Richard Sennett – Gözün Vicdanı (Kentin Tasarımı ve Toplumsal Yaşam)

Eski Yunanlılar yaşamın zorluklarını gözleriyle görebiliyorlardı. Antik kentlerin tapmakları, pazaryerleri, oyun alanları, toplantı yerleri, duvarları, sokaktaki heykelleri; dinde, politikada ve aile yaşamında kültürel değerleri simgeliyordu. Ama günümüzde, modern Londra ya da New York’ta, örneğin pişmanlığın yaşandığı yeri görmek için nereye gidileceğini bilmek zordur. Ya da çağdaş mimarlardan demokrasiyi daha çok teşvik edecek mekânlar tasarlamaları istense çizim kalemim bırakırlar; antikçağdaki toplu kararların alındığı toplantı yerlerine eşdeğer bir modem tasanm yoktur. Yunanlıların gymnasiumlarındaki gibi, cinsel isteğin ahlaksal boyutlannın öğretilebileceği mekânlan tasarlamak da kolay değildir; modem mekânlar bir yatak odası gibi sessiz yahut bir psikıyatristin divanı gibi . sakin olmak yerine, başkalarıyla, başkalarının kalabalığıyla doludur. Sanki plancılar ve mimarlar modem kentin taşlarını da kültür öğeleri gibi kötü döşetir; pa~ zaryerlerinin, otoparkların, apartman asansörlerinin biçimi, insanların ne zorluklarla karşılaşacağını sezdirmez. Bu yerlerde bir zamanlar yaşanmış olanlar şimdi anlık zihinsel faaliyetler olarak belirir ancak. Yunanlılara ait geçmişe, istesek de istemesek de asla dönemeyiz; kentleri kölelik üzerine kurulmuştu çünkü. Ama onların yaşamın bütünlüğünü böylesine net bir şekilde görebilmeleri, bu kitabın yanıtlamaya çalıştığı bir soruyu, bizim o bütünlüğü neden göremediğimiz sorusunu uyandırır en azından. Geçmişteki Yunan dönemiyle bugün arasındaki farklardan biri de şudur: Antikçağın insanları kentte gördüklerini politik, dinsel ve erotik yaşantılarla ilgili kararlarında kullanabilmelerine karşın, modem kültür “iç” ve “dış” arasındaki-bir ayrımdan mustariptir. Öznel yaşantıyla dünyasal yaşantı arasında, benlik ile kent arasında bir ayrımdır bu. Üstelik bizim kültürümüzün belirgin yanı, insanlann iç yaşamlannı somutlaştırma çabalarının karşısına koyduğu sert karşı çıkıştır. Bu bizi yalnızca kendi kökenlerimizden değil; masklan, danslan, törenleri, türbeleri, kutsal yerleri ve kozmolojileri öznel yaşamla fiziksel şeyleri birleştiren yakın zamanlann AvrupalI olmayan kültürlerinden de ayırır. İç, Öznel yaşantıyla dış, fiziksel yaşam arasındaki bu aynm, aslında bizim uygarlığımızın kabul etmek istemediği, hemen hiç hesaba katmadığı bir korkuyu ifade eder.


Modem kentte insanlarla dolu mekânlar ya pazaryerleri gibi, tüketimle sınırlı olup sadece tüketimi sahneye koyan ya da turizm yaşantısıyla sınırlı olup, özenle turizmi sahneye koyan yerlerdir. Kentin böylesine bir yaşam sahnesine indirgenmesi ve anlamsız hale getirilmesi rastlantı değildir. Kentin nötralize edilmesinin tüm ekonomik ve demografik nedenlerinin ötesinde, insanlann yaşam olarak böylesine kişiliksiz bir mizansene tahammül etmeye gönüllü olmalanmn derin ve ashnda “ruhsal” bir nedeni vardır. Kentlerin görünüşü, büyük ve akla hayale sığmayan bir açılma korkusunu yansıtır. “Açılma”, uyanlmadan çok, incinme olasılığını ifade eder. Açılma korkusu günlük yaşantıya adeta askeri bir. bakıştır; saldırı ve savunma, sa- vaşm olduğu kadar öznel yaşamın da bir mo4eli olmaya^ yatkındır sanki. Kentleri inşa tarzımızın karakteristik özelliği, insanlar a~ rasındaki farkların oluşturduğu duvarlardır ve bu farkların karşılıklı bir tehdit oluşturmasının, karşılıklı bir uyaran olmasından daha muhtemel olduğunun varsayılmasıdır. Bu yüzden; kentlerde inşa ettiğimiz şeyler kişiliksiz, nötralize, edici, sosyal kontakt olasılığını ortadan kaldıran yerlerdir: Dökme camla kaplı dış duvarlar, yoksul semtleri kentin geri kalan kısmından ayıran ana yollar, koğuş tarzı siteler. Bu kitapta, açılma korkusunun nasıl ortaya çıktığını, iç ve dış yaşam arasındaki duvarın nasıl örüldüğünü göstermeye çalışacağım. Bu duvar kısmen bizim dinsel tercihimizden kaynaklanıyor: Hıristiyanlık, Batı kültürünü iç ve dış yaşam arasına duvar çekecek bir konuma yöneltti. Bu duvann gölgesi dünyevi toplumu karartmaya devam ediyor. Aynca, sırf duvan yıkarak, içeridekiyle ve dışandakini organik bir bütün kılarak iç ve dış boyutları birleştirme girişimleri de başarılı olamadı; bütünlük, ancak güçlüklere katlanarak elde edilebilir. Kentin açık olan dışsal yaşamı, içsel yaşamın bir yansıması değildir. Açılma, kalabalıklar içinde ve yabancılar arasında oluşur.

Modem kentin kültürel sorunu, bu kişisel olmayan çevrenin nasıl dile getirileceği; onun süregelen kişiliksizliğinin; kökenleri dış dünyaya dayanan şeylerin gerçek olmadığı inancına dek uzanan nötrlüğünün nasıl giderilebileceğidir. Bizim kentle ilgili sorunumuz, dışarının gerçekliğini insan yaşantısının bir boyutu olarak nasıl ihya edebileceğimizdir. Eski Yunanlılar, kadın olsun erkek olsun, savaşta, ölüm döşeğinde ya da sokakta, bir başkasının acısına tanık olunca gözlerinden yaşlar akan, sulugöz ve yufka yürekli duygusal kişiler sayılmazlardı. Buna karşılık, hem zorluğa hem de farklılığa tanık olmanın değeri; bireyin dünyaya açılarak yavaş yavaş uyumunu bulması ve dengesini nasıl koruyacağını öğrenmesinde görülürdü. Yunanlılar bu duruma, “fazilet” ya da “dengeli olmak” diye çevrilebilecek sophrosyne derdi. Biz, günümüz dünyasında dengesini koruyabilen böyle bir kişiye.”odaklanmış” diyeceğiz. Kent, odaklanmış bir yaşama nasıl varılacağını öğreten bir okul olmak zorundadır. Başkalarına açılarak neyin önemli olduğunu ve neyin önemli olmadığım nasıl tartacağımızı öğreniriz. Sokaktaki ve başka insanlardaki farklılıkları bir tehdit ya da duygusal bir çağrı olarak değil, görülmesi gerekli şeyler olarak görmeye gereksinim duyarız. Bu farklılıklar hem bireysel hem de ortak yaşamı dengeli bir şekilde sürdürmeyi öğrenmemiz için gereklidir bize. Bu doğrudan doğruya, gördüğümüz şeyler üzerinde düşünme, başkalarının arasında yerimizi bulma meselesi gibi görülebilir. Ama Yunanlılara göre, dengeyi korumak için bakmak kadar eylemde bulunmak da gerekliydi. Görülen şeye önem vermenin sonucu, bir şey yapma arzusudur. Yunanlılar bu arzuya, İngilizce “poetry”* sözcüğünün kökeni olan poiesis derlerdi, ama bu Yunanca sözcük bir sanat dalından daha geniş anlam taşırdı.

Dengeli kişi şiir yazarken olduğu kadar konuşurken, dövüşürken, sevişirken de aynı fazilet ve dengeyi sürdürmek ister. Kişi kendini her şeyi dikkatli yapmaya adadığı için, sophrosyne ve poiesis birbiriyle çok yakın ilişkiliydi. Donald Olsen’in bir kitabına verdiği başlıktaki gibi, “bir sanat eseri olarak kent” görüşüne varacak kadar ileri gitmiyorsam da, Olsen’in başlığının ardındaki vurgulama doğru gibi geliyor bana. Dünyada görülen şeye önem vermek, yaratıcı gücü harekete geçirmeye yöneltir kişiyi. Modern kentlerde bu yaratıcı güçler insanları dışa döndüren, özel ve insanca bir biçim almalıdır. Kültürümüzün bir açılma sanatına gereksinimi var; bu sanat bizi birbirimizin kurbanı değil, zorluklarla başa çıkabilen ve onlardan bir şeyler öğrenebilen, daha dengeli yetişkinler haline getirecektir. Gözün Vicdanı, kent kültürü hakkında bir kitap üçlüsünün, ilkini yazarken henüz arkasının geleceğim bilmediğim son kitabıdır. Bu üçlünün ilki, 1977’de yayımlanan, kamusal ve Özel yaşam abrasındaki ayrımı, bir tür ritüel olan toplumsal davranış açısın’daiı inceleyen The Fail o f PublicMan’di.** Bu çalışmada toplumsal alanın bu ritüelleri yitirirse yaşamını nasıl yitireceğini göstermeye çalıştım. Bu üçlünün ikinci kitabı, bir kentteki karmaşıklığın, günümüzün başarı ve başarısızlık ölçülerine göre başaramamış sayılan bireylerin yaşamını nasıl zenginleştirdiğini işleyen, Palais * Şiir, (ç.n.) ** Kamusal İnsanın Çöküşü, çev.: Serpil Durak-Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınlan, 1996. Royaî (1986) adlı bir romandı. Elinizdeki bu kitap ise birincinin toplumsal eleştirisiyle İkincisinin daha kişisel anlayışını birleştirmeye çalışmaktadır.

Aynca ilk iki kitaptan farklı olarak kentteki kültürel yaşamla kentin mimarisi, şehir planlaması, sokaktaki heykelleri ve görsel manzaraları arasında bir ilinti kurmayı amaçlamaktadır. F2Ö N /G üzün Vicdanı 17 Birinci Kısım İç gölgeler Barınak *Sspf A. İÇ VE DIŞ Eski Ahit dönemindeki insanlar manevi yaşamla dünyevi yaşantıyı birbirinden ayırmazlardı. Gündelik varoluşları, Yunanlılarda olduğu gibi tanrısal felaketlerle, denizlerin mucize’ kabilinden ikiye ayrılmasıyla, yanan çalılardan gelen fısıltılarla doluymuş gibi gelirdi onlara. Tanrı daima oradaydı. Ama Yunanlılardan farklı olarak, Eski Ahit dönemindeki insanlar kendilerini köklerinden koparılmış gezginler olarak görürlerdi. Eski Ahit’in Yehova’sı da gezgin bir tanrıydı, Yehova’mn On Emir’i bir sandığın içindeydi ve teolog Harvey Cox’un dediği gibi, “Sandık sonunda Filistinlilerin eline geçince İbraniler, Yehova’mn sandığın içinde de olmadığını fark ettiler …. O, halkıyla birlikte ve başka bir yere gitmişti.”1 Yehova bir yerin tanrısı değil, zamanın tannsıydı;. onu izleyenlere, mutsuz yolculukları için kutsal hedefler vaat eden bir tanrıydı. Eski Ahit Yahudileri gibi, ilk Hıristiyanlar da oradan oraya dolaşıp durmanın ve açılmanın, inancın sonucu olduğunu hissettiler güçlü bir şekilde. Diognatus’a Risale’nin yazan, Roma İmparatorluğumun görkemli dönemlerinin zirvelerinde diyordu ki: Hıristiyanlar ne yerleştikleri yer ne konuşma ne de gelenekleriyle diğer insanlardan ayırt edilebilir. Çünkü kendi kentlerinden göç etmezler … olağandışı bir yaşam tarzını da benimsemezler… kendi kentlerinde, ama tann misafiri olarak kalırlar …. Her yabancı ülke onlar için anavatandır ve her anavatan da yabancı bir ülkedir.2 Bu gezgin imajı, Saint Augustinus’un The City of God adlı yapıtındaki iki kent tanımından alınmıştır: ….

Cain’in bir kent kurduğu, Abel’inse,’ bu dünyada sanki sırf bir hac yolcusuymuş gibi hiçbir şey kurmadan geçip durduğu kaydedilmiştir. Çünkü azizlerin gerçek kenti cennette olsa da cennetteki bu kent, burada, dünyadadır ve Sonsuzluk krallığım aramak için zaman İçinde hac yolculuğu yaparak gezecek kentliler yaratır.3 Bu bir yere yerleşmeyip de “zaman içinde hac yolculuğu yapma” düşüncesi ise dayanağım İsa’nın, müritlerinin onun için anıtlar yapmalarını reddetmesinden ve Kudüs Tapmağı’nı yıkmaya söz vermesinden alır. Yahudi-Hıristiyan kültürü ta kökünden beri, manevi bir “yerinden aynlmışlık” ve vatansızlık yaşantısı üzerinedir. Dinsel imgelemimizin yüreğinde, açılmanın dehşeti vardır. İmanımız başından beri, yerleşikliğe küskündür; çünkü tanrılarımız gezginliğe mecbur edilmiştir. Ama Augustinus’un zamanında, bir yere yerleşme karşısındaki bu manevi direnç artık yumuşamıştı. Au1. Harvey Cox, The Secular City, göz. geç. baskı. (New York: Macmillan, 1966), s: 4 9 / 2. Jaroslav Peİİkan, Jesus through the Centuries (New Haven: Yale University Press, 1985), s: 49-50’den çevrilerek aktarılmıştır. 3. Augustine, The City of God, çev.

Gerald G. VValsh, S.J., ve ark. (New York: İmage, 1958), s: 325. gustinus’un The City of GocTımn yazılmasına, 410 yılının ağustos aymda Alarik’in Roma’yı yağmalaması neden olmuştu. Augustinus, çoğu çağdaşı gibi, Hıristiyan kiliselerinin barbarlardan pek fazla zarar görmemesi karşısında huşu içinde kalmıştı. Volusianus’un ve diğer paganların, “Hıristiyanlık, Romalıların savaşçılığını yok etti” yolundaki suçlamasına karşılık, A ugustinus mümin kardeşlerini yılmadan savundu; hem iyi bir asker hem de iyi bir Hıristiyan olunabileceğini savunuyordu. Böylece savaş deneyimiyle içsel yaşam birbirinden ayrılmış oldu. Ve Augustinus, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun yıkıntıları üzerinde büyüyeceği suçlamasına karşılık olarak da, Tann’mn, inanmayanlan barbar sürüleri aracılığıyla cezalandırmış olmasına karşın Hıristiyanlann şimdi kendilerini Roma’nın efendisi ve yeniden kurucusu yerine koymaya gereksinim duymadığım söyledi; Hıristiyanlann işi “ruh”Iaydı “el”le değil. Yani Augustinus’un iki kenti, “Kutsal Kitabımızdaki özel kullanımına göre iki ‘kent’ diyebileceğimiz iki insan grubu”dur.4 Kent sözcüğünün kutsal kitaba göre kullanımı, belli yerlerin değil, iki otorite biçiminin, “iki bağlılık piramidinin”5 tanımlanmasıdır. Augustinus zamanındaki Hıristiyanlar ‘ manevi yaşamla dünyasal yaşantı arasındaki çelişkiyi genelde, her insanda ortaya çıkan bir çelişki olarak görmüşlerdi: Erkek ya da kadın her Hıristiyan, paganlann çocuklarını büyüttükleri evlerde oturuyor olsa da olmasa da, onlann yıkandıklan yerde yıkansa da yıkanmasa da, hatta İsa’ya ibadet etmek için onlann Minerva yahut Apollon tapınaklanm kullansa da kullanmasa da bu manevi çatışmanın içindeydi. Augustinus’un kitabı, mimarisiyle ve kentsel biçimleriyle evlere huzursuz bir manevi hayatı dayatan kentlerin teolojik temelini oluşturacaktır. Bunun nedeni, Augustinus’un, “dinsel görme”nin sadece sözel bir mecaz değil, somut, idrakle ilgili bir eylem olduğuna inanmasıdır.

“Dinsel görme”, sonunda, cam ve taşla biçimlenen bir içsel yaşama yol açacaktır. Bizim uygarlığımız onun zamanından beri, manevi “kökünden aynlmışlığm”, sözlerle olduğu kadar gözlerle de üstesinden gelmeye çalışmak zorundadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir