Samuel Beckett – Asksiz Iliskiler

Sabahtı, aydaki kantolardan ilkinde takılıp kalmıştı Belacqua. Kafası feci karışmıştı, hiçbir şey anlayamıyordu. Neşe saçan Beat-rice oradaydı, Dante de; Beatrice ona ayın üzerinde görülen karaltıları açıkladı bir bir. Öncelikle nerede yanılgıya düştüğünü gösterdi, sonra kendi açıklamalarını aktardı. Tüm bunlar Beatrice’e, Tann’nın öğrettikleriydi, bu nedenle Belacqua doğruluklarına güvenebilirdi. Tüm yapması gereken onu adım adım izlemekti. Savların çürütüldüğü birinci bölüm kolayca anlaşılıyordu. Beatrice düşüncelerini, konudan uzaklaşmadan, zaman yitirmeden, tam olması gerektiği gibi açıkça ortaya koydu. Ama kanıtlamanın yer aldığı ikinci bölüm, öylesine karmaşıktı ki Belacqua’nın kafası hiçbir şey almadı. Yanlışların ortaya konması, eleştirilmesi açık seçikti. Ama gerçek olguların kısa bir değerlendirilmesi niteliğindeki kanıt bölümü Belacqua’yı duraksatmıştı. Bir an önce Picarda’ya gitmek istediği için de canı oldukça sıkılmıştı. Hâlâ içinden çıkamadığı dizeleri düşünüyor, yenik düşmek ağrına gidiyordu, en azından sözcüklerin anlamlarını, bir yapı içinde dizilişlerini ve yanlış bilgilendirilmiş ozana verdikleri hoşnutluğu kavramak istiyordu, böyle-, ce bir sonuca ulaştığında, rahatlamış olarak kutlamaları kabul etmek ve eski düşüncelerini yadsıdığını kesin bir dille’ açıklamak için kaldırabilirdi başını kitaptan. Beyni hâlâ bu karanlık bölümle uğraşadursun saatin on ikiyi vurduğunu duydu. Anında koptu önündeki işten.


Kitabı p^makla-rıyla tartarak kaldırdı, geriye doğru avucuna tam oturacak biçimde yerleştirdi. İlahi Komedya, kapağı yukarıda, avuçlarının içinde duruyordu. Kitabı böylece tutarak burnunun tam altına götürdü ve çarparak kapattı. Bir süre daha havrada tuttu, öfkeli gözlerle süzdü, ellerinin etli kısımlarıyla karton kapağını içeriye doğru bastırıyordu. Sonra bir kenara bıraktı. Usu durulsun ve bu aşağılık karışıklık dinsin diye iskemleye sırtını yasladı. Usu yerine gelene kadar yapacak bir şey yoktu, yavaş yavaş geliyordu o da. Daha sonra yapacaklarını düşünmeliydi artık. Her zaman yapmak zorunda olduğu bir şeyler çıkıyordu insanın karşısına. Üç önemli iş vardı yapılması gereken. İlkin öğle yemeği, sonra ıstakoz ve daha sonra da ftalyanca dersi. İşte bunlarla uğraşacaktı. dalyanca dersi sonrasında yapacakları için, şu an kararsızdı. Kuşkusuz okulda birileri ikindi ve akşam için can sıkıcı dersler koymuştu, ama bu konuda bilgisi yoktu. Önemli de değildi.

Önemli olan: Bir öğle yemeği, iki ıstakoz, üç dalyanca dersiydi. Yeterince iş vardı önünde. Yemeği ele alacak olursak pek hoş bir uğraştı bu. Eğer bir yemek istiyorsa, gerçekten de lezzetli bir yemek hazırlaması olasıydı; bunun için saltık bir sessizliğe gereksinmesi vardı. Ama eğer rahatsız edilirse; yerinde duramayan bir geveze, kafasına doğmuş’ büyük düşünceleri paylaşmak ya da başka isteklerle çat kapı evine damlarsa, dünyada geçmezdi lokmalar boğazından, yemek damağında zehir tadı bırakır, daha da kötüsü tat duygusunu yitirirdi. Hepten yalnız kalmalı, yemeğini hazırlarken tam bir dinginlik ve sessizlik içinde olmalıydı. İ lk yapılacak şey kapıyı kilitlemekti. Artık kimse yanına gelemezdi. Eski bir Herald açıp masanın üzerine serdi. Katil McCa-be’in biçimli. yüzü kendisine bakıyordu. Sonra havagazını yaktı, dörtgen biçimindeki, ekmek kızartm^to kullandığı düz, asbest ızgarayı duvardaki çividen aldı ve alevin üzerine düzgünce koydu. Alevi kısmak gerekiyor, diye düşündü. Ekmekler kesinlikle çarçabuk kızartılmamalıydı. Gerektiği gibi kızartılmak isteniyorsa, uzun süre hafif ateşte tutulmalıydı.

Yoksa, yalnızca dışı kömüre çeviri-lir, içi başlangıç^ki gibi yumuşacık hamur kıvamında kalırdı. Her şeyden çok tiksindiği bir şey varsa, o da dişlerinin hamursu bir yumuşaklıkla Jc.arşılaşmasıydı. Oysa işi gerektiği biçimde yapması öylesine kolaydı ki. Havagazını açmış, ^^ırtıcıyı yerine koymuştu. Birazdan ekmekler kesildiğinde her şey hazır olacaktı demek ki. Şimdi uzun ekmek bisküvi kutusundan ç^mış, bir ucu McCa-be’ in suratında düzgünce kesilmişti. Ekmek bıçağıyla vurulan iki canlı darbe, yemeğinin ana malzemesini oluşturan, henüz kızartılmamış, yuvarlak bir çift ekmek dilimini, ağzını tatland^ak üzere önüne sundu. Kalan ekmek kutuya kapatıldı, kırıntılar da, hiç var olmamışçasına hararetle süpürüldü, ekmekler hırsla yakalanıp ızgaraya götürüldü. Tüm hazırlık çok seri ve alışılagelmiş biçimde tamamlandı. İşte şimdi gerçek bir yeteneğe gereksinim duyulacaktı, bu noktada sıradan bir kişi her şeyi yüzüne gözüne bulaştırırdı. Yanağını ekmeğin yumuşaklığına dayadı, süngersi, sıcak ve tazeydi. Ama bu kadifemsi dokunuş ve dolgun beyazlık kısa bir süre içinde yok olacaktı. Tedbiri elden bırakmayıp alevi biraz daha kıstı ve yumuşak bir dilimi yanan ızgaranın üzerine düzgünce yerleştirdi, öylesine düzgün bir desendi ki oluşan, Japon bayrağını anımsatıyordu insana. Sonra yan yana düzgün bir biçimde durmaları için yer kalmadığından ikinciyi üste koydu -iyi dilimlemesi gerekiyordu onları, yoksa hiç uğraşmasa da olurdu- evet alttaki dilim kız^maya başlamıştı.

İlk adayın işi bittiğinde, yani her tarafı karardığında üsttekiy-le yer değiştirdi, öyle ki kapkara ve dumanları tüterek işi görülmüş bir biçimde artık üstte durma sırası kendisinde, ötekinin de aynı işlemden geçmesini bekleyecekti. Tarlasını ekip biçen birine işi kolay gelir, annesinden öğrenmiştir bunu. Ay yüzeyindeki karaltılar, ellerinde diken demeti, her şeyini yitirmiş, yeryüzünde lanetlenmiş kaçak ve serseri Kabil’dir. Aydır bu düşkün çehre, Tanrı’nın ilk kez merhamete gelerek dağlayıp yaktığı bu toplumdışı varlık kolay kolay ölemeyecektir. Tüm bunlar tarım işçisinin kafasında bulanıktır ama ne önemi var ki. Annesi de hoşnuttur durumdan, kendisi de. Belacqua alevin önünde diz çökmüş, ızgarayı inceliyor, kızartmanın tüm evrelerini denetliyordu. Zaman alıyordu bu, ama bir iş yapmaya değerse, h^fo verilerek yapılmalıydı; doğru bir söz. İşin bitmesinden çok önce oda dumanla ve pis bir yanık kokusuyla dolmuştu. Havagazı musluğunu kapadı, insan bilgi ve becerisinin yapabileceklerini göstermişti artık, kızartıcıyı çivisine astı. Büyük bir sorumsuzluk örneğiyle karşı karşıyayız. Duvar kâğıdını da epeyce karartmıştı. Katışıksız ve basit bir serserilikti bu. Ama umursamıyordu. Babasının duvarı mıydı? Aynı iç karartıcı duvar kâğıdı, orada elli yıldır duruyordu.

Geçen onca zaman iyice soldurmuştu kâğıdı. Daha kötüsü düşünülemezdi. Sonra bol bol baharat, tuz ve acı kırmızıbiber özenle sürüldü ekmeklere, gözenekler ısıdan genişlemişti. Tereyağı sürmemişti, Tanrı korusun, her dilime yalnızca bir miktar hardal sürmüş, tuz ve kırmızıbiber ekmişti. Tereyağı aptalca bir şeydi, kızarmış ekmeği yumuşatırdı. Yağlı ekmekler, kafalarında takma dişlerden başka bir şey taşımayan araşt^a görevlileri ve bağnaz dinciler içindi. Belacqua gibi güçlü kuvvetli bir gül fidanı için uygun değildi. Onca uğraş verip hazırladığı bu yemeği, esriklik ve utku duygularıyla yiyip yutacaktı. Gözlerini kapatıp ağzına atacak, köpekdişle-riyle bir hamlede un ufak ettiği yumuşacık lokmayı bir güzel mideye indirecekti. Sonra her çiğneyişte damağını yakan, gözlerini yaşartan keskin baharatın, acının verdiği perişanlık! Ama henüz her şey tamamlanmamıştı, yapılacak çok iş vardı. Ekmekleri yakmış, düzgün kızartamamıştı. Evet, bir işi becereme-mişti yüz akıyla. Kızarmış ekmekleri usulca üst üste dokundurdu, uç uca getirdi, hardalı yapıştırıcı gibi kullanıp birleştirdi her ikisini. Sonra onları eski bir kağıt parçasına sardı. Ardından yola çımaya hazırlandı.

Şimdi en önemlisi biriyle karşılaşmaktan kaçınmaktı. Bu aşamada biri onu durdurup konuşarak alıkoysa bir felaket olurdu. Tüm varlığı ileri, kendini bekleyen mutluluğa doğru atılıyordu. Şimdi birileriyle karşılaşsa yemeğini çöpe döker, doğru evine dönerdi. Bazen bedensel olmaktan çok ussal bir nitelik taşıyor gibi görünen açlığı onu öylesine bir çılgınlığa sürüklerdi ki, kendisine takılmak ve canını s^rnak cesaretini gösteren kişileri, hiçbir açıklamaya gerek duymadan bir omuz darbesiyle yolundan u^zaklaştırır, ezer geçerdi. ^klı fikri yemeğinde yola koyulmuşken karşısına çıkanın vay haline. Başı önde, bildik bir yığın Sokağa girip çıkıyor, hızla yol alıyordu, birden küçük bir mahalle bakkalına daldı. Bakkaldaki hiç kimse şaşmadı buna. Çoğu günler bu saatte, içeri böyle giriverirdi. Bir dilim peynir hazırlanmıştı. Kesilip ayrılmış, sabahtan beri yalnızca Belacqua’nın gelip almasını bekliyordu. Gorgonzola peyniri. Gorgonzola’dan gelmiş bir adam tanırdı, adı Angelo’ydu. Nice’te doğmuş, ama tüm gençliğini Gorgonzola’da geçirmişti. İyi peynirin nerede bulunduğunu bilirdi.

Peynir her gün orada, aynı köşede, Belacqua’nın uğrayıp almasını beklerdi. Dükkândakiler yardımsever, terbiyeli insanlardı. Peynir parçasını kuşkulu gözlerle süzdü. Öteki yüzü daha mı iyi diye çevirip baktı. Daha kötüydü. İyi olan tarafını üste getirmiş, bir aldatmacaya başvurmuşlardı. Suçlamayalım onları. Eliyle peyniri sildi. Üzerinde damlacıklar vardı. Bu iyiye işaretti. Eğilip kokladı. Hafif ve hoş bir küf kokusu geldi bumuna. Bunun ne yararı vardı? Hoş koku umurunda değildi, midesine düşkün biri olmadığından, keskin, kötü kokuları yeğlerdi. İstediği ekşi ekşi kokan, taze koca bir parça Gorgonzola peyniriydi ve Tanrı izin verirse birazdan alacaktı. Bakkala kötü kötü baktı.

“Bu ne?” diye sordu. ‘ Bakalın yüzü asıldı. “Evet,” diye sordu Belacqua, kızdığında gözü dünyayı görmezdi, “Elinizdekilerin en iyisi bu mu?” “Bütün Dublin ’i karış karış dolaşsanız, bundan kokmuşunu bulamazsınız,” dedi bakkal. Belacqua öfkelenmişti. Kendini bilmez, iki paralık aşağılık herifi alacaktı ayağının altına. “Hayır,” diye haykırdı, “Beni duyuyor musunuz, istemiyorum. Almayacağım!” Dişlerini gıcırdattı… Bakkal Pilatus gibi yalnızca ellerini yıkayacağına, yalv^cası-na kollarını uzattı. Belacqua somurtarak paketini açtı ve incecik peynir parçasını, soğumuş, sertleşmiş kapkara dilimlerin arasına sokuverdi. Sert adımlarla, dört dönüp durduğu dükkânın içinden kapıya yöneldi. “Beni duydunuz mu?” diye haykırdı. “Efendim,” dedi b^ıkal. Bir soru değildi bu, ne de bir kabulle-niş. Söyleyiş biçimi, adamın usundan geçirdiklerini anlamayı olanaksız kılıyordu. Pek ustaca bir yanıttı doğrusu. “Size bu olmaz diyorum,” dedi Belacqua hırsla.

“Bundan iyisini veremeyeceksenizy peynirimi başka yerde aramak zorundayım. Anlıyor musunuz beni?” dedi, paketi tutan elini kaldırarak. “Efendim,” dedi bakkal. Dükkânın eşiğine geldi, yampiri yampiri uzaklaşan kızgın müşteriyi seyretti. Belacqua topallayarak yürürdü, ayakları berbat durumdaydı, sürekli yakınırdı onlardan. Geceleri bile rahat vermezlerdi kendisine, ağrı duymadığı geceler pek seyrekti. Kramplar nasırlı ve dolamalı p^maklardan başlayıp sürerdi. Umutsuzca kalkar, ayaklarının ucunu yatağın demirlerine bastırır, eliyle de parmaklarını yukarı doğru çekiştirir dururdu. Beceri ve sabır, acıyı dağıtırdı, ama ne var ki uykusu da kaçmış olurdu artık. B^ıkal gözlerini kırpmadan ya da onları uzaklaşan adamdan ayırmadan, burnunu önlüğünün eteklerine sildi. Yufka yürekli ve insancıl biri olduğundan, hep hasta ve asık suratlı gözüken ■ bu tuhaf müşteriye sevecen duygular besliyordu. Ama aynı zamanda da küçük esnaftı, bunu unutmayalım, küçük bir esnafa özgü onur anlayışı vardı, işte böyle. Günde üç kuruşluk peynir alıyor, diye hesapladı kafasından, haftada ne ederdi ki? Hayır, hayır, böyle bir iş için dünyanın en iyi insanı bile olsa kimsenin ağız kokusunu çekemezdi. Gururu vardı onun da. Tuhaf kişiliğinin, aralarına karıştığında yorumlara ya da gülüşmelere yol açmadığı insanların uğradığı salaş birahaneye doğru, dolambaçlı yollardan düşe kalka ilerlerken, Belacqua sinirlerini yavaş yavaş yatışt^ayı başardı.

Artık yemek işine bitti gözüyle bakabilirdi, çünkü yüce düşüncelerini başkalarına tanıtlamak için yanıp tutuşan ya da olur olmaz ziyaretleriyle canını sıkan kendi sınıfının densiz insanlarından uzaktaydı kentin bu yoksul mahallesinde, şimdi ikinci ve üçüncü maddeleri, ıstakozu ve dersi daha ayrıntılı bir biçimde düşünmekte özgürdü. Üçe çeyrek kala okulda olması gerekiyordu. Üçe beş kala diyelim. İkibuçukta birahaneler kapanıyor, balıkçılar yeniden açılıyordu. Yaşlı bunak teyzesi, sabahın köründe ıstakoz siparişini vermiş olmalıydı, işgüzar oğlu kesinlikle gecikmemeli ve akşamüstü ilk bu işi yapmalıydı, birahane kapandığında yeterince vakit kalıyordu, Belacqua orada son ana kadar oyalanabilirdi. Mükemmel. Cebinde biraz parası vardı. Bununla içki alabilirdi kendine. Özellikle şişe biraları çok güzel ve kaliteliydi. Üstelik Herald almak, kendini yorgun hissederse ya da zamanı daralırsa bir trene binmek için iki üç kuruşu da kalacaktı. Tabii hep ıstakozun kendisini hazır beklediğini varsayıyordu. Bu esnafın Tanrı belasını versin, diye geçirdi’ aklından, güvenilecek insan değildi onlar. Dersine çalışmamıştı, am a pek önemi yoktu bunun. Bayan öğretmeni çok hoş, çekici biriydi. Signorina Adriana Ottolenghi! Küçük Bayan Ottolenghi’den daha bilgili, daha zeki bir kadın olab ileceğine inanmıyordu.

Kafasında öğretmeninin, tüm öteki kadınlardan daha ayrıcalıklı bir yeri vardı. Kadın bir önceki gün H Cinque Maggio’yu birlikte okuyacaklarını söylemişti. Ama, Cinque Maggio’yu bir başka derse bırakabilirdi pekâlâ. Belacqua yolda gösterişli bir İtalyanca tümce kurarak hocasına bunu önerecekti. Manzoni yaşlı bir kadındı, Napo-leon da bir başkası. Napoleone di mezza calzettafa l’ amore a Gia-cominetta. Manzoni’yi neden yaşlı bir kadın olarak düşünüyordu? Neden ona haksızlık ediyordu? Pellico bir başkasıydı. Hepsi de evde kalmış yaşlı kızlardı. Signorinasına, on dokuzuncu yüzyıl İtalya’sının Pindaros gibi gıdaklamaya çalışan yaşlı tavuklarla dolu olduğu izlenimini nasıl edinmiş olabileceğini sormalıydı. Bir başkası da Carducci’ydi. Aydaki karaltıları da sormalıydı. Signorina eğer hemen açıklayamazsa, seve seve konuyu inceler ve daha sonra gereken bilgileri verirdi kendisine. Şimdi her şey yoluna girmişti. Tabii, hesaba kitaba gelir yanı olmayan ıstakozu saymazsak. Umutsuzluğa düşmesi için bir neden yoktu.

Meyhaneye her zamanki gibi neşeyle dalarken, kafasından “Kötü şeylere de hazır olmalı insan,” diye geçirdi. Belacqua okula yaklaşırken pek keyifliydi, işler tıkırında gitmişti. Yemek tam bir başarıydı, usunda hep bir ölçüt olarak kalacaktı. Aslında bu yemekten daha iyisinin olabileceğini düşleyemiyordu bile. Böylesine yumuşak, soluk bir peynir parçası bu denli güçlü çıksın! Bundan aldığı ders, onca yıldır, peynirin gücünü doğrudan yeşilliğine bağlamakla kendi kendini aldattığı yolundaydı. Yaşıyor ve öğreniyordu. Dişleri ve çenesi, her ısırışta yenilgiye uğratılan kız^mış ekmek kırıntılarını toz ederken bayram etmişti. Cam yemek gibi bir şeydi bu. Gözüpekliğinden ağzı yanıyor ve acıyordu. B^men Oliver tezgâhın arkasından zayıf ve acıklı bir sesle, Malahide katilinin bağışlanması için ülkenin yarısınca imzalanan dilekçenin reddedildiğini, adamın Mountjoy’da şafak vakti sallandırılacağım ve onu kurt^maya kimsenin gücünün yetmeyeceğini söylediğinde, yemeği düşüncesinde daha da acılaşmıştı. Cellat Ellis yola çıkmıştı bile. Belacqua, sandviçinden ısırıp değerli içkisini kafasına dikerken hücresindeki McCabe’i düşünüyordu derin derin. Bununla birlikte ıstakoz hazırdı, adam yüzünde tatlı bir gülümsemeyle ona doğru uzattı hemen. Gerçekten de bir parça kibarlık ve iyi niyet çok şeye yetiyordu dünyamızda. Sıradan bir emekçiden duyduğumuz tatlı bir söz ve gülümseme nasıl da aydınlatıyordu dünyanın çehresini.

Öylesine kolaydı ki bu, yalnızca kasların denetimiyle ilgili bir sorundu. “Canlı,” dedi, neşeyle uzatırken ıstakozu. “Canlı mı?” dedi Belacqua. Ne demek oluyordu bu! “Canlı canlı, taptaze,” dedi adam. “Bu sabah yakalandı.” Belacqua canlı canlı, taptaze deyimlerinin bir iki saat önce tutulan balıklar için söylendiğini biliyordu, bu yüzden, ıstakozun çok kısa bir süre önce öldüğünü söylemek istediğini sandı adam ın. Signorina Adriana Ottolenghi, Belacqua’nın doğallıkla, girişin bir parçası diye düşündüğü holün karşısındaki küçük od^ta bekliyordu. Onun odasıydı bu, İtalyanca odası. Aynı tarafta ama geride Fransız lodası vardı. T^^ bilir Almanca odası neredeydi? Ama Almanca lodası kimin umurundaydı? Ceketini ve şapkasını astı, kahverengi uzun şişkin paketini girişteki masaya bıraktı ve hızla Ottolenghi’nin yanına yöneldi. Y^arım saatin sonunda, dile y^atkınhğı nedeniyle kutladı onu. “Çok çabuk ilerliyorsunuz,” dedi, yıpranmış sesiyle. Ottolenghi ’de genç, güzel, temiz ve belli bir yaşa gelmiş kadınların kişiliğinde rastlanılan özellikler, her şeyden de öte bir sıkıcılık vardı. Belacqua sevincini gizleyerek, kafasını karıştıran ay konusunu açtı. “Evet,” dedi kadın, “Bu bölümü biliyorum, çok tanınmış kazık bir parçadır.

Şu anda anlatamayacağım ama, eve gittiğimde bir göz atarım.” Tatlı yaratık! Eve gittiğinde büyük Dante’sine göz atacaktı. Şirin şey! “Bana öyle geliyor ki,” dedi kadın, “Dante’nin cehennemdeki acımayla ilgili bir iki bölümünü okumalıydınız. Eskiden hep tartışma konusuydu bunlar.” Geçmiş zamanda kurduğu tümceler nasıl da kötüydü. Belacqua yüzüne derin bir anlam vermeye çalıştı. “Bu bağlamda,” dedi, “olağanüstü bir cinas anımsıyorum: ‘qui vive la pietâ quando e ben morta … ’ ” Kadın hiçbir şey söylemedi. “Müthiş bir tümce değil mi?” dedi Belacqua heyecanla. Kadın h içbir şey söylemedi. “Şimdi,” dedi Belacqua budalaca “bunu nasıl çevirirsiniz merak ediyorum.” Kadın hâlâ hiçbir şey söylemiyordu. Sonra: “Bunu ille de çevirmek zorunda mısınız?” dedi fısıltıyla. Holde bir anlaşmazlık havası esti. Sonra sessizlik çöktü. Bir el kapıyı tıkırdattı, açtı, kucağında kedi ile gelen Fransızca öğretmeni Mile Glain’di, gözleri yuvalarından fırlamıştı, çok heyecanlı görünüyordu.

“Ah! Özür dilerim,” dedi zorlukla nefes alarak. “Sizi rahatsız ediyorum ama, çantada ne var?” “Çantada mı?” dedi Ottolenghi. Mile Glain ileri doğru bir Fransız adımı attı. “Pakette,” yüzünü kedinin tüylerine gömdü, “holdeki pakette.” Belacqua soğukkanlılıkla yanıtladı. “Paket benim,” dedi. “Bir balık var.” Istakozun Fransızca karşılığını bilmiyordu. Balık da pekfilâ idare ederdi. Balık, İsa Peygamber için de yeterince yarar sağlamıştı; Tanrı ’nın oğlu, Mesih için. Mile Glain için de idare ederdi. “Oh!” dedi Mlle Glain son derece rahatlamış bir biçimde, “Onu tam zamanında yakaladım.” Kediye usulca vurdu. “Tırtık tırtık edecekti az kalsın.” Belacqua bir parça kaygılanmaya başlamıştı.

“Balığa bir zararı dokundu mu?” diye sordu. “Yok yok, tam zamanında yakaladım onu. İçinde ne olduğunu bilmediğimden gelip sormamın daha doğru olacağını düşündüm,” dedi Mlle Glain, bilgiç bilgiç gülümseyerek. Aşağılık meraklı yosma. Ottolenghi belli belirsiz neşelenmişti. “Puisqu’il n’y a pas de mal . , .” dedi kadın, büyük bir yorgunluk ve zarafetle. “Çok şükür”, Mlle Glain’in dinine oldukça bağlı biri olduğu hemen göze çarpıyordu “çok şükür”. Kedisini küçük şaplaklarla cezalandırarak odadan ayrıldı. kafasındaki kırlaşmış saçları Belacqua’ya haykırıyordu. Dindar, en önemsiz şeyleri bile merak eden bilgiç bâkire. “Nerede kalmıştık?” dedi Belacqua. Ama Napoliten sabrın da bir sının vardı. “Nerede mi kalmıştık?” diye haykırdı Ottolenghi, “Eskiden neredeysek orada.

” Belacqua teyzesinin evine yaklaşıyordu. Diyelim ki kıştı, karanlık çökmek, ay yükselmek üzereydi. Caddenin köşesinde bir at yerde yatıyor, başında bir adam bekliyordu. Biliyorum, diye düşündü B e-lacqua, yapılması gereken en doğru şey bu. Ama neden? Bir lamba yakıcısı motoruyla, sırığıyla geçti yanından, direkleri yana devirdikçe karanlığın içine zayıf san bir ışık yayılıyordu. Yoksul giyimli bir çift, görkemli bir kapının önünde duruyordu. Kadın demirlere yaslanmıştı, başı eğikti, erkek de ona bakıyordu. Kollan iki yanından aşağıya sarkmıştı, kadının yakınındaydı. Eskiden neredeysek orada, diye düşündü Belacqua. Paketini sıkıca kavramış yürüyordu. Neden, dindarlık ve acıma en aşağılarda bile bir arada olmasın-dı? İyilik ve tanrısallık neden bir arada bulunmasındı? Kendini feda etmenin geriliminde bir parça acıma duygusu, yargının karşısında insanın neşeyle dolacağı bir parça acıma duygusu. Jonah’ı ve kıskanç bir T^rn’nın Ninova’ya acımasını ve asma kabağını düşündü. Zavallı McCabe’in gün doğarken kellesi uçmuş olacaktı. Şimdi ne yapıyordu acaba, neler hissediyordu? Bir kere daha yemek yiyecek ve bir gece daha uyuyabilecekti topu topu. Teyzesi bahçedeydi, bu mevsimde kurumuş çiçeklerinin bakımını .

yapıyordu. Kucakladı Belacqua’yı ve birlikte yeryüzünün derinliklerine, bodrum katındaki mutfağa indiler. Paketi aldı, açtı, işte masanın muşambasının üstündeydi ıstakoz, aniden ortaya çik-mıştı. “Taze dediler,” dedi Belacqua. Birden yaratığın, bu cansız yaratığın, kımıldadığını gördü. Açıkça konumunu değiştirmişti. Eli ağzına gitti. “Tanrım!” dedi, “Canlı bu.” Teyzesi ıstakoza bakıyordu. Hayvan yeniden kımıldadı. Muşambanın üzerinde, yaşadığını gösteren zayıf, sinirli bir hareket yapmıştı. Başında durmuş, ona bakıyorlardı, ortada muşambanın üstünde ç^mıha gerilmişçesine yatan ıstakoza. Yeniden titredi hayvan. Belacqua, fenalaşıyorum, diye geçirdi içinden. “Tanrım!” diye sızlandı, “Canlı bu, ne yapacağız?” Teyzesi yalnızca gülümsedi.

Acele kilere inmeye gitti, şik önlüğünü alacaktı, Belacqua’yı orada koca koca açılmış gözlerle ıstakoza bakar durumda bıraktı, döndüğünde önlüğünü takmış, kollan sıvamıştı, haydi iş başına. “Evet,” dedi. “Umarım gerçekten öyledir.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir