Roy Jakobsen – Harika Çocuk

Her şey annemle evi boyamaya girişmemizle başladı. Aslında ben duvarın en alt kısmını boyuyordum ve oldukça ufak tefek olduğumdan zorlanıyordum; annem de bir mutfak sandalyesinin üzerine çıkmış tavanın kenarıyla ilgileniyordu. Böyle giderse bir duvarı bitirmek aylar alacaktı. Ama bir akşam Bayan Syversen gelip eserimize baktı, kollarını kabarık göğüslerinin üzerinde kavuşturdu. “Duvar kağıdı denemeye ne dersin, Gerd?” “Duvar kağıdı mı?” “Evet, benimle gel.” Koridorun karşı tarafında oturan Bayan Syversen’in evine girdik. Yıllardır duvar duvara komşu olmamıza, bitişik sınıfa giden akranım Anne-Berit’le onun altı yaşındaki ikiz kız kardeşleri de orada oturmasına karşın bu eve hiç girmemiştim. Annem ne zaman beni biriyle karşılaştırmak istese onlardan söz ederdi. “Reidun ve Mona’ya bak” derdi. Ya da Bayan Syversen’in dediğine bakılırsa, içeride, yatağın ve yemeğin olduğu yerde kalmayı sokağa çıkmaya yeğleyen Anne-Berit’ten söz ederdi; oysa yaşam dökümhanede şekilienmeyi bekliyordu sokakta, kalıba dökülmüş kepenklerin kaşları çatıktı, kiremitler beton bloklarla binaların arasına saçılmıştı; ağaç kökleriyle, kütüklerle, açık kuyularla, sık çalılarla, görünmez kamp 7 izleriyle dolu, ziftli kağıt, yalıtım artıkları ve tahta parçalarıyla ateş yakılabilen, uğruna Yenilmezler ve Yüceler’in unutulmaz savaşlar verdiği iki katlı kaleler yapılabilen, tek bir sözcükle yıkılan bu yapıların ertesi gün onu yıkandan başkası tarafından yeniden inşa edildiği, yer yer otlarla kaplı toprak vardı orada. İnşa eden asla yıkanla aynı kişi değildir, bunu söylüyorum çünkü ben, küçük olmama karşın inşa edenlerden biriydim ve güzelim şatolarım harabeye dönüştüklerinde çok gözyaşı dökmüştüm; misillemeden, acımasızca intikam almaktan konuşulurdu; ama yıkıcıların keyiflerinden, kocaman sırıtışlarından başka yitirecekleri bir şeyleri yoktu, daha o zamandan yitirecek şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmamış ve hiçbir şey edinmeyi düşünmeyenler arasındaki kampıaşmanın izleri vardı. Anne-Berit ve kardeşleri bu dünyayla ilgilenmiyorlardı, onlar ne yapıyor ne de yıkıyorlardı, mutfak masasının başında oturup bütün gün boyunca akşam yemeği yiyorlarmış gibi gelmişti bana; üstelik şimdi Bay Syversen de eve gelmiş, üzerinde atletiyle, küçük sandalyenin dışına taşmış devasa bacaklarının üzerine sarkan pantolon askılarıyla masanın başındaki tahtında oturuyordu. Syversen ailesinin salon duvarlarında altmışlı yıllarda Norveçli işçi ailelerinin evlerini küçük, tropik arınanlara dönüştüren iri çiçekli duvar kağıtlarını, sarmaşıkiarın aralarındaki tik ağacından yapılmış, gösterişli pirinç destekierin arasına yerleştirilmiş ince kitap raflarını, rafların altına monte edilmiş, pırıltılı gök cisimlerini andıran görünmez lambalada aydınlatılmış, bej ve beyaz çizgili köşe kanepesini ilk kez görmüştük Annemin bakışlarında birkaç saniye süren çocuksu hayranlığın ardından beliren biraz umursamaz uzaklığın yavaşça doğal bir ürkekliğe dönüştüğünü görebiliyordum. Ardından gerçekçi sözler döküldü dudaklarından: “Hayır, buna bizim paramız yetmez. Biz böylesini yapamayız.


” Ya da: “Bu bize göre değil” türünden sözler. 8 O sıralar “bize göre” yani annerne ve bana göre olmayan çok fazla şey vardı, çünkü annem, ben okuldan tıngır mıngır döndüğümde evde olabilmek için Vaterland’da bir ayakkabı dükkanında yalnızca yarım gün çalışıyordu ve bu yüzden her ilkbahar geldiğinde söylediği gibi ağlam tatile göndermeye gücü yetmiyordu; sanki ben bir yere gönderilmek istiyormuşuru gibi, ben yazın da evde, annemle birlikte olmak istiyor.: dum; bizim blokta oturanların çoğu yazları evde olurdu; ama sanki evde değilmiş gibi davranmak ya da en azından tatile çıkmak istemiyormuş gibi yapmak önemliydi. “Çok masraflı değil mi?” diye sordu annem. Bu sözcüğü yalnızca başkalarıyla birlikte olduğumuzcia kullanırdı, ikimiz baş başayken pahalı deriz ve gerçekten de öyle olduğunu düşünürüz. “Hiç de değil” dedi Bayan Syversen. Yalnızca Norveç kadın dergileri okuyan annemin tersine İsveç kadın dergileri okuyan Bayan Syversen, tropik yağmur ormanındaki kitap raflarının birinden bir yığın kadın dergisi çıkardı, Malmö’nün sayfaları arasında bir makale ararken bir yandan da mutfakta oturan Bay Syversen’e seslenip gelmesini, faturayı bulup Gerd’e göstermesini istedi. Kocaman adamın, tamam diye mırıldanarak sallana sallana gelişine, büyük bir iyi niyetle tik ağacı kitaplığa yürüyüşüne, içinde kartpostallardan başka pek bir şeye yer yokmuş gibi görünen küçük bir rafı çekişine bakarken, ağır işlerde çalışan yetişkin erkeklerin ilginç kokusunun burnumdan içeri dolduğunu hissettim ve bu devasa insanla merdivenlerde ya da atölyede karşılaştığım her seferinde olduğu gibi, Bay Syversen iyi kalpli, tehlikesiz biri olmasına ve her zaman beni ilgilendirmeyen konularda söyleyecek bir çift tatlı söz bulmasına karşın, babasızlık yine de o kadar kötü bir şey değil, diye düşündüm. Başka bir deyişle mutfakta oturmuş, iri, sessiz hareketlerle yemeklerini çiğnerken içeriye, bize kaçamak ba9 kışlar fırlatan üç kızın böyle iyi yetiştirilmesinin sorumlusu karısıydı. Annemin her zamanki sözcüklerle bu faturaları geçiştirememesi ilginçti; duvar kağıdı gerçekten de pek “masraflı” sayılmazdı, ayrıca satın alındığı yer de İsveç değil, .Arvoll merkezinde, bankanın yanındaki “Agda Manufaktar og Myklebust” adındaki yapı marketti; biz de yemek alışverişlerimizi o bölgeden yapardık; şayet bir nedenle Traver Sokağı’ndaki Lien’e ya da Refstad Bulvarı’ndaki Omar Hansen’e gitmediysek. Bir keresinde annem oradan bir buzluk kiralamıştı; ama artık çok pahalıya gelmeye başladığından ya da onu niye kullanacağımızı bilemediğimizden geri vermiştik geçen yıl. Berlin Duvarı’nm, Başkan Kennedy’nin ve her şeyden önce Yuri Gagarin’in, kesin bir ölümden kurtulup sağ salim evine dönerek bütün dünyayı şaşırtan Rus’un yılıydı o yıl. Ayrıca bir de “Mark II” tipi Jaguarların 49 bin 300 kron ettiği zamandı. Bu bilgiyi yalnızca ilginçlik olsun diye yazmıyorum; arabayı ve fiyatını Bjerke Hipodromu’nda bir sergide gördüğümden beri asla unutmamıştım, belki de bunun nedeni USBL bloklarındaki* dairemizin ipoteğinin üç bin iki yüz kron olduğunu bilmem ve bunun anlamının Jaguar’ın on altı daire, başka bir deyişle bütün bir apartman değerinde olduğunu düşünmemdi.

Örneğin, tıpkı üç nurnarada yaşayanlar gibi her yaştan yetmiş altı insanla bir arabayı aynı hizaya yerleştiren bir sistem olduğunu bilmek, insanı çocukluğunda tren çarpmışa döndüren ve bir daha da asla akıldan çıkarılmayacak türden bir düşünce; bütün o kokuları, her aileyi ötekilerden ayıran özel kokuyu, bütün o yüzleri ve sitenin akortsuz korosunu oluşturan bütün o sesleri bir düşünün; onların bedenlerini, giysilerini, sıvalı kollarıyla yemek yerken, gülerken, kavga ederken, ağlarken, suskun otururken, ağızlarının iki yanında lokmalarını yirmi üçer kere çiğnerken yaptıkları bütün hareketleri göz- * “Oslo Bölgesi Konut Siteleri” 10 lerinizin önüne getirin. Bir Jaguar’m bütün bunlara karşılık neyi var? Torpido gözünde bir tabanca? En azından. O arabayı çok düşünmüştüm, belki de çok fazla; cam göbeği rengiydi. “Ama bir de tutkal parası var” diye ekledi, Bayan Syversen; birdenbire her şeyin gereğinden fazla pürüzsüz gittiğinin farkına varmış gibi. “Hayır, yok” diye araya girdi Bay Syversen. Adının “Frank” olduğu ortaya çıkacaktı bu konuşmayla. “Ne dedin Frank?” Bayan Syversen’in sesinde bir keskinlik vardı. Kocasının elinden aldığı faturaları kömür karası, altıgen gözlüklerinin arkasından eleştirel bakışlada incelemeye başladı. Aslında kitaplara ayrılması gereken rafları işgal eden bir sürü açık mavi porselen biblocukların, oval, teneke kül tablalarının arasından faturaları bulmak hiç de kolay bir iş değildi. Bu ailenin hiç kitabı yok muydu acaba? Ama Frank umursamaz bir tavırla omuz silkti, annerne gülümsedi, kurşun gibi ağır elini kırpık saçlı başımın üzerine koydu. “Demek öyle Finn, evde patron sensin.” Bunu söylemesinin nedeni herhalde yüzüıncieki ve saçlanındaki yeşil boyalardı; yaşamımızı sürdürebilmek için işlere erkekçe katkıda bulunuyormuş gibi görünüyordum. “Evet, öyle becerikli ki” dedi annem, sesi hafifçe çatıayarak “Onsuz hayatta altından kalkamazdım.” Bu benim çok hoşuma giden bir cümle, çünkü o sıralar çatı katında kırlangıç yuvaları, balkoniarında oturmuş kahvelerini içen ya da kafalarını arabalarının kaportasına daldırmış komşularıyla betonarme bir sitede oturmamıza karşın annem en ufak bir şeyden çileden çıkabiliyordu; ben yaşıtlarımın çoğundan daha iyi okuyup yazıyordum, on beş günde bir maaş geliyordu, evet, aslında burada hiçbir olay olmuyordu; ama yine de sanki kıl payı kurtulduğumuz tehlikelerle çevriliymiş gibiydik; en azından şimdilik, diyelim annem gibi; çünkü gerçekleşmeyen bir olaydan hiçbir şey öğrenilmez. ll “Biliyorsun eski gücüm yok artık” diye mırıldanırdı annem, herhangi bir durumla karşılaştığında.

Böyle zamanlarda boşanmasından söz ediyor olurdu; oysa ne ben ona sorardım, ne de o bir açıklama yapardı. Bir çığ gibi üzerine çöken bu boşanma aslında bitmez tükenmez bir sefilliğin içindeki küçük olaylar dizisinin yalnızca giriş bölümüydü. Çünkü dönem Juri Gagarin dönemiydi belki ama boşanma değil, evlenme zamanıydı; üstelik boşanalı daha bir yıl olmuşken babam bir iş kazası sonucu aramızdan ayrılınıştı annemin deyişiyle. Aker Tersanesi’nde bir vinç kazasında ölmüştü. Ne babamı, ne boşanmayı ne de kazayı hatırlıyorum; ama annem ikimiz için de hatırlıyor, gerçi babamın görünüşü, nelerden hoşlandığı, nelerden hoşlanmadığı, varsa boş zamanlarını nasıl geçirdiği, nereden geldiği, bir zamanlar benim doğruarnı beklerken geçirmiş olmaları gereken güzel günlerde neler konuştukları konusunda asla somut bir şey söylememişti; onun fotoğraflarını bile göstermiyor kimselere, kısacası ardımızda bıraktığımız bir dönem bu. Henüz etkisi geçmeyen bu iki felaketi bir üçüncüsü izlemişti, bu da dul aylığıyla ilgiliydi; babam vinçten düşmeden önce bir kere daha evlenmeyi ve bir çocuk sahibi daha olmayı başarmış üstelik. Bizim adını bile bilmediğimiz bir kız. Bu yüzden şimdi dışarıda bir yerlerde bir dul vardı, annemle benim almamız gereken paraları o alıyor, piyango biletlerine, taksilere, berberlere harcıyordu. “Anlamıyorum, nereye gitmiş olabilirler” dedi Bayan Syversen pes etmiş bir tavırla, tutkah eksik duvar kağıdı faturalarını havada saliayarak Ama şimdi en azından annem bu konuyu kapatabiiirdi artık. “Neyse, şimdilik biz de düşünelim biraz.” Ağızları açık, dudaklarının üzerindeki süt bıyıklarıyla sessizce bize bakan kızlara son bir kez gülümsedi. “Öneri için teşekkürler, duvarlar gerçekten harika görünüyor.” 12 2 Hemen ertesi gün duvar kağıtlarına bakmak için Arvoll merkezindeydik. Bu aslında oldukça şaşırtıcı bir durumdu, çünkü annem yalnızca tehlikelerle çevrili olduğunu düşünmekle kalmaz, karar vermeden önce de uzun uzun kafa yorar; daha yeni bir yığın para döktüğümüz yeşil boya örneğin, hiç de düşünülmeden alınmış bir şey değildi; geçen Noel’de birinci katta oturan yaşlıca çifte kahve içip pasta yemeğe çağırıldığımızda oradaki bütün duvarların bizimkilerden başka renkte olduğunu gördüğümüz ve ardından duvarları fırçayla onların boyadığını öğrendiğimiz günden beri ince ince düşünülüp karar verilmişti. Bir başka sefer annem Essi adında bir arkadaşımdan beni almaya geldiğinde içeri girmiş, arkadaşıının babasının en kü-: çük odaya açılan kapının yerini değiştirip antreye taşıdığını, böylece Essi’nin on altı yaşındaki ablasına antreden kendi girişi olan bir oda yaptığını görmüştü.

Şimdi bütün bu gözlemlerin üzerine, alışveriş merkezinde girdiğimiz dükkanın gelecek, olasılıklar ve hoşnutluk fışkıran ortamıyla boyaların arasındayken hissedilen temizlik ve iyimserlik havasına çalışanların bir taşı bile etkileyecek mavi işçi tulumları da eklenince sanki bütün her şey yerine oturmuş, bizi büyük sonuca ulaştırmıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir