Robert Ludlum – Tristan Ihaneti

Parlak siyah limuzin, kentin güney batı bölgesindeki Bitt-sevsky Ormanı’nda, sanki görünmez bir güç tarafından oraya çekilmiş gibi, sarsılarak ortaya çıktı. Camları polikarbon kaplı, kurşun geçirmezdi. Đleri teknoloji ürünü olan seramik zırhlı gövdesini ayrıca karbon çelik karışımı ikinci bir zırh koruyordu. Lastikleri bile koruyucular ardına gizlenmişti. Bu orman çok eski çağlardan, tarih öncesi dönemden kalma bir bölgeydi. Heybetli, dev gibi çamlar, huş ağaçları, karaağaçlar, akçaağaçlar birbirlerine do-lanmışçasına gökyüzüne uzanıyordu. Bu manzara, Taş Devri’nde, buzulların izini taşıyan bu bölgede, elle yapılmış mızraklarıyla mamut avlayıp dişlerinde ve pençe gibi ellerinde doğanın kırmızısının izlerini taşıyarak gelip geçen ilkel kabilelerin diliyle konuşmaktaydı. Oysa, zırhlı Lincoln Continental, içinde tamamen bambaşka bir tür şiddeti barındıran; patlayıcılar, gelişmiş silahlar kullanan keskin nişancıların, teröristlerin bulunduğu, bambaşka bir kültürün dilini konuşuyordu. Moskova kuşatma altında bir şehirdi. Çökmenin eşiğine gelmiş süper bir gücün başkentiydi. Uzlaşmaz komünistlerden bir grup, Rusya’yı reformculardan geri almaya hazırlanmaktaydı. Kente on binlerce asker dolmuştu ve kent sakinlerine ateş açmaya hazırdılar. Kutuzovksy Prospekt ve Minskoye Chausse’de dizi dizi tanklar, zırhlı personel taşıma aracının gümbürtüleri duyulu-Robert Ludlum yordu. Tanklar, Moskova vilayet binasını, televizyon yayını yapan merkezleri, gazete binalarını ve parlamento binasını kuşatmışlardı. Radyoda sadece, kendilerine devletin güvenliği için Devlet Komitesi adını veren grubun resmi talimat ve kararları yayınlanıyordu.


Demokrasiye doğru adım atılan onca yıldan sonra, Sovyetler Birliği yine totaliter rejimin karanlık güçlerine dönmenin eşiğindeydi. Limuzinde, saçları gümüş rengi, yakışıklı ve soylu hatları olan yaşlıca bir adam oturuyordu. 0, Büyükelçi Stephen Metcal-fe’dı. Bir Amerikan efsanesiydi. Franklin D. Roosevelt dahil, beş Amerikan Başkanı’na danışmanlık yapmış, son derece zengin ve kendisini hükümetine adamış bir adamdı. Artık emekliye ayrılmış olan ve unvanı sadece onursal bir anlam taşıyan Büyükelçi Metcal-fe, Sovyet gücünün arka planında yüksek bir mevkide bulunan eski bir arkadaşı tarafından alelacele Moskova’ya çağırılmıştı. Bu iki eski dost, uzun yıllardır karşı karşıya gelmemişti. Đlişkilerini çok iyi saklamışlardı ne Moskova’da, ne de VVashington’da bu ilişkiyi bilen yoktu. Bu terk edilmiş bölgede buluşmalarında ısrar eden Rus dostu (kod adı “Kurwenal”di), oldukça endişeliydi, ama gerçekten de endişe edilecek zamanlar yaşanıyordu. Düşüncelere gömülmüş, gözle görülür biçimde gergin olan yaşlı adam, protez bacağı üzerinde topallayarak yürüyen, üç yıldızlı general dostuna bakınmak için limuzinden dışarı çıktı. Bir yandan yürümeye devam ederken bir yandan da gözleriyle ormanı tarıyordu ve birden kanı dondu. Ağaçların arasında onu gözetleyen birini fark etmişti. Sonra bir ikinci kişiyi ve üçüncüyü! Đzleniyordu. Kendisinden ve Kurvve-nal kod adlı Rus dostundan haberleri olmuştu! Bu her ikisi için de bir felaket olacaktı! Metcalfe, eski dostunu aramak ve onu uyarmak istedi ama birden, akşamüzeri güneşinde gözüne bir parıltı ilişti.

Bu bir pusuydu! Tristan Đhaneti Yaşlı büyükelçi dehşet içinde döndü ve romatizmalı bacaklarının izin verdiği hızla limuzine doğru koştu. Koruması yoktu, hiçbir zaman korumayla dolaşmazdı. Sadece elçilik tarafından tahsis edilmiş, silahsız bir Amerikan denizcisi olan şoförü vardı. Birdenbire her taraftan ona doğru koşan adamlar ortaya çıktı. Üstlerinde siyah üniformalar ve bereler vardı, hepsinin üzerinde de makineli tüfek vardı. Etrafını çevirdiler, mücadeleye hazırlanıyor, ama bir yandan da kendisine artık genç bir adam olmadığını hatırlatıyordu. Bu neydi? Adam kaçırma mı? Rehine mi olacaktı? Boğuk bir sesle şoförüne bağırdı. Siyahlı adamlar Metcalfe’i başka bir zırhlı limuzine, Rus malı birZIL’e doğru yönelttiler. Korkudan titreyerek yolcu bölümüne girdi. Orada, üç yıldızlı general oturmuş bekliyordu. “Bu da neyin nesi böyle?” diye söylendi, panik duygusu geçiyordu. “Çok özür dilerim,” diye cevap verdi, Rus. “Tehlikeli, zamanlar ve burda, sana bir şey olmasına izin veremem. Bunlar benim adamlarım ve antiterör eğitimi almışlardır. Sen tehlikeye atılamayacak kadar önemli birisin.

” Metcalf, Rusun elini sıktı. General seksen yaşındaydı, saçları ağarmıştı, ama yırtıcı bir kuşa benzeyen profili hiç bozulmamıştı. Şoföre başını salladı ve araba hareket etti. “Moskova’ya geldiğin için teşekkür ederim, acil çağrımın gizemli göründüğünü biliyorum.” “Darbeyle ilgili olduğunu düşünüyordum,” dedi, Metcalfe. “Olaylar beklenenden daha hızlı gelişiyor,” dedi Rus alçak bir sesle. “Dirizhor’un, yani şefin onayını aldılar. Belki de gücü ele geçirmelerine engel olmak için artık çok geç.” “Beyaz Saray’daki dostlarım durumu büyük bir dikkatle izliyorlar. Ancak harekete geçemiyorlar, çünkü Milli Güvenlik Konse-Robert Ludlum yi’nin sağlamış olduğu uzlaşma karşısında müdahale etmenin bir nükleer savaşa davet olduğunu düşünüyorlar.” “Haklı bir korku. Bu adamlar Gorbaçov rejimini yıkmak için her şeyi göze almışlar. Moskova’daki tankları gördünüz, sivillere saldırmak için, sadece komplocuların bir emrini bekliyorlar. Bu ortalığı kan gölüne çevirir. Binlerce insan ölür! Ancak Dirizhor onay vermedikçe bu saldırıyı başlatma emri verilmeyecek.

Her şey onun elinde, o hareketi başlatabilecek tek kişi!” “Ama o komploculardan biri değil?” “Hayır. Bildiğin gibi, o zincirin en üst halkası, bütün gücü kesin bir gizlilik perdesi arkasında kontrol altında tutan kişi. Onu asla bir basın toplantısında göremezsin, hareketleri daima gizlidir. Ama darbe komplocularına sempatisi var. Onun desteği olmasa darbe başarısız olurdu. Onun desteğiyle kesinlikle başarılı olacak. Ve Rusya bir kez daha Stalinci bir diktatörlük haline gelecek, dünya da nükleer savaşın eşiğinde bulacak kendisini.” “Beni neden buraya çağırdın?” diye sordu, Metcalfe. “Neden ben?” General, Metcalfe’e döndü ve Metcalfe, onun gözlerindeki korkuyu gördü. “Çünkü sen güvendiğim tek kişisin. Ve sen, ona ulaşma şansı olan tek insansın. Dirizhor’a.” “Peki Dirizhor, beni neden dinlesin ki?” “Sanırım biliyorsun,” dedi Rus sakin bir sesle. “Sen tarihin akışını değiştirebilirsin dostum. Sonuçta, ikimiz de daha önce bunu yapmış olduğunu biliyoruz.

” BĐRĐNCĐ KISIM Tristan Đhaneti 1. BÖLÜM Paris, Kasım 1940 Işıklar kenti kararmıştı. Nazilerin saldırıya geçerek, altı ay önce Fransa’yı işgal etmesinden bu yana, dünyanın en muhteşem şehri harap olmuştu. Seine Nehri boyunca uzanan kafeler artık yalnızlığa terk edilmişlerdi. Arc de Triomphe, l’Etoile Meydanı, geceleri gökyüzünü ışıl ışıl aydınlatan bu şahane, parlak merkezler, artık kendi kaderlerine bırakılmış, kasvetli ve hüzünlü yerlerdi. Önceleri Fransa’nın üç renkli bayrağının dalgalandığı Eyfel Kulesi’nde şimdi bir Nazi bayrağı vardı. Paris sessizdi. Artık caddelerde bir otomobile, bir taksiye pek rastlanmıyordu. Büyük otellerin çoğuna Naziler el koymuştu. Eğlenceler, partiler, şen kahkahalar, keyifli kafa çekmeler de geride kalmıştı. Kuşlar bile, Alman saldırıları boyunca kenti saran yoğun benzin kokusu ve dumandan nasiplerini almışlardı, artık kuş sesleri dahi duyulmuyordu Paris’te. Đnsanların çoğu işgalcilerden, sokağa çıkma yasaklarından, dayatılan yeni yasalardan, tüfeklerin süngülerini, silahlarını sallayarak caddelerde devriye gezen, yeşil üniformalı Wehrmacht askerlerinden ürkmüş, geceleri dışarı çıkmaz olmuştu. Bir zamanların gururlu kenti, ümitsizlik, açlık ve korkunun pençesine düşmüştü. Soylu Foch Caddesi’nde, Paris’in bu en görkemli, en geniş, beyaz taşlarla süslü yolunda bile rüzgâr ve soğuktan başka bir hayat belirtisi yoktu. Tek bir istisna vardı.

Bir özel konuk evi, bir malikâne ışıl ışıl parlıyordu. Đçeriden, bir orkestranın çaldığı ağır tempolu müzik sesleri geliyordu. Porselen ve kristal-11 Robert Ludlum lerin şıngırtısı, heyecanlı seslere, pervasızca koyuverilen kahkahalara karışıyordu. Burası, kasvetli ve karanlık çevrede, ayrıcalıklı bir ışık adaşıydı. Hötel de Châtelet, Kont Maurice Leon Philippe du Châtelet ve zarif, muhteşem ev sahibeliği ile ünlü eşi Marie-Helene’in muhteşem köşkleriydi. Kont du Châtelet son derece zengin bir sanayici olmasının yanı sıra, işbirlikçi Vichy Hükümeti’nin bakanlarından biriydi de. Yine de, hepsinden çok, işgal altındaki Paris’te sürdürmeye devam ettiği görkemli partileriyle tanınıyordu. Hotel de Châtelet’deki partilerden birine davet edilmek, büyük bir kıskançlık yaratan, haftalarca yolu beklenilen, çok özel bir olaydı. Özellikle de, bu kıtlık günlerinde, gerçek bir kahve, peynir ya da tereyağı bulmanın hemen hemen imkânsız olduğu, sadece çok güçlü bağlantıları olanların et ve taze sebze bulabildiği bu zamanda. Châteletlerde bir kokteyle davetli olan kişinin, karnını iyice doyurma fırsatı bulacağı kesindi. Bu muhteşem evde, kentte hüküm süren korkunç kıtlığın izi bile yoktu. Epeyce geç kalmış biri, uşak tarafından içeri alındığında, parti iyice havasını bulmuştu. Yeni gelen konuk yirmili yaşlarının sonlannda, dikkat çekecek kadar yakışıklı bir adamdı. Simsiyah saçlarla çevrelenmiş yüzünde, kartal gagasına benzer burnunun yukarısında, yaramaz bakışlı, kocaman kahverengi gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Uzun boylu ve yapılıydı, atletik bir vücuda sahipti.

Paltosunu uşağa verirken başını sallayarak gülümsedi ve Fransızca olarak, “Đyi akşamlar, çok teşekkür ederim,” dedi. Adı Daniel Eigen’dı. Son yıllarda zaman zaman Paris’te oturuyordu zengin bir Arjantinli ve çok çekici bir bekâr olarak tanındığı parti sosyetesinin müdavimlerindendi. Eigen balo salonuna girer girmez, ev sahibesi Marie-Helene du Châtelet, “Ah, Daniel, aşkım,” diyerek atıldı. Orkestra, How High the Moon adlı yeni bir parça çalmaktaydı. Madam du Châtelet, onun gelişini salonun ta öbür ucundan fark etmiş; sadece, Windsor Dükü ve düşesi gibi ya da Paris Alman askeri valisi gibi çok zengin ya da çok güçlü kişilere sergilediği 12 Tristan ihaneti sevinç ve neşeyle ona doğru ilerlemeye başlamıştı. Ellili yaşlarının başında, güzel bir kadın olan ev sahibesinin bir hayli cüretkâr göğüs dekoltesi, genç konuğu etkilemiş gibi görünüyordu. Ev sahibesi, Daniel Eigen’ı bir an için kenara çekip alçak bir sesle, sır verirmişcesine, “Gelebilmene çok sevindim canım. Gelmeyeceksin diye korkmuştum,” diye fısıldarken, Eigen kadını iki yanağından öptü. “Hotel de Châtelet’deki bir partiyi kaçıracaktım ha?” dedi, Eigen. “Aklımı kaçırdığımı mı sanıyorsun?” Arkasında sakladığı yaldızlı kâğıda sarılı paketi uzattı. “Size madam. Bütün Fransa’da kalmış son gram.” Ev sahibesi kutuyu aldı ve sabırsızlıkla paketini yırttı, Guerlain marka parfümün kare biçimli, kristal şişesi ortaya çıktığında yüzü sevinçten ışıl ışıl parlıyordu adeta. Nefesi kesilmişti.

“Ama… ama Vol de Nuit bu hiçbir yerde bulunmuyor!” “Kesinlikle haklısınız,” dedi, Eigen gülümseyerek. “Satın alınamaz.” “Daniel! Çok tatlısın, çok düşüncelisin. Bunun en sevdiğim koku olduğunu nerden bildin?” Alçakgönüllü bir biçimde omuz silkti. “Benim de kendi casus örgütüm var.” Madam du Châtelet kaşlarını çatıp parmağını bir çocuğu azarlarcası-na salladı. “Ve üstelik bize Dom Perignon bulmak için onca şey yaptıktan sonra. Gerçekten çok cömertsin. Neyse, burda olmana çok seviniyorum, bugünlerde senin gibi yakışıklı genç adamlar bir elin parmaklarını geçmiyor aşkım. Bazı hanım arkadaşlarımdan bayılanlar olursa şaşırma sakın. Yani, senin henüz fethetmediklerinden söz ediyorum.” Yine sesini alçalttı. “Yvonne Printemps de Pierre Fresnay ile birlikte burda ama yine de gözü etrafta gibi görünüyor, haberin olsun.” Ünlü müzikal komedi yıldızından söz ediyordu. “Ve Coco Chanel de yeni âşığıyla birlikte burda, hani şu Ritz’de birlikte yaşadığı Almanla.

Yine Yahudi karşıtı bir söylev vermekle meşgul, gerçekten de bıktırdı artık.” Eigen bir hizmetçinin gümüş tepside sunduğu şampanya kadehlerinden birini aldı. Uçsuz bucaksız balo salonuna bir göz attı. Yerdeki antika 13 Robert Ludlum parkeler eski bir şatodan getirtilmişti, beyaz ve altın yaldız panellerden oluşan duvarlar goblen panolarla süslüydü, tavan ise Versailles Sarayı’ndaki tavan resimlerinin onarımlarını yapan sanatçı tarafından boyanmıştı. Ancak, salonun dekoru konuklar kadar ilgisini çekmiyordu. Kalabalığı tarayınca tanıdığı kişiler olduğunu gördü. Her zamanki ünlü isimler oradaydı: her gece sahneye çıktığında yirmi bin frank kazanan şarkıcı Edith Piaf, Maurice Chevalier ve şimdilerde, Goebbels tarafından yönetilen Alman film şirketi Continental için Nazilerin onayladığı filmlerde oynayan bütün o ünlü sinema yıldızlan. Tıka basa yemek ve içmek için az bulunan bu fırsatı asla kaçırmayacak olan bildik yazarlar, ressamlar ve müzisyenler. Nazilerle onların kuklası olan Vichy rejimiyle iş yapan, yine bildik Fransız ve Alman bankacılar, sanayiciler. Son olarak da, bugünlerde sosyal hayatta önemli bir yer edinmiş olan Nazi subaylan vardı. Hepsi üniformalıydı, çoğu monocle(<) takıyordu ve Führer’inkilere benzeyen küçük bıyıklar bırakmışlardı. Alman Askeri Valisi General Otto von Stülpnagel de oradaydı. Fransa’daki Alman Büyükelçisi Otto Abetz, yeni evlendiği genç Fransız eşiyle gelmişti. Ortadan ayrık saçları ve Prusyalı tavrı nedeniyle Bronz Kaya lakaplı Paris başkumandanı, yaşlı General Ernst von Schaumburg da elbette oradaydı. Eigen hepsini tanırdı.

Onlarla her zaman bu tip toplantılarda karşılaşırdı, ama bundan daha da önemlisi, çoğuna çeşitli iyiliklerde bulunmuştu. Fransa’nın Nazi yöneticileri sadece karaborsaya hoşgörü göstermekle kalmaz, herkes gibi ona ihtiyaç da duyarlardı. Yoksa karılarına ve sevgililerine kremleri, pudralan nasıl bulabilirlerdi? Kaliteli bir şişe Armagnac’ı nereden alabilirlerdi? Fransa’nın yeni yöneticileri bile savaşın getirdiği kıtlıklardan dolayı sıkıntı çekiyorlardı. Bu yüzden de, Daniel Eigen gibi bir karaborsacıya her zaman talep oluyordu. (*) Tek gözlük. 14 Tristan Đhaneti Koluna bir elin dokunduğunu hissetti. Hemen ardından da eski sevgililerinden Agnes Vieillard’ın elmaslarla kaplı elini fark etti. Endişeyle kasılmasına rağmen döndü ve yüzüne bir tebessüm yerleştirdi. Bu kadını aylardır görmemişti. Agnes alev saçan kızıl saçlarıyla çekici, minyon bir kadındı. Kocası Didier savaş malzemeleri satan ve yarış atlan olan önemli bir işadamıydı. Daniel sekse aşın düşkün bu tatlı kadınla Longchamp’daki at yanşları sırasında tanışmıştı, kadının orada özel bir locası vardı. Kocası Vichy’de, kukla hükümete tavsiyelerde bulunmakla meşguldü o zaman. Kadın bu yakışıklı, zengin Arjantinliye kendisini bir “Savaş dulu” diye tanıtmıştı. Ara-lanndaki çekim, kısacası tutku, kocası Paris’e dönene dek sürmüştü.

“Agnes, ma cherie! Nerelerdeydin?” “Ben mi nerelerdeydim? Maxim’s’deki geceden beri seni görmedim.” O arada, çok hafifçe de olsa, orkestranın çaldığı Imagination parçasına uyumlu olarak sallanıyordu. “Ah, gayet iyi hatırlıyorum,” dedi Daniel, pek iyi hatırlamasa da. “Çok meşguldüm, özürlerimi kabul et.” “Meşgul ha? Senin bir işin yok ki Daniel,” diye kadın, onu azarladı. “Eh, babam her zaman yararlı bir şeyle uğraşmam gerektiğini söylerdi. Şimdi bütün Fransa ile uğraşıldığına göre, ben de kancadan kurtuldum sayılır.” Kadın başını sallayıp gönülsüz tebessümünü gizlemek istercesine kaşlarını çattı. Daha yakına sokuldu. “Didier yine Vichy’de. Ve bu parti de Bocheleûe dolu. Neden kaçıp Jokey Kulübü’ne doğru gitmiyoruz? Maxim’s’de çok fazla Hans var bugünlerde.” Fısıldayarak konuşuyordu, metrodaki posterlerde belirtildiğine göre Almanlardan Boche diye söz eden herkes vurulacaktı. Almanlar Fransızların alaylarına karşı aşırı alınganlık gösteriyorlardı. “Ah, ben Almanlara aldırmıyorum,” dedi Daniel konuyu değiştirebilme gayretiyle.

“Bence harika müşteriler doğrusu.” 15 Robert Ludlum “Askerler, ne diyorsunuz onlara, hah haricots verts,n öyle mi? Onların hepsi birer vahşi! Hasta beyinli. Caddenin ortasında bir kadına yanaşıp onu zorla sürükleyerek götürüyorlar.” “Onlara biraz olsun acımalısınız,” dedi, Eigen. “Zavallı Alman askerleri dünyayı fethettiklerine inanıyorlar ama bir Fransız kızına göz ucuyla bile bakamıyorlar. Haksızlık bu.” “Đyi de onlardan nasıl kurtulacaksın?…” “Yahudi olduğunuzu söylemen yeter hayatım. Bu onları hemen kaçırtır. Ya da gözlerini dikip koca ayaklarına bak. Bundan da çok utanıyorlar.” Kadın artık gülümsemesine engel olamıyordu. “Ama Champs-Elyse-es’de kaz adımlarıyla yürümeyi biliyorlar!” “Sen kaz adımlarıyla yürümeyi kolay mı sanıyorsun?” diye sordu Daniel. “Bir gün dene de gör, adım atacak halin kalıyor mu?” Bir yandan da kaçmak için fırsat kolluyorlardı. “Neden, önceki gün Göring’i la Paix Caddesi’nde arabasından inerken gördüm. O aptal mareşal asası vardı yine elinde, geceleri bile onu koynuna aldığına yemin edebilirim! Cartier’s’e girdi.

Sonradan oranın müdürü, karısına sekiz milyon franklık bir kolye aldığını söyledi.” Đşaret parmağıyla Daniel’in kolalı, beyaz gömleğini dürttü. “Dikkat et, karısına Fransız modası alıyor, Alman değil. Bu Bocheler hep bizim çöküşümüzden söz ederler ama buraya gelince de çöküş dedikleri bu duruma tapınıyorlar.” “Eh, Herr Meier’e en iyisi layıktır ancak.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir