Rollo May – Kendini Arayan Insan

G ünümüzde insanların belli başlı ruhsal sorunları nelerdir? Savaş tehlikesi, ekonomik belirsizlik gibi insanları huzursuzluğa iten dış nedenleri incelediğimizde derinlerde hangi sürtüşmeleri buluyoruz? Geçmişte olduğu gibi içinde bulunduğumuz çağda da bireyler duydukları sıkıntıları mutsuzluk hissi, meslekleri ve evlilikleri hakkında karar verememe, hayatlarına hükmetmiş bir umutsuzluk ve anlamsızlık v.b. şeklinde tanımlıyorlar. Ama tüm bu belirtilere yol açan nedir? Yirminci yüzyılın başlarında bu belirtilerin ortak nedeni olarak Sigmund Freud’un son derece detaylı bir şekilde değindiği konu gösteriliyordu. Freud’a göre birey, hayatın içgüdüsel ve cinsel yanlarını kabullenmekte çok zorlanıyor ve bunun sonucu olarak da cinsel dürtüler ve toplumsal tabular arasmda kendi içinde bitmeyen bir çatışma yaşıyordu. Daha sonra 1920’lerde Otto Rank, bireyin psikolojik problemlerinin nedeninin aşağılık, yetersizlik ve suçluluk duyguları olduğunu ileri sürdü. 1930’larda ise ruhsal sorunların odak 15 noktası tekrar başka bir noktaya kaydı: Karen Horney’in dikkatleri çektiği ortak payda, bireyler ve gruplar arasındaki ‘kim kimden daha üstün’ düşüncesinden doğan rekabete dayalı düşmanlıktı. Peki yirminci yüzyılın ortalarında sorunlarımızın kaynağı ne? BOŞLUKTAKİ İNSANLAR Kendi klinik deneyimlerime ve meslektaşlarımın gözlemlerine dayanarak yirminci yüzyılın ortasında bireyin esas probleminin ‘boşluk’ olduğunu söylemem size şaşırtıcı gelebilir. Bununla sadece insanların ne istediklerini bilmediklerini söylemeye çalışmıyorum; insanlar aynı zamanda ne hissettiklerini de pek anlayamıyorlar. Kendi kendilerini yönetememekten veya kararsızlıktan yakınmaya başladıkları zaman, bireylerin temel probleminin arzulan ve istekleri hakkında kesin bir deneyimlerinin bulunmayışı olduğu iyice belirginleşiyor. Acı veren bir güçsüzlük duygusuyla karışık oradan oraya atılmışlık fikrine esir düşüyorlar çünkü kendilerini anlamsız bir boşlukta hissediyorlar. Aşk ilişkileri hep hüsranla sonuçlanıyor, evlilik planları hep bozuluyor ya da eşlerinde aradıklarım bulamıyorlar. Bu şikayetler onlan yardım aramaya itiyor ama çok geçmeden anlaşılıyor ki bu insanlar eşlerinin kendilerindeki eksiklikleri, boşlukları doldurmasını bekliyorlar ve bu gerçekleşmediğinde de ya sinirleniyorlar ya da sürekli kaygılı biri olup çıkıyorlar. Bu bireylerin amaçları hakkında rahatlıkla konuştuğunu görebiliriz. Amaçları herkes gibi üniversiteden başarıyla mezun olmak, bir işe girmek, aşık olup evlenmek ve bir aile kurmaktır fakat kısa sürede kendileri bile bu isteklerin kendi, arzulan değil, başkalarının -öğretmenlerin, anne-babaların, iş16 verenlerin- beklentileri olduğunu fark ederler.


Bundan yirmi yıl önce bu tür dışsal hedefler belki oldukça ciddiye alınacak konulardı ancak birey şimdi konuşurken bile ailesinin ve toplumun aslında ondan böyle bir şey talep etmediğini anlamaya başlamıştır. En azından teoride, ailesi ona daima kendi kararını özgürce verme hakkına sahip olduğunu defalarca söylemiştir. Daha da öte, birey toplumun belirlediği^bu dışsal hedeflerin kendisine hiçbir yarar sağlamayacağının da bilincindedir artık. Yine de sorunu çözülmemiş, tersine daha da çetrefilli bir hal almıştır; hedefleri konusunda hiçbir inancı veya gerçekçi bir yaklaşımı yoktur. O, “başka insanların beklentilerini yansıtan bir aynalar topluluğu” dur sadece. Önceki yıllarda, psikolojik yardım görmeye gelen birey ne istediğini ya da aradığını bilmediğini söylediğinde, aslında onun aradığının cinsel arzularının tatmini gibi son derece belirli ama kendine itiraf edemediği bir şey olduğunu düşünmek mümkündü. Freud her şeyi açıklıyordu; cinsel arzu oradaydı ve tek yapılması gereken beyni tüm baskılardan arındırarak bu arzunun bilinç üstüne taşınmasını sağlamaktı. Böylece zamanla hasta, gerçek hayatıyla uyumlu olarak arzularını tatmin edebilecekti. Ne var ki, Kinsey Raporu’ nun da ortaya koyduğu gibi, günümüzde cinsel tabular eski katılıklarını kaybetmiş dürümdalar. Diğer sorunlarını dile getirmeyen birçok insan cinsel arzularının tatmini için türlü yollar bulmakta zorlanmıyor. Şimdilerde insanların terapide dile getirdikleri sorunlar cinsellikteki kısıtlanmalardan çok kendilerinde hissettikleri yetersizliklerden kaynaklanıyor. Bazen iktidarsızlıktan, bazen ise partnerlerinin isteklerine cevap verecek kadar arzulu olmadıklarından yakmıyorlar. Başka bir deyişle, sorun artık toplumsal tabular veya seks hakkında suçluluk duyuyor olmaktan çıkıp, cinsel ilişkinin an17 lamsız, mekanik bir deneyim haline gelmesine doğru gidiyor. Genç bir kadının gördüğü bir rüya, hep bahsettiğimiz “ayna” insanın ikilemlerini gözler önüne seriyor. Bu genç kadın cinselliğini son derece özgürce yaşayan biri.

Sonunda evlenmeye karar veriyor ama hayatındaki iki adam arasında bir türlü seçim yapamıyor. Adamlardan biri kadının ailesinin de seve seve onaylayacağı türden orta sınıftan bir birey, diğeri ise kadının bohem ve sanatsal deneyimlerini paylaştığı bir entelektüel. Kadın, kararsızlık içinde bocaladığı ve ne tür bir hayat hayal ettiği veya nasıl bir insan olduğuna kesin bir yanıt bulamadığı günlerde’hep aynı rüyayı görüyor: Büyük bir topluluk kadının hangi adamı seçmesi gerektiği konusunda oylama yapıyorlar. Kadın rüya boyunca bunun çok iyi bir çözüm olduğunu düşünerek kendini gayet rahatlamış hissediyor ama sorunu uyandığında ortaya çıkiyor çünkü kadın oyların kimin lehine çıktığını hatırlayamıyor. İçinde yaşadığımız dönem bir savaş, askeri kriz, ekonomik değişim dönemi ve nereden bakarsak bakalım güvensizlik dolu bir gelecek her yanımızı çeviriyor. O yüzden bireyin kendini işe yaramaz bulmasını ve ne planlayacağını” kestirememesini yadırgamamak gerekiyor. Ama tüm olayi böyle bir sonuca bağlamak son derece yüzeysel bir yaklaşım olur. İleride de göreceğimiz gibi, sorunlar çoğu zaman onlara neden olan olaylarin çok daha ötesine gidiyor. Savaş, ekonomik dalgalanmalar, sosyal değişimler de yukarıda saydığımız psikolojik sorunlar da, aynı toplumsal durumu işaretliyorlar. Diğer bir okuyucu kitlesi başka bir soruya değinebilir: “Bazı insanlar kendilerini anlamsız bir boşlukta ve işe yaramaz hissedebilirler ama bu insanların çoğunluğu için geçerli olmayan nörotik bir sorun değil midir?” 18 Bu soruya şöyle bir cevap verebiliriz: Şundan emin olabilirsiniz ki, psikiyatrların ve psikoterapistlerin muayenehanelerini sık sık ziyaret edenler nüfusun profilini teşkil etmez. Çoğunlukla onların durumunda, toplumun alışılagelmiş kuralları işlemez. Bu şahıslar sıklıkla toplumun daha duyarlı ve daha yetenekli üyeleridirler. Yardıma muhtaçtırlar çünkü olayları rasyonel olarak değerlendirmek söz konusu olunca, tüm iç çatışmalarım her şeye adapte olarak yenmiş olan sıradan vatandaşa oranla pek başarılı olamamışlardır. 1890’larda Freund’un kapısını çalan insanlar tabii ki tipik Victoria dönemi insanını temsil etmiyorlardı. Etraflarındaki çoğunluk, geleneksel tabuların gölgesinde, cinselliğin iğrenç bir şey olduğuna ve mümkün olduğu kadar gizli kalması ilkesine inanarak hayatlarını sürdürmekteydi.

Fakat Birinci Dünya Savaşı’nm sonunda, 1920’lerde, cinsel sorunlar aleni bir salgın haline geldi. Avrupa ve Amerika’daki hemen herkes şu veya bu şekilde cinsel arzulan ve toplumsal tabular arasında savaşmak zorunda kaldığı bir deneyim yaşadı. Freud’u ne kadar takdir edersek edelim, tüm bu gelişmelere onun araştırmalarının neden olduğunu düşünecek kadar saf ve yüzeysel düşünmememiz gerekir. Freud sadece bu gelişmeleri önceden tahmin etmiştir. Dolayısıyla toplumun psikolojik durumunu gösteren gerginlikler ve çatışmalar konusunda bize güvenilir kaynak sağlayabilecek kitle oldukça az insandan oluşmaktadır. Ciddiye alınması gereken bu kitledir; toplumda yakın gelecekte meydana gelebilecek her türlü karışıklık ve patlamanın habercisi de bu kitle olacaktır. Sosyal insanın içinde bulunduğu boşluğu teşhis ettiğimiz yer şüphesiz sadece psikoterapistlerin konsültasyon odaları değildir. İnsanların içinde yaşadığı boşluğun toplumu birçok değişik açıdan etkilediğini gösteren sosyolojik veriler hayli 19 fazladır. David Riesman aynı boşluk hissini mükemmel bir analizin sonunda günümüz Amerikan vatandaşında yakalamıştır. Riesman, Birinci Dünya Savaşı öncesinde tipik Amerikalının ‘iç dünyasıyla yönlenmiş’ bir birey olduğunu savunur. Savaş öncesi yıllarının Amerikan toplumunda birey, kendisine öğretilen tüm standartları benimsemiş, Victoria dönemini yansıtan bir ahlak anlayışıyla bezenmiştir. Bu bireyin kaynağını dış dünyadan alan güçlü emelleri ve hayalleri vardır ve adeta iç dünyasına yerleştirilmiş bir çark sayesinde ruhsal dengesini koruyabilmektedir. Psikanalitik anlamda ‘baskı altında ve güçlü bir süper ego tarafından yönetiliyor şeklinde tanımladığımız insan tipi budur.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir