Sarah Jio – Mart Menekseleri

“Nehir kenarlan bahse ilerler ya hani Mart sularından. Butun kırgınlıkların sonu, kalbindeki sevinctir bu. ” Antonio Carlos Jobim ‘in “Mart Sulan ” adlı şarkısından. Sanırım o an geldi cattı.** dedi Joel. evimizin giriş O kapısına yaslanarak. Ardından, beş vıl once Ne* York’tan beraber aldığımız ve yenilettiğimiz bu iki katlı evdeki mutlu anlarımızı hatırlıyormuşcasına gozleriyle etrafı inceledi. Once muhteşem kemerli girişe. Connecticut’taki bir antikacıdan aldığımız ve adeta bir hazine gibi evin koşesine yerleştirdiğimiz eski şomineye, son olarak da yemek odasının rengiyle insanın kanını ısıtan duvarlarına baktı. O zaman hangi renge boyayacağımız konusunda cok duşunmuş. sonunda Marakeş kırmızısında karar kılmıştık. Bizim kısa evliliğimiz gibi hem huznun hem de şaşkınlığın izini taşıyordu bu renk. Joel, bunun fazla turuncu olduğunu soylese de bence cok doğru bir renkti. Bir an icin goz goze geldik. Fakat hemen elimdeki koli bandına baktım ve bu sabah toparlanmak icin gelen Joel’in son birkac eşyasını da aceleyle kutuya koyup bantladım.


O anda yeni bantladığım kutuda mavi, deri ciltli kitabımı hayal meyal gorduğumu anımsadım. “Bir saniye, benim Kaybolan Yıllar kitabımı mı alıyorsun? herhangi bir otelin lobisinde bir yığın tozlu kitabın arasında bulacağım, hic aklıma gelmezdi. Kitab. o toz yığınından nazikce alıp, t a r i f edemeyeceğim bir ictenlikle kalbime bastırmışımı. Bu dokunaklı hikaye aşkı, gizli tutkulan ve ozel duşuncelerin derinliğini anlatıyordu. Oyle ki benim yazma tarzımı da sonsuza dek değiştirmişi. Hatta yazmayı bırakma nedenimde olabilirdi. Joel bu kitabı hic okumamıştı, bundan memnundum aslında. Binleriyle paylaşmak icin oldukca ozel bir kitaptı. Sanki tenim yazılmamış gunluğumun say falan gibiydi. Kutuyu tekrar acıp icindeki eski kitabı bulabilmek icin cırpınırken. Joel de bana bakıyordu. Kitabı bulduğum an rahat bir nefes aldım. “Affedersin,” dedi Joel belli belirsiz. “Bu kadar umursayacağını duşunmemiştim.

” Benim hakkımda duşunemediği o kadar cok şey vardı ki. Kitabı elime aldım ve başımı sallayarak kutuyu yeni* hamladım. Sanmm bu kadar.” diyerek ayağa kalktım. Kasım ayının yağmurlu bir pazartesi gunuydu. Her zamanki gibi onun en sevdiği acı soslu omleti yaparken. Joel bana Stcphanie’den bahsediyordu. Onu nasıl mutlu ettiğini, onu nasıl anladığını, birbirleri arasında nasıl guzel bir iletişim olduğunu… O an birbirini tamamlayan iki lego parcası gozumun onune gelmişti. Urpermiştim. Ne gariptir ki o sabaha tekrar geri donduğumde her defasında aklıma gelen tek şey. yanık acı soslu yumurtaların kokusu oluyordu. Evliliğimin sonunun da o acı soslu omletler gibi kokacağını nereden bilebilirdim ki? Jocl’in yuzune bir kez daha baktım. Ozgun ve kararsızdı. Ona bir adım atıp kollarına atılsam, af dileyen bir koca edasıyla bana tum aşkıyla sarılacağını ve evliliğimize kıvamayacağmı biliyordum. Ama hayır, dedim kendime.

Yara almıştık bir kere. Kaderimiz belliydi artık. “Hoşca kal. Joel.” Kalbim bunu yapmamı istemese de mantığımı dinlemeliydim. Gitmesi gerekiyordu. Joel incinmiş gorunuyordu. “Kmily. ben…” Ozur mu dileyecekti? Yoksa ikinci bir şans mı isteyecekti? Bilmiyordum. Onu susturmak istercesine elimi kaldırdım ve tum gucumu toplayarak. “Hoşca kal.” dedim. Joel sadece başını salladı ve arkasını donup evden cıktı. Gozlerimi yumdum ve Joel*in. arkasından kapıyı kapatışını dinledim.

Kapıyı dışarıdan kilitlenileli. Bu hareketiyle icim sızladı. Beni hala onemsiyor… l*n azından guvenliğimi. Bu duşunceyi zihnimden uzaklaştırarak kapının kilidini değiştirmem gerektiğini tembihledim kendime. Bunu yaparken bile onun gittikce uzaklaşan ayak seslerini dinliyordum. -Geliyor musun? Arayan, en yakın arkadaşım Annabelle’di. “Bana boşanma evraklarını tek başına imzalamayacagına soz vermiştin. Şaşkın bir halde saate baktım. “Affedersin A n n ie d iy e yanıt verdim, bir yandan da cantamdaki anahtarlarımı ve icinde boşanma evraklarının bulunduğu zarfı kontrol ediyordum. Bir onceki konuşmamızda onunla tam kırk beş dakika once restoranda buluşmayı planlamıştık. “Geliyorum.” ••Tamam.” dedi Annabelle. “O halde senin icin de bir icki ısmarlıyorum.” oğle yemeklerimizin buluşma noktası Clumet, evimin hemen dort blok yanıydı.

On dakika sonra mekana vardığımda Annabelle ayağa kalkıp bana sarıldı. “Ac mısın?” diye sordu yerlerimize yerleştikten sonra. “Hayır.” diye yanıt verdim. Annabelle kaşlarını catarak, “Karbonhidrat,” dedi ve onume ekmek sepetini ini. “Karbonhidrata ihtiyacın var. E’et. evraklar nerede? Haydi, bir goz atalım.” Zarfı cantamdan cıkardım ve sanki icinde dinamit varcasına dikkatle bakarak masanın uzerine koydum. a yt Unlann hepsinin senin hatan olduğunun farkındasın≫ roı. dedi Annabelle hafifce gulumseyerek. yorsun?^lCR ba^t,m Benim hatam mı? Ne demek feo* i l lerle ^ ^ adarnla evlenmeyecektin. Hic kimse cnmez Onlarla cıkarsın, sana bir S*)1* ısmarlamasına ve kıyafetler almasına izin verirsin ama o kadar. Onlarla asla evlenmezsim*’ Annabelle. Sosyal Antropoloji Bolumu’nde doktorasını yapıyordu.

İki yıl boy unca evlilikleri ve boşanmaları incelemişti. Araştırmalarının sonuclarına gore de bir evliliğin başarısını, evlendiğin adamın isminin tayin ettiği sonucuna varmıştı. Annabelle’in soylediğine bakılırsa. Eli isminde biriy le on iki yıl. uc hafta evliliğin tadım cıkarabilirdiniz. Brad isminde biriyle altı yıl. dort hafta surerdi evliliğiniz. Steve ise yalnızca dort yılda miadını dolduruyordu. Diğer bir iddiası ise. Preston*lı birisiyle asla evlenmeyecektiniz. “Peki, Joel ismi hakkında neler soyleyeceksin?” “Yedi yıl. iki hafta,” dedi Annabelle umursamaz bir ses tonuyla. Başımı olumlu anlamda salladım. Evliliğimiz tam tamına altı yıl. iki hafta surmuştu.

“Kendine gelip. Trent adında birini bulmalısın,” diye devam etti konuşmasına Annabelle. Memnuniyetsiz bir ifadeyle, “Trent isminden nefret ederim,” dedim. “Tamam, o halde Edward ya da Bili… bir de Bruce, diye karşılık verdi. “Uzun omurlu bir evlilik icin bu isimler ideal.** “Oldu hemen,” dedim dalga gecercesine. “İstersen huzurevinden bir koca bulalım bana, ne dersin. Annabelle uzun boylu, zayıf, guzel bir kızdı. Uzun, siyah, kıvırcık sacları, porselen gibi teni ve koy u renkli gozleriyle Julia Roberts’ı andıran bir guzelliği vardı. Otuz uc yaşındaydı ama hic evlenmemişti. Nedenini sorduğunuzdaysa, Mıles Davis ya da lkrbie llan≪Kk gibi bir adam bulamadığmdan bahsederek size ancak laf kalabalığı yapardı. O sırada garsonu cağırarak. “İki tane daha alabilir mıyız, lutfen?” dedi. Garson ise boş martini bardağımı aldığında zarfın uzerinde oluşan bardak izi dikkatimi cekti. “Haydi artık.

” dedi Annabelle usulca. Ellerim titreyerek, yarım santim kalınlığındaki zarfa uzandım ve icinden boşanma evraklarını cıkardım. Avukatımın asistanı, imzalamam gereken uc sayfaya fosforlu pembe renkli bir kalemle “burayı imzala” yazılı kucuk kağıtlar yapıştırmıştı. Cantamdan kalemimi cıkardığım anda boğazımda bir yumru hissettim. İlk sayfada ismimin yazılı olduğu yeri imzaladım, sonra diğer sayfayı, daha sonra diğer sayfayı… Uzunca bir v ve vurgulu bir n ile sonlanan Emily Wilson. Beşinci sınıftan beri imzamı bu şekilde atıyordum. Son olarak evliliğimizi sonsuzluğa gomduğumuz tarihi de attım. 28 Şubat 2005. Aferin, dedi Annabelle yeni martini bardağını uzatarak. “Jocl ile ilgili bir kitap yazacak mısın?’* Cunku ben bir yazardım. Tanıdığım herkes gibi Annabelle de Joel’i iceren bir roman yazmamın, alacağım en iyi intikam olacağına inanıyordu. Sadece isimleri değiştirerek yaşadığın her şeyi vazabilırsirC diye devam etti. “Belki, onu bir ahmak gibi gosteren Joe ismini kullanabilirsin.” Sozlerine devam etmeden once meğinden hır lokma aldı ama gulmekten neredeyse boğulacaktı “Erekstytm olamay an bir ahmak.*’ Jocl haU.

nda bir ki.ap yazmak isteseydim -ki yazmayalı. berbat bir kitap olurdu. Son zamanlarda hicbir şey yazamıyordum, yazsam bile yaratıcılıktan voksun oluyordu. Bunu biliyorum cunku gecen sekiz senedir sabahlan uyandığımda, masama oturup bilgisayarımın ekranına boş boş bakıyordum. Kimi zaman birkac sayfa yazıyordum fakat bir sure sonra tıkanıyordum. Hatta bir keresinde kaskatı kesilmiştim. Ierapistim Bonnie. bunu tıp ağzıyla ‘yazar kilitlenmesi* olarak tanımlıyordu. Yani artık ilham gelmiyordu ve Bonnic’nin koymuş olduğu teşhis aslına bakılırsa pek de hoş değildi. Sekiz sene once en cok satan kitabımı yazmıştım. O zamanlar dunyanın merkezindeydim. Bugunkunun aksine oldukca zayıftım (şimdi de o kadar şişman değildim, evet tamam, belki biraz basenlerden kilo almıştım) ve New York Times’ın cok satanlar listcsindevdim. Matta .Ve* York Times’ın en mukemmel hayat listesi olsaydı, kesin onda da olurdum.

Ali Larson’ı Cağırırken adlı kitabım yayımlandıktan sonra, ajansım beni yazmaya devam etmem konusunda cesaretlendirmişti. Okuyucuların devamını istediklerini soylemişti ve yayınevim ikinci kitabım icin bana iki katı teklif onermişti bile. Fakat o kadar denememe rağmen ne yazacak ne de soyleyecek bir şey bulabilmiştim. Rn sonunda ajansım beni aramayı bıraktığı gibi yayınevleri de artık yazılarımı merak etmiyorlardı. Okuyucular ise ilgilenmiyorlardı. Yazarlık hayatımın sadece bir hayalden ibaret olmadığını kanıtlayan tek şey. kitabımın ana karakteri Ali ye aşık olduğuna inanan Lestcr McCain isimli dengesiz okurumdu. Kitabımın piyasaya cıkışı şerefine duzenlenen Madison Park Otel’deki partide. Joel’in benimle tanışmak icin nasıl can attığını hala teori,yorum. Beni girişte gorduğunde, o da davetli olduğu başka bir kokteyl icin yan taraftaydı. O gece 1997’nin sukse yapan Betsey Johnson elbisesini giyiyordum; bu straplez elbise icin yuklu miktarda para harcamıştım. Ama evet, bu harika elbise icin odediğim her kuruşa değmişti. Elbise hala gardırobumdaydı ama şu an eve gidip onu yakmamak icin kendimi zor tutuyordum. “Goz kamaştırıyorsun,” demişti Joel buyuk bir cesaretle, daha kendini tanıtmamıştı bile. O sozleri duyduğumda nasıl hissettiğimi hatırlıyorum.

Bunu kesinlikle gorduğu her kıza soyluyordu. Fakat beni havalara ucurmaya yetmişti. Bu tam da JoeFin tarzıydı. Bundan birkac ay once. GQ magazin dergisi Amerika daki “sıradan biri** mertebesinden en unlu kişi mertebesine ulaşanlara dair bir liste yayımlamıştı. Hayır, bu. her ıkı scnede bir Gcorge Clooney yi gosterenlerden değildi, clbenc. Listede San Diego’lu bir sorfcu. Pensilvanyalı bir dışcı. Detroit’li bir oğretmen ve evet. New York’lu avukat Joel vardı. İlk onda o da yerini almıştı. Nasıl olduysa ben de bu adama kapılmışum. Şimdi ise onu kaybettim “Hayır,” dedim, onumdeki peceteyi katlamaya calıyordum. “Neden?” Ona artık daha fazla devam edemem.

” diyerek ic cektim. “Kitabım her ne kadar tatillerde yuzlerce okuyucunun elinde dolaşacak olsa da. seksen beş bin tane sacma sapan kelime uretmek icin kendimi daha fazla zorlamayacağım. Hayır, eğer bir gun yazarsam bu cok farklı olacak.” Annabelle sanki ayağa kalkıp alkışlamak ister gibi bana baktı. “Şuna bak.” diyerek gulumsedi. “Bu buyuk bir ilerleme.” “Hayır değil.” dedim inatla. “Kesinlikle oyle. Haydi, bunu biraz analiz edelim.” dedi Annabelle ve ellerini birbirine kenetledi. “Farklı bir şeyler yazmak istediğini soyledin, bu demek oluyor ki artık eski kitabına da devam etmek istemiyorsun.” “Evet, boyle de denilebilir,” diyerek omuz silktim.

Annabelle martini bardağındaki zeytini alıp ağzına attı. “Neden gercekten ilgilendiğin bir şey hakkında yazmıyorsun? Etkilendiğin bir yer ya da bir kişi…’* Başımı olumlu anlamda salladım. “Butun yazarların yaptığı da bu değil mi zaten?” Annabelle o anda başımıza dikilen garsonu. “Biz boyle iyiyiz, henuz hesabı istemiyoruz, bakışı atarak gonderdikten sonra bana dondu. “Evet, ama sen bunu denedin zaten. Yani demek istediğim, yazdığın kitap olağanustuydu. Gercekten de oyleydi. Ama bu kitap… seni yansıtıyor muydu. Em?” Haklıydı. Guzel bir hikayeydi. En cok salanlar lıstesindeydi. Peki, neden bununla gururlanmıyordum? Neden ona bağlıymışım gibi hissetmiyordum? -Seni uzun zamandır tanıyorum.” diye devam etli An. ^belie. -Ve biliyorum ki yazdığın o hikaye ne hayatına, hikivesi’di ne de deneyimlerinin.

” EveL değildi. Peki, ben hayatımdaki neden esinlen* bilirdim? Ailemi, buyukannemi ve buyukbabamı duşOndukten sonra başımı salladım. “İşte problem bu,” dedim ^nnabelle’e “Diğer yazarların esinlenecek bircok konusu iar. kotu anneler, tacizler, macera dolu bir cocukluk… Benimse hayatım cok sıradan. Ne olum ne de gecirdiğim bir şok var. Olen bir hayvanım bile yok. Sadece annemin yirmi iki yaşındaki kedisi Oscar. Gercekten hic de ilgi cekici bir hikay e cıkmaz bunlardan, inan bana. Cok duşundum.” “Kendine yeteri kadar şans vermediğini duşunuyorum,”! dedi Annabelle. “Bir şeyler olmalı. Bir kıvılcım belki.” Bu sefer duşuncelerimin zihnimde ozgurce dolaşmasına izin verdim. İlk aklıma gelen annemin yengesi, benim de buyuk yengem Bee ve onun Washington. Bainbridge Adası ndakı evi oldu.

Yaşadığı adayı ne kadar ozlediysem onu da o kadar ozlemiştim. Onu son ziyaretimden bu yana ne kadar zaman gecmişti? Seksen beş yaşında olmasına rağmen hayatını yımu dokuz yaşındaymış gibi surduren Bee’nin hic cocuğu yoktu. O nedenle ben ve kız kardeşim onun ma* Cocukları gibiydik. Doğum gunumuzde bize icinde gı* cır gıor elli dolarlık banknotlar olan birer kart gondermişti-Yllbaşı oldukca harikaydı, sevgililer gunu hediye* iekerietneydi. Ya cok fazla konuşurdu ya da cok az. Cok misafirperver olmasına rağmen oldukca aksi ve bencildi. Sırlan vardı. Bu yuzden onu seviyordum. Biri uzun yıllar yalnız yaşadığında bir zaman sonra kendi tuhaflıklanyla banşık hale gelir, derdi annem her zaman. Bu teoriyi dikkate alıp almama konusunda emin değildim cunku ben de zaman zaman geri kalan hayatımı yalnız gecireceğim diye endişeleniyordum. O nedenle surekli doğaustu işaretleri izlemekle uğraşıyordum. Bee Yenge. Şu an elime bir kalem verseler, onun mutfak masasındaki halini cizebilirdim. Yengem, onu tanıdığımdan beri her gun. yağlı ballı kızarmış ekmekten oluşan kahvaltısını yapardı.

Kızarmış kepekli ekmeği kare şeklinde kucuk kucuk keser ve ikiye katlanmış kağıt havlunun uzerine koyardı. Sonra da her parcanın uzerine bolca tereyağı ve bal surerdi. Cocukken, onun bunu yapışını milyonlarca kez izlemiştim ve şimdi ne zaman hasta olsam bu yağlı ballı kızarmış ekmeği ilac niyetine yiviyordum. Bee aslında guzel bir kadın değildi. Yuzunun ve omuzlannın genişliği, dişlerinin buyukluğu duşunulunce, bu konuda bircok erkeği alt edebilirdi. Ancak gencliğindeki siyah-beyaz fotoğraflan. her kadının yirmili yaşlannda sahip olduğu o kıvılcımı ortaya cıkanyordu. Bee’nin. cocukluğumun gectiği koridordaki du\ann yıı≫ kan kısmına asılmış, etrafı deniz kabuklanyla cevrili cercevedeki yirmili yaşlarını gosteren fotoğrafına bayılıyordum. Ancak cercevenin duvardaki yeri hic de uy gun değıku cunku fotoğrafı net bir şekilde gorebilmeniz icin tabureye cıkmanız gerekiyordu. Eski, kenarlan ice doğru kıvrılmış fotoğraf, hic tanımadığım bir Bee’yi gosteriyordu. Sahilde gencle birlikte bir plaj havlusunun uzerinde oturan ne? umursamaz gorunuyordu vc k.şk.rt.c, bir edayla go,Q.

vordu Başka bir kadın ise ona doğru eğilmiş, kulağ,na bir şeyler fısıldıyordu. Bir sır. Bec boynundan sarkan inci kol-tutarken, kameraya Bili Dayı’ya baktığı gibi bakm,. yordu. Yıllar once o kameranın arkasında kimin olduğunu cok merak ediyordum. Cocukken, bir gun anneme fotoğrafı işaret ederek, “Acaba o kadın ne demiştir?” diye sormuştum. Annem koridorda boğuştuğu camaşırlardan başını kaldırmadan. “Kim ne demiş?” diye sormuştu. Bunun uzerine Bccnin yanındaki kadını gostermiştim. “Bu hoş bayan. Bee’nin kulağına bir şeyler fısıldıyor.” Hemen olduğu yerden kalkıp yanıma gelen annem, hırkasının ucuyla cercevenin tozunu almaya koyulmuştu. “Hicbir zaman bilemeyeceğiz,” diye yanıt vermişti sonradan. Ancak fotoğrafa bakarken, yuzundeki uzgun ifade rahatlıkla okunuyordu. Annemin dayısı Bili, yakışıklı bir II.

Dunya Savaşı kahramanıydı. Herkes onun Bec ile parası icin evlendiğini soyluyordu. Buna pek inanasım gelmiyordu, cunku cocukken gittiğimiz o yaz tatillerinde Bee’ye sarılıp onu nasıl opto* £ g ormuştum. Bili in onu cok sevdiğinden hic şuphem yoktu. Aslında evleri, gokyuzunde ucuşan martılar. Puget Koyu’nun o deniz kokusu, penceresi denize bakan buyuk mutfağı ve kıyıya vuran dalgaların uğultusuyla oldukca ruhani bir havaya sahipti. Annemin Bec ile ilgili duşuncelerine rağmen kız kardeşim vc ben o evi cok severdik. Aynı zamanda oranın sakinleştirici bir havası olduğuna inanırdık. Annabelle bilmiş bilmiş bana bakıyordu. “Bir hikayen var, oyle değil mi?” Bir ic cekerek, “Belki de,” dedim belli belirsiz. “Neden bir seyahate cıkmıyorsun?” diye onerdi Annabellc. “Buradan uzaklaşıp, biraz kafanı toplamaya ihtiyacın var.” Bu fikre burun kıvırarak. “Nereye gidebilirim?” diye sordum. “Buradan uzak bir yere.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir