Robert A. Heinlein – Kaybolan Miras

N’aber kasap!” Doktor Philip Huxley, konuşurken elinde evirip çevirdiği zar kupasını bırakıp ayağıyla bir sandalyeyi iteledi. “Otursana.” Kendisine yöneltilmiş abartılı seslenişe aldırış etmeyen adam, Fakülte Lokali’nin odacısına sarı yağmurluğunu ve sırılsıklam şapkasını verip sandalyeye oturdu, ilk önce zenci odacıya bakarak konuştu. “Duydun mu, Pete? Psikolog geçinen büyücü doktor, bana, benim gibi uzman bir hekim ve cerraha kasap diye seslenme küstahlığını gösterebiliyor.” Sesinde yumuşak bir sitem vardı. “Seninle dalga geçmesine izin verme, Pete. Doktor Coburn, olur da ameliyathane amfisine girmene izin verirse, bil ki, sırf bedenini işleten şeyin ne olduğunu anlamak için kafanı açma niyetiyledir. Kafatasını kül tablası yapması da cabası. Siyahi adam, masayı silerken sırıttı, hiçbir şey söylemedi. Coburn damağını şaklatıp başını iki yana salladı. “Bunu söyleyen de büyücü doktor. Phil, hâlâ Var Olmayan Küçük Adam’ın peşinde misin?” “Parapsikolojiyi kastediyorsan, evet.” “Çalışmaların nasıl gidiyor?” “Gayet iyi. Bu sömestr bir ders daha veriyorum, iyi de oldu. O gözlerini koca koca açmış masum çocuklara, aslında beyin kutularında olup bitenden ne kadar az haberdar olduğumuzu anlatmaktan fena halde yoruluyorum.


Araştırma yapmayı tercih ederim.” “Kim etmez ki! Dişe dokunur bir şey buldun mu?” “Biraz. Şu ara, Valdez diye bir hukuk öğrencisiyle pek eğleniyorum.” Coburn kaşlarını kaldırdı. “Ee? Duyumötesi algılama davası mı?” “Bir tür. Sanki önceden bilme yetisine sahip gibi; nesnenin bir yüzünü gördü mü, öbür yüzünü de görebiliyor.” “Delilik!” “Sen önce kendi haline bak! Çocuğun yeteneğini, titizlikle belirlediğim koşullar altında denedim, gerçekten yapabiliyor, köşeyi dönmeden orada ne olduğunu görebiliyor.” “Hımm… Taşbüken Dedem’in de dediği gibi; ‘Tanrının elinde dört taneden daha fazla as vardır.’ Seninki pokerde iyi numara çevirebilir.” “Aslında, Hukuk Fakültesine girmek için gereken parayı profesyonel kumarbazlık yaparak kazanmış.” “Nasıl yaptığını öğrenebildin mi?” “Allah kahretsin ki, hayır.” Huxley yüzünde endişeli bir ifadeyle parmaklarını masanın üzerinde tıklattı. “Araştırma yapmak için biraz param olsa, böyle olayları gün ışığına çıkartacak bilgileri toplayabilirdim. Rhine’ın Duke Üniversi’tesindeki çalışmalarına baksana.” “O zaman niye ortalığı ayağa kaldırmıyorsun? Kurula çık, başlarının etini ye.

Onlara Western Üniversitesi’ni nasıl meşhur edeceğini anlat.” Huxley daha beter somurttu. “Çok umutsuz. Dekanla konuştum, rektöre konuyu açmama bile izin vermedi. Yaşlı budalanın, bölümün elini kolunu eskisinden daha çok bağlamasından korkuyor. Resmi olarak davranışçı olmamız gerekiyor ya. Ağzını açıp, bilinçte fizyoloji ve mekanikle açıklanamayacak bir şeyler olabileceğini ima ettiğin anda, herkes balık kavağa çıktı demişsin gibi bakar.” Resepsiyon bölmesinin arkasında duran telefonun kırmızı ışığı yandı. Odacı, radyoyu kapatıp telefona cevap verdi. “Buyrun… Evet efendim, burada. Çağırayım. Doktor Coburn, telefon.” “Buraya bağla.” Coburn, telefon panelini kendine doğru çevirdi; genç bir kadının yüzü ekranda belirdi. Ahizeyi eline aldı.

“Ne var?. O da neymiş? Ne zaman oldu? Teşhisi kim koydu?. Bir kere daha oku… Şemayı göster.” Ekrandaki görüntüyü inceledi ve ekledi: “Tamam. Hemen geliyorum. Hastayı ameliyata hazırlayın.” Aleti kapatıp Huxley’e döndü. “Gitmem gerek, Phil – acil vaka.” “Neymiş?” “Senin ilgini çekebilir. Yuvarlak testereyle beyni keseceğiz. Belki de çıkartmak gerekebilir. Araba kazası. Zamanın varsa gel, seyredersin.” Konuşurken, bir yandan da yağmurluğunu giyiyordu. Döndü ve uzun, sarsak adımlarla salına salına batı kapısından çıktı.

Huxley kendi yağmurluğunu kapıp peşinden koştu. Ona yetişince, “Nasıl oldu da seni aramak zorunda kaldılar?” diye sordu. Coburn, şöyle bir dönüp, “Cep telefonumu öbür takım elbisemde bıraktım,” dedi, “özellikle bıraktım – biraz rahat etmek istemiştim. Ama şansım yaver gitmedi.” Çok yavaş ilerleyen yürüme bantlarına boş vererek, lokali bilim ekibine bağlayan kemer ve geçitlerden geçip, kuzeye ve batıya doğru yola koyuldular. Ancak, Pottenger Tıp Fakültesi’nin karşısındaki 3. Cadde’nin altından geçen taşıyıcı metroya vardıklarında, her yeri su bastığını, makinelerin de çalışmadığını gördüler. Batıya, Fairfax Caddesi taşıyıcısına giderek yollarını uzatmak zorunda kaldılar. Coburn, bahar Güney Kaliforniya’ya sel yağmurları getiriyor diyen mühendislere de, planlama komisyonuna da küfretti – Ticaret Odası ne isterse istesin. Hekim odasında, ıslak giysilerinden kurtulup, ameliyat için giyinme odasına geçtiler. Bir hademe, Huxley’in beyaz pantolonla galoş giymesine yardım etti ve temizlenmek üzere bir sonraki bölmeye geçtiler. Coburn, ameliyatı yakından izleyebilmesi için Huxley’i bu bölmeye de davet etmişti. Buzlu camın önünde, üç dakika boyunca, katı ve yeşil sabunla iyice temizlendiler, sonra bir kapıdan geçtiler; sessiz, becerikli hemşireler önlük ve eldivenlerini giydirdi. Huxley yakalarını iyice yukarı kaldırmak için parmak ucunda durmak zorunda kalan bir hemşire tarafından giydirilirken kendini aptal gibi hissetti. Cam kapıdan geçirilip 3 no’lu ameliyathaneye götürüldüler.

Plastik eldivenli ellerini, yün çilesi sararmış gibi havada tutuyorlardı. Hasta, çoktan masaya yatırılmış, kafası yukarı kaldırılmış ve kafatası sabitlenmişti. Bir şalter kaldırıldı ve buz beyazı, acımasız bir ışık halkası, bedenin tek açıkta kalan yeri olan kafatasının sağ tarafı üzerine vurdu. Coburn’ün gözleri hızla odayı taradı. Huxley de onun bakışlarını izledi: açık yeşil duvarlar, cinsiyetleri maske ve önlüklerinin ardına gizlenmiş iki ameliyat hemşiresi, köşede bir şeyle uğraşan yardımcı hemşire, narkozcu, Coburn’e hastanın kalp hareketlerini ve solunum durumunu gösteren aletler… Hemşirelerden biri, şemayı cerrahın okuyabileceği biçimde tutuyordu. Coburn’ün isteği üzerine narkozcu bir an için: hastanın yüzünü açtı. Bir deri bir kemik, kahverengi bir yüz, karga bir burun, çökük gözler. Huxley şaşkınlığını gizlemeye çalıştı. Bunu farkeden Coburn kaşlarını havaya kaldırdı. “Bir şey mi var?” “Bu, Juan Valdez!” “O da kim?” “Şu sana sözünü ettiğim çocuk – sihirli gözleri olan hukuk öğrencisi.” “Hımm… Eh, bu sefer sihirli gözleri köşenin öbür ucunu pek iyi görememiş. Şansı varmış ki yaşıyor. Şurada durursam daha iyi görürsün, Phil.” Coburn, Huxley’e boş verip kendi işine koyuldu, bütün bilgi ve becerisini, önündeki et parçasının üzerinde yoğunlaştırdı. Kafatası ezilmiş ya da sert bir darbe almıştı.

Belli ki, biraz sivri uçlu, sert bir nesneyle şiddetli bir biçimde çarpışmıştı. Yara sağ kulağın üzerindeydi. Görünüşte yarım santim ya da biraz daha büyüktü. İnceleme yapmadan, kemikli yapının ve içindeki beynin ne kadar hasar gördüğünü söylemek olanaksızdı. Beynin biraz hasar gördüğü kesindi. Yaranın yüzeyi temizlenmiş, etrafı tıraşlanmış ve boyanmıştı. Travmanın varlığı, kafa kemiğindeki belirgin yarıktan anlaşılıyordu. Pıhtılaşmış mor renkli kandan; beyaz, gri ve açık sarı dokudan oluşan, tuhaf, mide bulandırıcı bir yığın, hafifçe kanamakta olan yarığın içini kısmen kaplamıştı. Cerrahın açık turuncu eldivenler içindeki, insan dışı bir yaratığı andıran ince ve uzun, narin elleri, yaranın üstünde zarif ve ustaca hareket ediyordu. Bu eller, sanki kendine özgü ayrı bir hayat ve zekâyla yüklüydü, ölümünden hücrelerin henüz habersiz olduğu, tamamı yok olmuş doku temizlenip alındı – lime lime kemik parçaları, yırtılmış sert zar, asıl beynin gri kabuk dokusu… Huxley, bu ufak çaplı gösteriden büyülenmiş, zamanın ve olayların akışından bütünüyle kopmuştu. Tek hatırlayabildiği, kısa, özlü emirlerdi: “Krampon!”, “Pens!”, “Tampon!”. Ufacık testerenin boğuk sızlayışı; sert ve canlı kemikte gidip gelen, diş kamaştırıcı gıcırtı. Zarar görmüş kıvrımları düzeltmek için spatulaya benzeyen bir alet zarifçe kullanılmıştı. Her şey inanılmaz ve gerçek dışıydı. Huxley, düz ve ince bir bıçağın, zihnin kapısını yontuşunu, mantığın ince duvarlarını tıraşlayışını izledi.

Hemşirelerden biri, üç kez cerrahın alnındaki teri silmişti. Parafin işlevini yerine getirdi. Vitalyum alaşımı kemiğin yerini aldı, gizli enfeksiyonun üzerini örttü. Huxley sayısız ameliyat izlemesine rağmen, rahatlama ve zaferin getirdiği, o dayanılmaz duyguyu bir kez daha tattı. Hani o, cerrahın arkasını dönüp, giyinme odasına doğru yönelirken eldivenlerini çıkardığı anda hissedilen duygu… Huxley, Coburn’ün yanına gittiğinde, o, maskesini ve kepini ilaçlı suya batırmış, elbisesinin ceplerinde sigara arıyordu. Tekrar insana benzemişti. Huxley’e sırıtarak sordu. “Ee, nasıl buldun?” “Muhteşem. ilk kez böyle bir şeyi bu kadar yakından izledim. Camın arkasından o kadar iyi göremiyor insan. Düzelecek mi?” Coburn’ün yüzündeki ifade değişti. “O senin arkadaşın, değil mi? Bir an aklımdan çıkmış. Özür dilerim. İyileşecek, eminim. Genç ve kuvvetli, ameliyata da gayet iyi dayandı.

Bir iki gün sonra gelip ziyaret edebilirsin.” “Konuşma merkezinin büyük bir bölümünü aldın, değili mi? İyileşince konuşabilecek mi? Söz yitimi ya da başka bir konuşma bozukluğu çıkma olasılığı yüksek değil mi?” “Konuşma merkezi mi dedin? Konuşma merkezinin yakınından bile geçmedim ki…” “Efendim?” “Sağına sarımsak soluna soğan koy da bir dahaki sefere şaşırma, Phil. Tersinden bakmışsın. Ben, sağ yarımküre üzerinde çalıştım, solda değil.” Huxley şaşakalmıştı, ellerini açtı, önce birine, sonra diğerine baktı ve sonra da yüzü aydınlanıp güldü. “Haklısın. Biliyor musun, sağımı solumu hep şaşırırım. Briç oynarken de hep aynı şey başıma geliyor. Ama bir dakika – sol yarımkürede, konuşma merkezi üzerinde çalıştığına kendimi o kadar inandırmıştım ki, şimdi kafam karıştı. Peki sence, nörofizyolojisi nasıl etkilenecek?” “Hiçbir biçimde – tabii eğer geçmişteki örnekleri kriter sayarsak. Aldığım parçanın eksikliğini hiç duymayacak. Tabir yerindeyse, terra incognito’da, sahipsiz topraklarda dolanıyordum. Beynin ameliyat ettiğim o bölümünün eğer bir işlevi varsa da, henüz usta fizyologlar bunu kanıtlayabilmiş değil.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir