Richard A. Falk – Dünya Düzeni Nereye – Amerikan Emperyalizmi Jeopolitikası

BU KİTAP esas olarak, sömürgecilik ve apartheidın yanı sıra Soğuk Savaş da sona erdiği halde, dünya üzerindeki siyasal yaşamın örgütlenmesine ilişkin mevcut eğilimler ve gelecekteki ihtimaller açısından niye umut ve itidal duyamadığımızı araştınnaktadır. Bunun basit ya da güvenilir bir açıklamasının bulunmadığı öne sürülmekle birlikte, Amerikan liderliğinin eşine rastlanmamış bir tarihsel fırsatlar dönemi sırasında yaşadığı başarısızlığa özellikle odaklanılmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ABD dünya sahnesinin tartışılmaz egemen siyasi aktörü oldu, fakat liderleri ile yurttaşları durumdan pek esinlenmiş görünmediler ve çözümlenmemiş anlaşmazlıklarla, insanların çektiği acılarla, ya da giderek daha karmaşık ve kırılgan hale gelen bir dünyada adil insani yönetişim biçimlerine daha fazla ihtiyaç duyulmasıyla ilgilenmediklerini açıkça ifade ettiler. 11 Eylül travmatik bir uyanış çağrısıydı, ama neye uyanış? Burada sunulan iddia, ABD’nin El Kaide saldırılarına verdiği yanıtla dünyayı küresel adalet ve dünya barışının nasıl sağlanacağına ilişkin iki ekstremist görüş arasında bir mücadeleye sokaralc, küresel liderlik konusundaki eski başarısıtlıklarının altını çizmiş olduğudur. ABD’nin rolü, dünya düzeni kozmodramasının gözler önüne serilmesi açısından çok önemli olmasına rağmen, yorumlamada ele alınan yegane odak noktası değildir. 1 990’larda yüzlerin ticaret, yatırım ve finansa doğru çevrilmesiyle dünya düzeninin ekonomist bir yönelim kazanmasına ve “küreselleşme” terminolojisinin doğmasına işaret etmek de önemlidir. Kitapta şirket küreselleşmesi, yurttaş küreselleşmesi, emperyal küreselleşme, vahiysel küreselleşme ve bölgesel küreselleşme arasındaki ayrımlar üzerinde durularak, küresel yönetişime ulaşma yönündeki temel zorluk konusunda birbiriyle 18 DÜNYA DÜZENİ NEREYE? çekişen yaklaşımların etkileşimine açıklık getirilmeye çalışılıyor ve bu zorluğa verilen yanıtı biçimlendiren ideolojik bakış açısına dair başlıca gerginlikler ele alınıyor. 1 990’lar, sanki küresel yönetişim esasen şirket küreselleşmesi olarak adlandırdığımız şeyle ilişkili kuvvet ve fikirlere havale edilecekmiş gibi başladı. Bu açıdan önemli olan, şirket küreselleşmesine bağlanan bakış açısının ne ölçüde piyasa güçlerinin azami özerkliğini isteyen ve hükümetlerin rolünü kolaylaştırıcılığa indirgeyen bir kapitalizm varyantının etkisi altında olduğuydu. “Neoliberalizm” ya da “Washington Mutabakatı” olarak tanımlanan bu yönelim, her yıl Alpler’deki Davas kasabasında düzenlenen yıllık Dünya Ekonomik Forumu gibi arenalarda ideolojik hegemonya elde eden özel sektör tarafından savunuldu. Dünyanın ekonomik büyümesine yönelik kaygılara eşlik eden muhtelif hoşnutsuzluk ifadeleri de vardı. Sivil toplum şirket küreselleşmesinin etkisiyle dünyadaki yoksulların sefalete itildiğini giderek daha fazla ifade etmeye başladı, farklı unsurlar muhalif protesto eylemleri ve direnişler örgütlediler. Bu dinamik hem yerel hem de ulusötesi bir nitelik taşıyordu; etkin olmanın yollarını arayan sivil toplum aktörleri, çevrecilerin ve insan hakları aktivistlerinin daha önceki girişimlerine dayanarak, Birleşmiş Milletler’in küresel politika meseleleri konusunda düzenlediği üst düzey konferanslarla bağlantılı arenalardan yararlanıyordu. l 990’1arda bunları yapmak mümkün olmadığında ise, şirket küreselleşmecilerinin sembolik toplantıları sırasında, özellikle de Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların toplantıları sırasında yapılan kitle gösterileri aracılığıyla şikayetlerini dile getirdiler. Bu ifade biçimi başlangıçta “küreselleşme karşıtı bir hareket” olarak tanımlandı, ama bu kitapta “yurttaş küreselleşmesi” adı verilerek, kendi gelecek vizyonuna sahip alternatif bir küreselleşme olarak tanımlanıyor.


l 1 Eylül’den beri küreselleşme anlatısı yeni anlamlar kazanarak, farklı küreselleşme yandaşlarının dünya görüşünü değişik yönlerde yeniden biçimlendirmektedir. Bunların en çarpıcısı ABD ile El Kaide’nin karşı karşıya gelmesiyle, dünya siyasetinin özündeki sorunun güvenlik kaygıları olduğunun yeniden iddia edilmesidir. l l Eylül tesadüfen George W. Bush’un başkan olduğu bir döneme rastlayınca, radikal sağ El Kaide’ye yanıt verilmesini gerektiren bu kritik dönemde Washington’daki politika inisiyatifini eline geçirmeyi ba- GİRİŞ 19 şarmıştır. Dindar sağın güçlendirdiği bu yeni muhafazakar etki, askeri açıdan egemen bir devlet olarak ABD’nin dünyaya (ve kendisine) kalıcı bir küresel yönetim biçimi sunmada oynadığı rolün altını çizdi. Ben saptanan bu dünya düzenini “emperyal küreselleşme” olarak tanımlıyorum. Bu oluşumun itibarı kısmen, El Kaide şebekesinin ciddi zararlar vermek ve Batılı seküler toplumların yüreğine korku salmak konusundaki ürkütücü derecede asimetrik ve yenilikçi gücüne dayanmaktadır. Bu tür siyasi şiddet sadece değilse de öncelikle sivil hedeflere yöneltilmekte, bir savaş aracı olarak yeni bir terörizm anlayışının doğmasına neden olmaktadır – daha önceki türlerinden ayırmak için kitapta buna “megaterörizm” adı verilmiştir. Usame bin Ladin’in çeşitli İslamcı ekstremistler tarafından desteklenen hayalperest dünya görüşü ise, aynı zamanda bir küresel yönetişim yaklaşımı olarak da yorumlanabilecek, ortodoks bir dindarlık temeli üzerinde siyasal yaşamın yeniden inşası için radikal programını öne çıkartmak amacıyla “vahiysel küreselleşme” olarak tanımlanmıştır. Her iki tür küreselleşmenin de, en azından 2001 ‘den bu yana görülen tezahürleriyle kalıcı olup olamayacakları hiç de açık değildir. Belki ilerde Amerikan seçmenleri maliyetlerine, yüklerine, sevilmemesine tepki göstererek emperyal küreselleşmeyi reddederken, İslamcı radikaller de taktiklerini ve amaçlarını daha az hayalci ve daha sürdürülebilir bir biçime büründürürler. Küreselleşmeyi kurgularken bölgeselleşmeci eğilimlerin, özellikle de Avrupa’nın tedricen, başlangıç safhalarındaki bir “bölgesel devlet” haline geldiğinin hesaba katılması yerinde olacaktır. Diğer küreselleşme biçimlerine tepki olarak bölgesel yönetime dayanma olasılığını da içeren başka yerlerdeki gelişmelere bağlı olarak, önümüzdeki birkaç onyıl içiınde küresel yönetişim konusunda yurttaş küreselleşmesi hareketinin küresel demokratik istekleriyle emperyal küreselleşmenin küresel güvenlik hedefleri arasında bir yerde duran yaklaşımlar geliştirecek bölgesel aktörler ortaya çıkabilir. Tarihsel güçlerin bu konjonktürü üzerinde düşünmek açısından yararlı olan yegane yaklaşım küreselleşme değildir. Bu kitap dünya düzeni ve küresel yönetişime uyarlanabilen yerleşik analiz kategorilerinin kökten istikrarsızlaştığına dikkat çekmek için modemite ile postmodemite arasındaki ortak yüzeyi araştırmaya da çalışmaktadır.

Dünya düzeninin modemist çerçevesi, 1 648’den önceki bölgesel 20 DÜNYA DÜZENİ NEREYE? egemenlik fikirlerine ve devlet formasyonunun gerçeklerini bir ölçüde göz ardı eden ufuk açıcı bir olay olan Vestfalya Barışı’ndan kaynaklandığı şekliyle devletin doğuşu ve devlet sisteminin örgütlenmesiyle ilişkilidir. Vestfalyen dönem hem devletin çeşitli aşamalardan geçerek evrimleştiği hem de coğrafi anlamda Avrupa’dan tüm dünyaya yayıldığı dönemdir. Dünya toplumunun resmi örgütlenmesi siyasal aktör olarak devlete öncelik tanımış durumdadır, Birleşmiş Milletler’e üyelik ve oy kullanma kuralları da buna örnek oluşturmaktadır. Bu modemite deneyimi devletler arasındaki ilişkilere egemen olan kural ve uygulamalar olarak uluslararası hukuk ile devletler arasındaki şiddete dayalı çatışma olarak savaşı da biçimlendirmiştir. Başka önemli etkiler ve aktörler daima varolmuş, ama dünya düzenini lider devletlerin jeopolitik statüleriyle ilişkili yönetsel bir rol oynadıkları, devletlerarası ilişkilere dayanan bir küresel yönetişim çatısı olarak düşünmek yerinde görünmüştür. Son birkaç onyıldır uluslararası ilişkiler teori ve pratiğinde postmodemiteyi geçerli kılan şey, devletin ve devlet sisteminin küresel tarih sahnesini çeşitli devlet dışı aktörlerle paylaşma ihtiyacı duyma derecesidir. Hal böyleyken, yönetici otoriteleri egemenlik hakkı talep eden ülkesel birimler etrafında örgütlenmiş Vestfalyen bir dünyada yaşıyormuş gibi davranmamız artık anlaşılır olmayacaktır. Devletin ya da devlet sisteminin modasının geçtiğini söylemiyoruz. Söylediğimiz, dünya düzeninin çerçevesinin artık daha zayıf ve tartışmalı bir gerçeklik olduğudur. Bu çerçeve özellikle, suç örgütlerinden tutun da dini örgütlere kadar çeşitli türlerde ulusötesi ağların davranışlarının, küresel şirketlerin, bankaların, borsacıların, finans tacirlerinin, bölgesel aktörlerin, (ülkesel otorite ile devlet dışı yapıların taleplerinin her an alevlenebilecek bir karışımına dayanan) ilk “küresel devlet” in liderlerinin ve çeşitli küresel politika gündemlerine sahip bir dizi sivil toplum aktörünün etkisi altındadır. Geçmişin, günümüzün ve geleceğin teknolojik yenilikleri bu postmodem varsayımın inandırıcılığına fazlasıyla tesir etmektedir. Enformasyon teknolojilerinin hem küresel entegrasyon ve yönetim açısından, hem de savaşın doğası ve iktidarın karakteriyle ilişkili olarak yarattığı devrimci etki, dünya düzenini tanımlayan gerçekliğin postmodemiteye gönderme yapılarak yeniden tanımlanmasını akla yakın hale getirmektedir. GİRİŞ 21 Burada hem dil hem de algıyla ilgili bir mesele vardır. Kitapta benimsenen perspektif, inşacı bir bakış açısını öngörmekte, fakat analitik ve normatif veçheleri de işin içine dahil etmektedir. Bununla kastedilen, dünya düzeninin ve küresel yönetişimin kavramlaştırılmasının kaçınılmaz olarak yorumlayıcı bir edim olduğu, bu edimin deneyim ve algının getirdiği kafa karışıklığını aydınlatır ve açıklar göründüğü ölçüde saygıyı hak ettiğidir.

Bir yorumcunun devleti, devlet sistemini, küreselleşmeyi ya da postmodemiteyi “görmediği” açıktır. Bunlar bilginin üretimine ve yaygınlaştırılmasına katılanlara hitap eden bilgilenmiş zihnin inşalandır, fakat algıların değiş tokuşuyla bir değerlendirme ve inceltilme sürecine tabi tutulurlar. Bunlar özlemlere ilişkin inşalardır; tercih edilen bir geleceği önceden tasarlamaya çalışmanın yanı sıra onu tanımlamaya, açıklamaya, öngörmeye ve bu şekilde “normatif (yani, anlam yüklü) inşalar” olma hakkını kazanmaya çalışırlar. Akademinin sosyal bilimler alanındaki eğilimleri bilimsel yönteme ve nesnellik etosuna sadakat iddiasıyla bu normatif boyutların gizlenmesini, hatta reddedilmesini teşvik etmek yönündedir. Fakat yorumsal girişimler yer, zaman, toplumsal konum, eğitimsel ve kültürel arka plan ve siyasal eğilimlerin de dahil olduğu çeşitli faktörlerle ilişkili öznel unsurları da içermek zorundadır. Benim dünya görüşüme göre normatif inşacılık nesnelliğe ulaşmak istiyormuş gibi davranmamasının yanı sıra, gerçekliğin inşasında tercihlerin ve umutların geçerliliğini de inkar etmez. Aynı zamanda, tercihlerine uygun olmayan kanıtlan da kabul ederek, açıkladığı çerçeve içinde dürüst olmayı hedefler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir