüsü yükselir. Tozlu camlarına gözlerinizi uydurunuz: Hepsinde de benizleri sarı erkekler, başörtülerini çenelerinden düğümlemiş göğüsleri çökük kadınlar, cılız çocuklar göreceksiniz. Bu taş kovukların pis, rutubetli havası içinde hepsi de boğula boğula öksürürler. Fakat, ne siz, ne de bir başkası, demir çarkların, makinelerin homurtusu arasında, ciğerleri koparılırcasına sarsılan göğüslerin çığlığını duymazsınız.

Osman, gökyüzüne uzanan fabrika bacalarına bakarken, kadife koltuğuna sırtüstü yaslanıp çubuğunu tüttüren patronunu hatırladı. Buram buram kurum kusan isli bacalar, içinde cenaze yakılan bir fırın kadar ona korku verirdi. Binlerce kadavra insanın bu muazzam fırınların içinde diri diri yakıldığını sanırdı. Ve muhayyilesi, bu fırın ağızlarında, ablak suratları korkunç kızıllıklarla yanıp tutuşan fabrikatörlere –ceset yığınları karşısında vahşi bir zevkle yemek yiyen Romalı obur İmparator Vitelliyüs’ün iştihasile– şaraplarını içirirdi. Sağdaki basık kilisenin önünden geçerken, her zamanki gibi içeri baktı: Siyah cübbeli bir papas, yapayalnız, sıra sıra dizili mumların titrek ışığında İncil okuyor. Fabrikalar arasına sıkışmış bu kiliseye tapınmak için giden bir kul yoktu. Ve, mumları yakan… mumları söndüren… İncil okuyan… dua eden… hep, bir tek papastı. Hep o, ayni papas… II Osman, Zonguldakta bir nüfus memurunun oğluydu. Anası, o küçük yaştayken ölmüştü. Nur yüzlü bir kadındı bu… Mahalle mektebinin, köşelerine teneşirler ve tabutlar istif edilen avlusunda birdirbir oynıyamadığı, tılsımlı ayazmayı taşa tutan mahalle çocuklarının arasına katılamadığı kışın yağmurlu cumalarında, tepeleme dolu mangalın karşısında ana oğul otururlardı. Yaşlı kadın, burnunun üzerine düşürdüğü gözlüğile yün örerken, bazı, geçmiş günleri anlatırdı. Onun, Osmana sık sık tekrarladığı, büyük babasının ölümüydü: Yağmurlu, kapanık bir bayram sabahıymış. En büyüğü on bir yaşında üç kardeş, başuçlarında bayramlık elbiseleri, koyunlarında bayramlık fotinleri, yarı uykuda yarı uyanık geçen bir arife gecesinden sonra, yataklarından sevinçle fırlamışlar. Üçü de, kapanık, yağmurlu sabah kadar mahmur bir sesle fısıldaşıyorlarmış: Sabah hayır bizim olllsuunn Annem babam cennetlik olllsuunnn Biraz sonra, bayram namazına kaldırmak için usulca girdikleri yatak odasında babalarını ölü bulmuşlar… Evin büyüklerinden biri, galiba küçük dayı, herkesin kısık hıçkırıklarla cenaze hazırlığı gördüğü evden uzaklaştırmak için, onları bayram yerine götürmüş, atlı karıncalara salıncaklara bindirmiş… Osman, iyi yürekli komşu kadınlarının elinde büyümüştü. Dokuz yaşındaydı o zamanlar… Bitişiklerindeki tapucunun kızını hiç unutmamıştı.

Bu, dolgun kalçalı, dolgun göğüslü, ateşli bir duldu. Evde yapayalnız kaldıkları günler Osmanı karşısına alır, açık saçık şeyler söyler, çok defa düğün gecesini anlatırdı. Bu “gece”, ateşli tazenin içinde acı bir düğüm olarak kalmıştı. On dokuz yaşına yeni basan kocası, toyun biriymiş. Günlerce sonra, komşu delikanlıların tariflerile, güç belâ meramına eren cılız, toy genç, onu tatmin etmekten o kadar uzakmış ki! Babası, sabahın karanlığında uyanırdı. Mangalı ateşlerdi. Kahvaltı hazırlar, çay kaynatırdı. Onu giydirir, kuşatırdı. Sonra elinden tutarak mektebine götürür, oradan dairesine geçerdi. Kimsesiz, yaşlı bir kadın çamaşırlarını yıkar, yemeklerini pişirirdi. Küçük evin işlerine bakardı; ortalığı siler, süpürürdü. Osman, on yedisine bastığı gün, şiddetli bir soğuk algınlığından yatağa düşen babası, birdenbire ölüverdi. Nüfus memurunun, İstanbulda, uzaktan bir hısımı vardı. Birkaç tanıdık, küçük evin pılısını satıp savarak, Osmanı vapura bindirdiler; bu zengin hısımın yanına yolladılar. Tanınmış bir sosyetede direktör olan zengin hısımın kazancı çoktu.

(…) palasın geniş bölüklerinden birini tutmuştu. Altı yıldır orada oturuyorlardı. Delikanlının genç bir karısı, dört yaşında bir çocuğu, anası, babaannesi, bir kız kardeşi vardı. Hizmetçi kız, küçük Mediha için Almanyadan getirilmiş şüvester, Avusturyadan tutulmuş aşçı kadınla, palasın on iki odalı bölüğüne güçlükle sığışabiliyordular. Fakir bir ailenin çocuğuydu Nüzhet delikanlı… Uzun boylu tahsil de görmüş değildi. Amma iş hayatında şaşılacak şansı vardı. Çabuk sivrilmişti. Lângadaki üç odalı külüstür evden (….) palasa taşınınca en çok şımaran, “n’oldum delisi!” olan, geçkin kız kardeşiydi. Muzaffer abla otuz beşlik bir kadındı. Kocasından ayrıldıktan sonra bir daha evlenmemişti. Çirkin mi çirkindi. Kapı kadar boyu, katmerleşmiş gerdanı, seyrek saçlarının örtemediği pirhu kulakları, bastıkça löpür löpür oynıyan kocaman karnile o, bir dev anasından da korkunçtu. Düşününüz: Bir oturuşta bir okka ekmek, bir okka pirzola, ve… evet, tam iki okka üzüm yiyen bir kadın! Saftı da… Bazan kocasile sevişişlerini anarken: — Birbirimize tapınırdık! Diyordu. Fakat bir gün, bu karşılıklı tapınış sona ermiş ve dehşetli bir döğüşten sonra, putlar gene karşılıklı kırılmıştı.

Kendi kadar çirkin huyları da vardı: Her gelen misafire, elbiselerini, iskarpinlerini, çoraplarını, varını yoğunu gösterir, bir mağaza tezgâhtarı ustalığile, kaça mal olduklarını, hangi işçilerin ellerinden çıktığını uzun uzun anlatırdı. O, ne anasına, ne babaannesine, ne de Nüzhete benziyordu. O, bambaşka bir insandı. Nüzhetin ellisine varmış anası, konak terbiyesi görmüş, dini imanı bütün, an’anelerine bağlı bir kadındı. Babaanne doksanlıktı. Suratı, sürülmüş bir tarla kadar girintili çıkıntılıydı. Çipil gözleri durmadan akıyor, güç görüyordu. Boğazına düşkündü o… Bir tek derdi, kursağıydı. Kendini bilmez derecede yemek yerdi. Sonra da, üfürülen porsuk karnile baygınlıklar geçirirdi. Uzun böğürtülerle kıvranır, meyva tozları, karbonatlar içer, dakikalarca geğirerek açılmağa uğraşırdı. Nüzhetle Memduha sevişerek evlenmişlerdi. Memduha on dokuz yaşında esmer, çıtır pıtır bir kızdı. Koltuğunda mektep çantası, sırtında beyaz yakalı kara mektep göğüslüğile, kıvırcık saçlarının buklelerini omuzlarında dalgalandırarak, seke seke yürüyerek, (….) palasın önünden geçerdi; Nişantaşındaki bir Fransız lisesine giderdi.

Nüzhet onu bir gün balkondan görmüştü; beğenmiş ve arkasına düşmüştü. Zengin bir paşanın kızıydı. Para ve asalet delisi Nüzhet için biçilmiş kaftandı. Memduhaya güzel denemezdi. Kendisi de bunu bilirdi ve erkekleri çileden çıkaran seksapelinden bahsederdi… İş hayatındaki göz kamaştırıcı şanslılığına karşılık, evlilikte berbat bir talihsizliğe uğramıştı. Nüzhet delikanlı. Memduha öyle pis bir kadındı ki! Banyoya pek seyrek girerdi. İç çamaşırları, çok kere, rengini değiştirirdi. Ve, çamaşırcı kadının tırnakları, şık dantelli donların, kombinezonların lekelerini çitilerken tersine dönerdi, kanardı. Yattıkları yatak, bir köpek yuvası kadar dağınık, pis kokuluydu. Yüz liraya alınan şık bir örtü, bu iğrençliği yabancı gözden saklardı. Memduhanın, bazı toplantılarda, kocasının aşırı pisliğinden sızlanışını duysaydınız, şaşardınız. Zavallı Nüzhet delikanlı, meğer aylarca vücudüne sabun sürmiyen bir adammış! Sırtındaki çamaşırlarını, kurtlanır bir hal almadan çıkarmazmış! Memduha, beş yıl içinde üç beş te maceraya kapıldı: Genç bir deniz zabitile konuştu; bir mühendisle korte yaptı; gazetecilerden birini sevdi; ayni apartmanda oturan bir talebeyle oynaştı. Ve, işte o zaman, para hırsına kendini kapıp koyvermiş olan Nüzhet delikanlının tahammülü taştı: — Artık midemi bulandırıyorsun, Memduha! Dedi. Karısının bir mektep talebesine kadar alçalışına katlanamamıştı.

Gelini (Arsen Lüpen), (Şarlok Holmes) okumak, dedikodu yapmak, fingirdeşmekle; kızı sakallarını ağdalamakla; doksanlık babaanne kursağını doldurmakla uğraşırken, Nüzhetin annesi de Avusturyalı aşçile bozmuştu. Oğlunun ve gelininin zorile tâ Viyanalardan getirtilen bu kadının, her yemeğe şeker atışı olmasa, belki pişirdiği şeyler lezzetli olacaktı. Münire hanım zengin Türklerin gâvur illerinden aşçı getirmelerini bir türlü içine sığdıramıyordu. Gerçi Avusturyalı aşçıların temizliği dillerde dolaşıyordu. Fakat bu, ne de olsa, hıristiyandı. İslâm dininin temizliğinden anlamazdı. Viyanalı kadın, ileri titizliğile, ilk önceleri Münire hanımı şaşırttı: Mutfak sabah akşam havalandırılıyor, sabunlu sularla ovuluyordu. Hizmetçi kız, saçını başını taradıktan, tuvaletini yaptıktan sonra mutfağa girebiliyordu. Münire hanımın şaşkınlığı uzun sürmedi: Bir gece, yatak odasına çekilirken, koridorda aşçıya rastladı. Elinde kalaylı bir yemek tenceresi vardı. Bu kadın, gece vakti tencereyi yatak odasına niçin götürüyordu? Bir mâna veremedi; sordu. Viyanalı kadın, soğukkanlılıkla, yüz numaranın uzaklığını, geceleri odasında böyle bir tencere bulundurduğunu anlatınca tepesi attı. O, kısık bir çığlık kopararak elini ağzına götürürken, Avusturyalı kadın da şaşıyor ve çetrefil türkçesile: — İçtim su, çıktım su, madam!? Diyordu. Osman, bu zengin hısımların yanında yedi ay kaldı. Mektep dışında, evde geçirdiği saatler yarı uşak vaziyetinde idi.

Büyük hanımefendiden, Muzaffer abladan başka, kimseden yüz görmüyordu. Şüvester, Viyanalı kadın, hattâ hizmetçi kız bile onu adam yerine koymuyordu. Büyük hanımefendi iyi yürekli bir kadındı. Osman, Muzaffer ablanın sevgisinden ürküyordu. Bu bed kadın ona pek de iyi gözle bakmıyordu. Mektebin tatil günlerinde, küçüğü eğlendirmek vazifesi ona verilirdi. Osman, yere yatıp dört ayaklı olur, zengin hısımının piçini, bir at gibi sırtında taşırdı. Hoplatıp sıçratırdı. Zengin hısımının yumurcağı, gem diye ağzına vurduğu ipi kasarak dudaklarını acıtır, diş etlerini kanatırdı. Ayaklarile boş böğrünü tekmeler, kalçalarını kırbaçlardı. Çok defa bu, ev halkına neş’eli birkaç saat geçirtmeğe vesile olurdu; küçük hanımefendi kasıklarını tutarak katılırdı. Viyanalı kadın şişman karnını löpür löpür oynatırdı. Alman şüvester kendi dilile acayip sesler çıkararak fıkırdardı. Bazan iyi yürekli büyük hanımefendi imdadına yetişir, bu kötü oyuna son verirdi. Geceleri, yarısına kadar odun depo edilen sandık odasındaki ince şiltesine uzanınca, Osmanın ilk işi ağlamak olurdu.

Başını yastığa gömerek, kısık iç çekişlerile, uzun uzun hıçkırırdı. Bu yaşayışa katlanamazdı o… Fakat, mektebi bırakmaktan, bütün ömrünce uşak kalmaktan korkardı. Günün birinde tuhaf bir şey oldu: Muzaffer abla, Osmanla oynaşmak istedi. Genç çocuk, dürüst bir insandı. Kendi kadar huyu da bed olan kadın, iftirayı yapıştırmakta gecikmedi. Nüzhet delikanlı: — Gözüm görmesin!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir