Roald Dahl – Benden Bu Kadar

Bu öykülerde özellikle belirli kişilerden söz etmiyorum. Öyküde kullanılan adlar, tanıdığım pilotların adları olmadığı gibi, birinci tekil şahısta anlattığım öyküler de bizzat benim b�ımdan geçmiş olaylar demek değildir. 9 YAŞLI MI YAŞLI BİR ADAMIN – ÖLÜMÜ Tanrım, ne kadar da korkuyorum! Şimdi yalnız başıma kaldığıma göre artık bunu saklamama gerek kalmadı. Artık hiçbir şeyi saklamama gerek yok. Burada beni görecek hiç kimse olmadığına göre de duygularımı başıboş bırakabilirim. Arkadaşlarla aramda tam 7000 metre olduğu ve de her şey bir kez daha yeniden başladığı için istesem de artık rol yapamam zaten. Yemekhanede öğle yemeğimi yerken onbaşı görev emrini getirip Tinker’e verdiği, Tinker’in de emri okuduktan sonra başını kaldırıp bana bakarak, “Sıra sende, Charlie. Sen uçuyorsun,” dediği zaman yaptığım gibi dişlerimi sıkıp yüz kaslarımı germem de gerekmiyor artık. Bunun farkında değil miydim ki? Sıranın bana geldiğini bal gibi biliyordum zaten. Dün gece yatağa girdiğimde de biliyordum bunu, bütün gece gözlerim hala açık olarak yatağımda sırtüstü yatarken gece yarısında da, saat birde de, ikide de, üçte de, dörtte de, beşte de, altıda da ve saat yedi olup kalktığımda da biliyordum. Giyinirken, kahvaltı ederken, kafeteryada dergileri karıştırır, arkadaşlarla kağıt oynar, ilan tahtalarındaki mesajları okur, bilardo oynarken falan hep farkında değil miydim bunun sanki? O zaman da bunu biliyordum, yemeğe giderken de, öğle yemeğinde verilen ko11 yun yahnisini yerken de. Onun için onbaşı elinde emirle yemekhaneye girdiğinde hiçbir şey hissetmedimdi. Gökyüzü bulutlarla kaplı olduğu zaman yağmurun yağmaya başlaması ne kadar şaşırtıcı değilse, emrin gelmesi de benim için o kadar sıradan olmuştu. Onbaşı emri Tinker’ e verdiğinde, Tinker ağzını açmadan önce bile biliyordum söyleyeceğini. Ne söyleyeceğini kelimesi kelimesine biliyordum.


Onun için Tinker haberi verince etkilenmedim bile. Ama Tinker görev emrini katlayıp cebine koyarken, “Tadını bitir. Daha çok zamanın var,” dediğinde kendimi kötü hissetmeye başladım; çünkü her şeyin yeniden başlayacağını, yarım saat içinde kendimi emniyet kemeriyle koltuğa bağlayıp motoru çalıştıracağımı ve yardımcı hava erine takozları çekmesi için işaret vereceğimi adım gibi biliyordum. Arkadaşlar tatlılarını atıştırıyorlardı. Bense önümde duran tatlıdan bir kaşık bile alamıyordum artık. Gene de yüz hatlarımı kaskatı gerip, “Şükürler olsun, ellerimi kavuşturup oturmaktan sıkılmaya başlamıştım zaten,” demeyi başardım. Böyle bir şey söylemem gerekiyordu zaten. Ötekilerin de uçuş görevi aldıkları zaman söyleyecekleri şeylerdendi bu söylediğim. Çıkıp gitmek üzere ayağa kalktığımda, “Çay saatinde görüşürüz,” demem de her zaman söylenen şeylerden biriydi. Ama artık bunların hiçbirini yapmak zorunda değilim. Şükürler olsun değilim. Şimdi artık gevşeyebilir, rahatlayabilir, kendimi bırakabilirim. Bu uçağı adam gibi uçurduğum sürece istediğimi söylemekte ve yapmakta özgürüm. Eskiden böyle değildi bu. Dört yıl önce uçmak olağanüstü keyifliydi.

Uçmaya bayılıyordum; çünkü uçmak heyecan verici, pistte bekliyor olmak futbol sahasına çıkmayı ya da beysbolda atı�. sıranızın gelmesini beklemek gibi bir şeydi yalnızca. Uç yıl önce de fena 12 değildi. Üç aylık bir dinlenme süresi, ardından gene işbaşı yapmak, sonra gene üç aylık bir dinlenme, sonra gene göreve dönme. Hep -ama hep- geri dönme, her seferinde paçayı kurtarma. Herkesin ne usta bir pilot olduğumu söyleyip durması. Brüksel yakınlarında paçayı nasıl zor kurtardığımı, Dieppe üzerinde ilk seferinde yalnızca şansımın yaver gittiğini, ikinci seferinde ise ne kötü anlar yaşadığımı ve bu yıl yaptığım her haftalık sortide ne kötü -ama şanslı- bir pilot olduğumu ve uçuşun her anında nasıl ölesiye korktuğumu kimsecikler bilmiyor. Kimsecikler. “Charlie müthiş pilot!” “Charlie doğuştan pilot!” “Charlie dehşet!” deyip duruyor herkes. Sanırım bir zamanlar öyleydi, ama artık değil. Artık her seferinde daha beter oluyor. Başlangıçta yavaş yavaş basar bu korku. Arkanızdan sinsice sokulup öylesine usulca, öylesine sessizce yaklaşır ki, geriye dönüp ne oluyor diye bakmaz, geldiğini görmezsiniz bile. Görebilseniz, bir önlem alabilirsiniz belki de. Ama çaktırmadan yakalar hep sizi.

Bir serçeye sinsi sinsi yaklaşan kedi gibi sokulur arkanızdan ve tam arkanıza geldiğinde -kedi gibi üstünüze sıçramaz da- eğilip kulağınıza fısıldayıverir. Yavaşça omzunuza dokunup size gepgenç olduğunuzu, yapacak görecek bin bir şeyiniz olduğunu, dikkatli olmazsanız er geç başınızı belaya sokacağınızı ve belaya sokunca da sizden geriye kavrulup kömüre dönmüş bir cesetten başka bir şey kalmayacağını fısıldar. Yüzü ve parmakları simsiyah olmuş,.kolları bacakları kıvrılıp bükülmüş olan kavrulmuş cesedinizin neye benzeyeceğini, nasıl kapkara bir görünümü olacağını, böylesi ölümlerde hep olduğu gibi ayakkabılarınızın ayaklarınızdan nasıl fırlayıp gitmiş olacağını falan anlatır fısıl fısıl. Önceleri yalnızca geceleri yatağınızda gözleriniz açık yatarken fısıldaşır sizinle. Sonra sonra gündüzleri de -dişlerinizi fırçalar ya da bira içer ya da 13 koridorlarda yürürken falan- fısıldamaya başlar kulağınıza. Sonunda o fısıltıları gece gündüz, her saniye, her an işitmeye başlarsınız. İşte Ijmuiden. Her zamanki gibi, ufacık kulplu bir fincana benziyor. İşte Frisians, Texel, Vlieland. İşte Terschelling, Ameland, Juist ve Norderney.1 Hepsini tanıyorum onların. Mikroskop altındaki bakteri kültürlerine benziyorlar. İşte Zuider Zee, işte Hollanda. Burası da Kuzey Denizi.

Hah, işte Belçika ve işte dünya. Şu kahpe dünyanın tümü altımda. Evleri, köyleri, kasabaları, eceli gelmemiş insanları ve balık dolu denizleriyle altımda yatıyor. Balıkların da henüz eceli gelmemiş. Eceli gelen bir tek ben varım. Ölmek istemiyorum ben. Tanrım, ölmek istemiyorum. Hiç olmazsa bugün ölmek istemiyorum. Acı çekmekten korktuğum için değil. Gerçekten de değil. Bacağımın ezilmesine ya da ko­ \umun yanmasına aldırmam bile. Yemin ederim bunlara aldırmam. Ama ölmek istemiyorum. Dört yıl önce ölmeye de aldırmıyordum. O zamanlar ölüp ölmeyeceğime hiç aldırmadığımı kesin olarak anımsıyorum.

Üç yıl önce de umrumda bile değildi. O zamanlar hava hoştu. Yaptıklarımı heyecan verici buluyordum. Kaybedeceğe benziyorsanız, hiçbir şeye aldırmaz, her şeyi heyecan verici bulursunuz. O sıralarda da kaybedeceğe benziyorduk. Her şeyini kaybetmek üzereyse canım dişine takıp savaşır insan. Dört yıl önce durum böyleydi. Ama artık bu savaşı kazanacağız, bu besbelli. Kazanacaksanız durum değişir. Şimdi ölürsem, elli yıl daha yaşama şansımı kaybedeceğim ve bunu da kaybetmek istemiyorum. Bundan başka her şeyi kaybetmeye razıyım, ama bunu asla, çünkü bu, insanın yapmak ve görmek istediklerinin tümü demek. Joey’le yatmayı sürdürmek gibi. Arada bir baba evine dönmek gibi. Kırlarda ormanI Hollanda ve Alın,mya’da bazı köy ve kasabalar. (Çev.

) 14 !arda yürümek gibi. Şişeden bardağa bir fırt içki koymak gibi. Hafta sonlarını iple çekmek ve elli yıl boyunca her saat, her gün, her yıl soluk alıp yaşamak gibi. Şimdi ölürsem bütün bunlardan ve geri kalan her şeyden yoksun kalacağım. Bilmediğim nice şeyi kaçıracağım. Sanırım kaçırmaktan en korktuğum da bunlar. Bu bilmediğim şeyler. Yarınlarda neler oluşacak kim bilir. Sanırım ileride olacağını umduğum şeylerden dolayı ölmek istemiyorum ben aslında. Evet, doğrusu bu. Bunun doğru olduğundan kuşkum yok. Yol kenarında durmuş soğuktan tir tir titreyen sırılsıklam bir berduşun başına dayayın silahınızı ve “Seni vuracağım!” diye bağırın; berduşun, “Vurma! N’olur vurma!” diye yalvardığını görürsünüz. Berduş, bir gün bir şeyler olacağını ummakta ve bundan dolayı yaşama sarılmaktadır. Ben de aynı nedenlerle yaşama asılıyorum, ama o kadar uzun süreden beri asılıyorum ki artık daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Çok yakında boş vermek zorunda kalacağım.

Bir uçurumun kenarında asılı kalmaya benziyor bu, tam buna benziyor. Ben de çok uzun zamandır uçurumun kenarında asılı duruyorum. Uçurumun kenarına parmaklarımla yapışmışım, ama bir türlü kendimi yukarı çekemiyorum. Parmaklarım gitgide yoruluyor. Öyle bir sızlıyor ki eninde sonunda kendimi bırakmak zorunda kalacağımı biliyorum. Yardım çağırmaya cesaret edemiyorum. Yapmaya cesaret edemediğim tek şey bu. Onun için de uçurumun kenarında asılmış kalmışım. Sarkıp kaldığım yerde debeleniyor, ayaklarımı koyacak bir çıkıntı arayıp duruyorum, ama uçurumun yüzeyi gemilerin bordaları gibi dümdüz ve pürüzsüz. Ayak parmaklarımla olsun tutunacak bir yer bulamıyorum. Şu anda yaptığım bu işte: debelenmek. Uçurumun ucundan sarkmış durumda, pürüzsüz yüzeyinde ayak uçlarımı koyacak bir çıkıntı bulmak için debelenip duruyorum, ama yok, yok, yok. Çok yakında tutundu15 ğum yeri bırakmam gerekecek. Her an biraz daha kavrıyorum bu gerçeği. Ve her saat, her gün, her gece, her hafta biraz daha korkmaya başlıyorum.

Dört yıl önce böyle uçurumun kenarından sarkmıyordum ben, uçurumun üstündeki düzlükte koşup oynuyordum. Bir yerlerde bir uçurum olduğunu ve oradan düşebileceğimi biliyordum, ama aldırmıyordum buna. Üç yıl önce de durum böyleydi. Ama şimdi durum değişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir