Sabahattin Ali – Değirmen, Dağlar ve Rüzgar

H iç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım ?… Görülecek şeydir o … Yam ulm uş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde sim siyah bir çatı… Sonra bir sürü çarklar, kocam an taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar… Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. K arşıd a beyaz torbalara doldurulmuş unlar… Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su dam laları insanın yüzüne yayılır… Y a o seslere ne dersin adaşım, her köşeden 11 ayrı ayrı m akam larda çıkıp da kulağa hep birlikte kocam an bir dalga halinde dolan seslere?… Y u k a ­ rıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşların kâh yükselen, kâh alçalan ağlam aklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışm a karışır… Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar, gıcırdar… Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım , am a bir daha görm ek istemem. Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin m i?… Ç oook desene! Sevgilin güzel miydi bari ? Belki de seni seviyordu… Ve onu herhalde çok kucakladın… Geceleri buluşur ve öperdin değil m i? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa… Yahut sevgilin seni sevm iyordu… O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın m ı?… Ona sararm ış yüziiıüi göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acmdırıcı m ektuplar yazdın değil m i?… Fakat herhalde ikinci bir aşka atlam ak senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvelâ kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraet kararı alm aktır. Vicdan azabı dedikleri şey ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için k âfi mazeretler tedarik etmiştir. H a, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin, ve bu böyle gidiyor. 12 Peki am a, bu sevm ek m idir be adaşım, bir kadim öpmek, onu istemek sevmek m id ir?… Çırılçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor m usun?… B ir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplam ak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor m u? B ir şehrin adam larını öldürm ek cesareti sende var m i? B ir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir m isin? A şk sana bunları yaptırabilir m i? işte o zaman sana seviyorsun derim … Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? K albini mi ? Pekâlâ, İkincisine ? Gene mi o ? Üçüncü ve dördüncüye de mi o ? … A tm a be adaşım , kaç tane kalbin var senin?… Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filan a veya falana veriyorsun… Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun… Siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka A llah tanım ayan biz Çingeneler. Dinle adaşım, sana bir Çingenenin aşkını anlatayım … B ir gün — karların erimeğe başladığı mevsiml i deydi— bütün çergi, — otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek— Edrem it tarafına doğnı göçüyorduk. Can sıkan ve bize hiç uym ayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeğe başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olm ayan küçük çocuklar hiç durm adan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı. D elikanlılar kem an ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı. B en de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.


İkindiye doğru siyah zeytin ııftııçlurmın arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözilmc ilişti. K i i i i i n i küçük bir değirmendi. Suyu bol bil çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten 1111111 a dııı ve lıış bir ıııecıaya giriyor, oradan da döıl İane tabla ulağa taksim oluyordu. Ilıllvnı çıiimılaı çukura gömülen eski değirmenin siyah k11en11111 çalısını örtüyorlar, ve ön tahılındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı. Ağaçlanıl hışırtısını bastıran bir gürültüyle ıleğlıinenin alımdan fıkırdayıp çıkan köpüklü sulaı İki sini lıı/e kavağın ortasından geçip ilerideki ««•/lıkla kayboluyordu. Umuda vergilemek hiç de fena değildi. Y ü klü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı öterle beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu. 14 D ah a çadırları kurm adan A tm aca klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocam an kapıya yanaştı, çalm ağa başladı. içeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalım karıştırarak lâkayt gözlerle bakıyordu. Bilir misin adaşım , bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığım ızı söyleyerek bizden şikâyet ettikleri halde bizi gene severler. A ralarında bir kileye yakın buğday toplayarak A tm aca’ya verdiler. V e değirmenci buna iki çöm lek de yoğurt ilâve etti. Biz bu güzel kabulden cesaret alarak biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadirlanm ızı kurduk.

İşler iyi gidiyordu. K adınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satm akta güçlük çekm iyorlardı. Çalgıcılarım ız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğüne çağirılıyorlardı. A tm aca tabiî en baştaydı… Sen bu A tm aca gibisine daha rastlamamışsındır. Bir kere heybetli delikanlıydı: yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri… Sonra burnu… Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu. Bunun için biz ona A tm aca derdik… 15 Başı geniş omuzlarının üstünde bir A rap atındaki gibi dik dururdu ve bir A rap atı ondan daha çevik değildi… Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı söylenirdi. Başka Çingeneler gibi çalmazdı o, adaşım : bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş, bitirmişti; sonra içliydi… Sanırdın ki klârneti çalarken havayı ciğerlerinden değil doğrudan doğruya yüreğinden veriyor. Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik. Hiç bir sevgilisi yoktu. N e geçtiğimiz T ürkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi… Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerle — oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi— bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında, — bir ateşe rasgelmiş gibi derhal kuruyan— birkaç ufak damlacığın yuvarlanm ak istediğini görmüştük. Ç ok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerdcn bize bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu dünyaya bağlayan şey neydi? Hiç birimiz bilmezdik. A caba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu ?… A rasıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.

K asabadaki efendiler ona akran muamelesi 16 ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı. Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlam adığım ız için değirmenci de memnundu. K ızıyle beraber büyük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu. Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi. Y u varlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı. A m a yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokm uş gibi, dümdüz bir bakışı, ve dudaklarının kenarından dökülüyorm uş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı. Bu kızcağız sakattı adaşım , küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı. Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu. Ve bu onu insanlardan ayırıyordu. Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olm azsa bu ne dem ektir? Derenin üstbaşında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışam ıyordu. Vücudunu ve ondaki ayibı her zaman örtmeğe m ecburdu… Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalm ak, ne de parm aklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynam ak elinden gelirdi… 17 Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırm anan, birbiriyle alt alta üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtm aca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle bakmıştı. Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapm ak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiç bir şey istemiyordu.

Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen ta\uklara, yahut ko ­ cam an çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yum uk gözlerle bir bakışı vardı ki, adam ı ağlam aklı ederdi. Geceleri babasıyle beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı… Sözü kısa keselim adaşım, bizim m ağrur ve insafsız Atm acam ız değirmencinin bu sakat kızma vuruldu. Tavuslara, sülünlere bakm ağa tenezzül etmeyen yabanî kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikârı oldu. Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım zaman alev saçağa sarm ıştı… Y o k sa çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim … A tm aca hiç kimseyle konuşm uyor, düğünlere gilm iyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. A m a geceleri çınarın altında adam akıllı coşar, gözlerini kıza diker, ü fler, ü flerd i… 18 Ve biz titrediğimizi, bağırm ak, konuşm ak, yahut yerlere atılıp ağlam ak istediğimizi hissederdik… Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların, yahut batm akta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı. Atm acanın kanatlan düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu. Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını, parçalam ak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce bu işin böyle gitmeyeceğini anladım … B ir gece onu çağırdım , derenin altbaşına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. Ç akıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka hiç bir şey duyulmuyordu. A tm aca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu. Elim i omuzuna koydum , gözlerini bana kaldırdı. «Seviyorsun!…» dedim. «Ö yle…» dedi. «N e yapacaksın ?…» B u sualin cevabım bulm ak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi; uzun uzun baktı, birdenbire: «Sen bizim çeribaşımızsın -d ed i-, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın, dirayetin bütün Çingenelerden üstündür.

Sana açılm alıyım … -G özlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı-: Onu seviyorum, ne yapacağım ı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağım bilirsin…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir