Sabahattin Ali – Kamyon

Edebiyatın farklı pek çok türünde eser verse de öykücü olarak anılan Sabahattin Ali’nin beş öykü kitabı vardır: Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ve Sırça Köşk. Sabahattin Ali öykülerinde, zorluklarla mücadele eden küçük insanın günlük dertlerini anlatır. Öykülerinin konularını da yaşamdan seçer: aşk, düşkün kadınlar, hapishane ve mahkûmlar, hastane ve doktorlar, işçiler, memurlar, aydınlar. İlk öykülerinde küçük insanın başından geçenleri anlatırken, zamanla bozuk düzenin eleştirisi ve bu düzenin değiştirilmesi gerekliliği de öykülerin bir parçası haline gelir. Kendisinden önce Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Kenan Hulusi Koray, Sadri Ertem gibi yazarlar Anadolu’yu anlatmışlarsa da; Sabahattin Ali, gerçeği kavrama ve ifade etmede kendisinden önceki yazarların yapamadığını yapmış, gerçeği olduğu gibi, yorumlamadan, duygularını katmadan ele almış, olguları olay düzeniyle –olay ölçüsünde– anlatmıştır. Böylece, öğreten, belleten, düzelten ya da acıyan, şefkat gösteren, taraf tutan yazarlardan olmamıştır. Nâzım Hikmet’in şu tespiti bu nedenle son derece doğrudur: “Evet, Türkiye orta sınıflarının, köylüsünün, fukarasının hayatını bizde anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildir. Fakat bunu büyük bir ustalıkla ve inkılâpçı, halkçı, gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız odur.” 1 Benimsediği dünya görüşü doğrultusunda “halkçı sanat” anlayışını savunan Sabahattin Ali, öykülerinde romantik konular işlese bile, duygularını gizlemiş, nesnel sayılabilecek yalın ve açık bir anlatımı benimsemiştir. Halk için yazmakla popülist olmak arasında ince ayrımı her zaman gözetmiş, kendi deyişiyle “samimi bir realizm”le Türk edebiyatının en beğenilen öykülerini kaleme almıştır. Sabahattin Ali’nin öykülerinde “olay” önemli bir yer tutar ve öykülerin yapısı klasik olay düzenine dayanır: giriş-gelişme-düğüm-çözüm. Varlık dergisinde kendisiyle yapılan bir söyleşide öykü anlayışı ve öykülerinin yapısı hakkında kısa bir açıklama yapmıştır: “Hikâye yazmak hayli güç bir iştir. Güçlüğü nisbetinde nankördür. Şiir insanda yarattığı lirik heyecanının derecesi kadar uzun ömürlü olur, fakat epik eserin hayatı yarattığı insanların hakiki bilgisine, canlılığına tâbidir. Hikâyede ise insan yaratmak pek zor, bazan imkânsızdır.


Hikâyenin merkez sıkleti vaka, (anekdot) olduğuna, ve vakalar pek çabuk aktüel olmaktan çıkacağına göre, hikâyelerin uzun ömürlüleri parmakla gösterilecek kadar azdır. Garba baksanız, orada bile bugün ayakta durabilenler Boccacio, Poe biraz da Çekof’dur…” 2 Maupassant tarzı öykücülüğü benimseyen Sabahattin Ali öyküleriyle bu anlayışı geliştirir. Bu türde yazan öykücülerden farklı olarak, kahramanları sınıfsal ilişkileri içinde, yaşayan “gerçek” kişilerdir. Bir tezi savunmak için değil, bir olayı yaşatmak ve yaşatırken okurda kalıcı değişiklikler yaratmak arzusuyla yazdığı öykülerde merak unsuru hep üst düzeydedir, merak yavaş yavaş başlar ve sona doğru artar. Bütün bu özellikleriyle Sabahattin Ali, Türk öykücülüğünde Orhan Kemal, Kemal Tahir, Samim Kocagöz, Yaşar Kemal’le sürecek yeni bir çığırın öncüsü olmuştur. Sabahattin Ali’nin açtığı bu çığır, “toplumcu gerçekçilik”, “eleştirel gerçekçilik”, “romantik ve psikolojik gerçekçilik”in iç içe geçtiği, insanı anlama ve kavramada natüralizme yaklaşan özellikler taşımaktadır. Kahramanların doğayla ilişkisi, kendilerini doğanın bir parçası saymaları ve doğadan uzaklaştıkça mutsuz olmaları (“Ses”te kahraman doğadan aldığı güç ve yalınlıkla türküsünü söyleyebilmekte, doğadan kopunca bu yeteneğini kaybetmektedir, “Bir Orman Hikâyesi”nde orman köylülerin koruyucusudur, orman yok olunca onların hayatı da yok olacaktır) natüralizmin habercisi sayılabilecek bir doğacılık, doğallık belirtisidir. İlk öyküsünden son öyküsüne kadar karakteristik çizgiler taşıyan, olay eksenli bir yapı kuran Sabahattin Ali’nin öykü kitaplarına tek tek bakıldığında yapısı değişmese de öykülerinin konu ve anlatım olanakları açısından zamanla geliştiği görülecektir: Değirmen 1926-29 yılları arasında yazılmış öykülerden oluşan kitabın ilk bölümünde (Değirmen, Kurtarılamayan Şaheser, Viyolonsel, Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi vb.) Sabahattin Ali’nin olağanüstü ve düşsel bazı motifleri ve olayları ele aldığı görülmektedir. Bu öykülerin dili dönemine göre sade olsa da anlatım şairanedir. Betimlemelere ve benzetmelere fazlaca yer verilmiştir. İkinci bölümdeki öyküler (Bir Delikanlı Hikâyesi, Bir Orman Hikâyesi, Kazlar, Bir Firar, Kanal vb.) yeni bir anlatıma yönelişin habercisidir. Bazılarında romantik öğeler bulunsa da bunlar Sabahattin Ali öykücülüğünün karakteristik özelliği “gerçekçiliği”yle yoğrulmuş, çarpıcı öykülerdir. Kağnı Biri dışında hepsi 1935-36 arasında yazılan öykülerin çoğu köy ve hapishane yaşantılarını anlatmaktadır.

İlk kitaptaki acemiliklerden, şairane söyleyişten ve süslü anlatımdan uzaklaşan Sabahattin Ali, özellikle “Kağnı”, “Apartman”, “Düşman” öykülerinde sınıf kavramına, ekonominin insan hayatındaki belirleyici özelliğine göndermeler yapar. Hayatın içinden gözlem yoluyla devşirilen olaylar, sorgulayan ve eleştiren birer öyküye dönüşür. Ses 1936-37 yıllarında yazılan, pek çoğu, işçi ve köylülerin yaşamlarıyla ilgili öykülerdir. “Ses”, “Köpek”, “Sıcak Su” gibi öykülerde Sabahattin Ali’nin yurt sevgisini açıkça görmek mümkündür. Anadolu köylüsünü yabancı bir seyyah gözüyle kaleme alan yazarları konuşmalarında sıkça eleştiren Sabahattin Ali, “Ses”te Anadolu’nun çileli, çaresiz ve kimsesiz insanlarını çok içten ve yalın biçimde dile getirmektedir. Yeni Dünya 1936-42 yıllarında dergilerde yayımlanan öykülerden oluşan kitap Sabahattin Ali’nin ustalık ürünüdür. Öykücülüğünün temeli olan klasik olay yapısı değişmez; ama dil çok daha yalın ve pürüzsüzdür. Dış dünyaya ait gözlemler, kahramanların iç dünyasıyla çok başarılı bir şekilde buluşturulur ve ortaya derinlikli öyküler çıkar. “Asfalt Yol”, “Bir Konferans” öykülerinde eleştirilerine mizahi bir üslup sinmiştir. Sırça Köşk 1944-47 yılları arasında yazılan öykülerden oluşan kitap Sabahattin Ali’nin son öykü kitabıdır. Bu öykülerinde Sabahattin Ali artık “kent”e bakmakta, halkı sömüren tüccarları, doktorları ve sözde aydınları eleştirmektedir. “Böbrek”, “Cankurtaran”, “Dekolman” hastane öyküleridir ve bu öyküler konu bakımından Türk edebiyatında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Kitabın sonundaki dört masaldan “Bir Aşk Masalı” aşk öyküsüdür, diğer üçü “Sırça Köşk”, “Devlerin Ölümü” ve “Koyun Masalı” alegorik anlatımlı eleştirel öykülerdir. Özellikle “Sırça Köşk”te Sabahattin Ali içinde yaşadığı çağı, iktidarı ve giderek tehlikeli bir hal alan faşizmi çok sert eleştirir. Siyasi olarak daha sert bir söylemin habercisi olan bu masallar, etkisini kısa sürede gösterir, 1947’de yayımlanan Sırça Köşk Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır.

Sabahattin Ali’nin gerçeği ve acıyı katıksız bir yalınlıkla anlatan öyküleri, modern tragedya olarak değerlendirilebilecek ölçüde etkileyicidir. Sevengül Sönmez 1 Nâzım Hikmet, “Sabahattin Ali Üstüne”, Yarına Doğru, (14), Aralık 1975. 2 Umran Nazif, “Sabahattin Ali İle Bir Konuşma”, Varlık, ( 108), 1 Ocak 1938 Değirmen Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?. 3Görülecek şeydir o… Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı… Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar… Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar… Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır… Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşların kâh yükselen, kâh alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır… Ve mütemadiyen 4 dönen tahtadan çarklar gıcırdar, gıcırdar… Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek istemem. * * * Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?. Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu… Ve onu herhalde çok kucakladın… Geceleri buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa… Yahut sevgilin seni sevmiyordu… O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı?. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?. Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz 5 nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi 6 mazeretler tedarik etmiştir. 7 Ha, sonra bir üçüncü, bir döndüncüyü sevdin ve bu böyle gidiyor.

Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?. Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?. Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu? Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misin? Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim… Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?. Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun… Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun… Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene’ler. Dinle adaşım, sana bir Çingene’nin aşkını anlatayım… * * * Bir gün –karların erimeye başladığı mevsimdeydi– bütün çergi 8 , –otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek– Edremit tarafına doğru göçüyorduk. Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı. Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı. Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum. İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya 9 giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu. 10 İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı.

Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. Burada çergilemek 11 hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden, değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu. Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya başladı. İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt 12 gözlerle bakıyordu. Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikâyet ettikleri halde bizi gene severler. Aralarında bir kileye 13 yakın buğday toplayarak Atmaca’ya verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek de yoğurt ilave etti. Biz bu güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk. * * * İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğüne çağırılıyorlardı. Atmaca tabii en baştaydı… Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır.

Bir kere heybetli delikanlıydı: Yağız 14 derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri… Sonra burnu… Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu… Bunun için biz ona Atmaca derdik… Başı, geniş omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik dururdu ve bir arapatı ondan daha çevik değildi… Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı söylenirdi. Başka Çingene’ler gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş, bitirmişti; sonra içliydi… Sanırdın ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden değil, doğrudan doğruya yüreğinden veriyor. Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik. Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi… Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerde –oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi– bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında –bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan– birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük. Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu dünyaya bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?. Ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi. Kasabadaki efendiler ona akran 15 muamelesi ederlerdi 16 , fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular 17 , düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir