Sarah Maclean – En Guzel Ruya

“Seni seviyorum.” Muazzam güce sahip iki tuhaf, basit sözcük… Yine de Leydi Georgiana Pearson —bir dük kızı; bir dükün de kardeşi; onur, görev, namus simgesi bir evlat ve sosyetenin iyi yetiştirilmiş, kusursuz leydisi— bu sözleri daha önce hiç duymamıştı. Soylular âşık olmazlardı. Âşık olsalar bile, bunu itiraf etmek gibi alt tabakaya özgü bir davranışa kesinlikle kalkışmazlardı. Hal böyleyken, bu sözcüklerin dudaklarından böyle-sine rahatlıkla, bir o kadar da dürüstlükle dökülmesi şaşırtıcıydı. Ama Georgiana, on altı yıllık yaşamında hiçbir şeye böylesine inanmamış; daha önce hiçbir şey adının, atalarının, ailesinin ününden önce gelmemişti. Hepsini — hem tehlikeyi hem ödülü— kucakladı. Hissetmenin. Yaşamanın. Aşka teslim olmanın… Lanetlenmenin riskini göze aldı; sonuçta bu aşktı. Ve aşk onu özgürleştirdi. Kesinlikle bundan daha güzel bir an olamazdı. Sevdiği, ömrünün geri kalanını birlikte geçirmek istediği adamın kollarındaydı. Sonsuza kadar kollarında olacağı, birlikte bir gelecek kuracağı adam. Onun kollarında olmak ününü, aile adını tehlikeye atması anlamına gelse bile umursamıyordu.


Jonathan onu koruyacaktı. Georgiana’yı mart soğuğundan korumak için aile mülkünün ahırlarına çekerken böyle söylemişti. Jonathan onu sevecekti. Elleri Georgiana’nm üstünde dolaşırken; kumaş yığınlarını çözer, açar, kaldırır, soyarken sevgi sözcükleri fısıldamıştı. Tenine dokunur, bedenini okşarken Georgiana’ya her şeyi söz vermişti. Georgiana da karşılığında sevgisini fısıldamıştı. Adama her şeyini vermişti. Jonathan. Ahırın çatısına doğru zevkli bir iç çekiş koyuverdi, sevgilisine sokuldu. Güçlü kaslar yastığı, sert samanlar yatağı olmuştu. Sarındıkları at battaniyesi sıcacıktı. Normalde rahatsız, kaşmdırıcı olan battaniye bile az önce yaşanan duyguların etkisiyle yumuşacıkmış gibi hissettiriyordu. Aşk… Sonelerin, şiirlerin, masalların ve romanların esin kaynağı. Aşk… Koca koca adamları ağlatan, can yakan, tutkuyla şarkılar söyleten o zor bulunur duygu. Aşk… Her şeyi parlak, sıcacık, harika yapan, dünyayı değiştiren o duygu.

Herkesin çaresizce peşinden koştuğu duygu. Ve Georgiana onu bulmuştu. Burada. Buz gibi soğuk havada, bu yakışıklı gencin kollarında. Hayır, adamın. O bir adamdı, tıpkı Georgiana’nm bir kadın olduğu gibi. Bugün onun kollarında, onun bedeninin altında bir kadın olmuştu. Aşağıdaki ahırlardan birinden bir at kişneyişi duyuldu. At ayaklarını yere vuruyor, ya yem ya su ya da ilgi istediğini gösteriyordu. Jonathan hareketlenince, Georgiana ona doğru kıvrıldı, battaniyeyi sıkıca çevrelerine sardı: “Henüz değil.” “Gitmek zorundayım. Bana ihtiyaçları var.” En cilveli tavrıyla, “Asıl benim sana ihtiyacım var,” dedi. Jonathan’ın eli çıplak omzuna uzandı. Yumuşak teninin üzerinde adamın sıcak ve pürüzlü elini hissetmek, tüm vücudunu zevkle titretti.

Daha önce kimse ona do-kunmamıştı. Bir dükün kızı, bir dükün de kardeşi olarak dokunulmamıştı. Lekesizdi. El değmemişti. Bugüne kadar. Gülümsedi. Annesi, biricik kızının sosyeteye tanıtılmaya niyetinin olmadığını ve ihtiyacının da kalmadığını öğrenince öfke nöbetine tutulacaktı. Ve Londra sosyetesinin tanıdığı en çekilmez aristokrat olan ağabeyi —cemiyette Kibir Dükü olarak da biliniyordu— onaylamayacaktı. Ama Georgiana’nm umurunda değildi. Bayan Jonat-han Tavish olacaktı. Alt tabakadan biriyle evleneceği için, “leydi” unvanını bile elinde tutamayacaktı. İstemiyordu da. Sadece Jonathan’ı istiyordu. Ağabeyinin bu evliliği engellemek için elinden geleni yapacak olması önemli değildi. Artık engellenemezdi.

İş işten geçmişti. Bu düşünceyle kıkırdadı. Bir yanda hissettiği aşk, diğer yanda tehlikeye attıkları vardı. Ama seçim yapılmıştı. Jonathan kalktı. Bedenlerinin bir bütün olduğu sıcak kozadan ayrılmış, aralarına soğuk havanın girmesine izin vermiş, Georgiana’nm çıplak teninin ürpermesine neden olmuştu. Pantolonunu üzerine geçirirken, “Giyinmelisin,” dedi. “Biri bizi görecek olursa…” Bitirmesine gerek yoktu. Haftalardır aynı şeyi söylüyordu. İlk öpüştükleri andan başlayarak paylaştıkları tüm o gizli kaçamaklarda, temkinli davranmaya özen göstermişti. Yakalanacak olurlarsa Jonathan kırbaçlanabilir ya da daha kötü bir ceza alabilirdi. Ve Georgiana mahvolurdu. Bugünden sonra; sert samanların üstünde çırılçıplak uzandıktan ve sevgilisinin pürüzlü işçi elleriyle bedenini keşfetmesine izin verdikten sonra… Zaten mahvolmuştu. Ama umursamıyordu. Önemli değildi.

Kaçabilirlerdi, evlenmek için kaçmaları da gerekiyordu. İskoçya’ya gidebilirlerdi. Yeni bir hayata başlarlardı. Georgiana’nm parası vardı. Jonathan’ın hiçbir şeyi olmaması kimin umurundaydı? Aşka sahiplerdi ve bu yeterliydi. Aristokrasinin kıskanılacak bir yanı yoktu. Hatta üst tabaka acınası olarak nitelendirilebilirdi. Aşk olmayınca, yaşamak neye yarardı? Georgiana iç geçirdi, uzun süre Jonathan’ı izledi. Gömleğini giyerken, gömleğin uçlarını pantolonunun içine sokarken, botlarını çekerken onu izledi. Alçak tavanlara, dar alanlara alışıkmış gibi incelikle hareket edişine hayran olmuştu. Jonathan, kravatını boynuna bağladı, ceketini giydi, üzerine de kışlık paltosunu geçirdi. Hareketleri rahat, hesaplıydı. İşi bittiğinde, uzun kemiklerle ve güçlü kaslarla çevrili bedeni ahırlara inen merdivene doğru ilerledi. Georgiana, battaniyeye yapıştı. Adamın uzaklaşması, bedenini buz gibi yapmıştı.

Hafifçe, “Jonathan…” diye seslendi, kimsenin sesini duymasını istemiyordu. Genç adam başını çevirdi. Georgiana, onun mavi gözlerinde bir şey yakaladı, anlamını hemen kavrayamadığı bir bakış. “Ne var?” Gülümsedi, birden utanı vermişti. Az önce yaptıklarını düşününce, bu ani utancı anlamsız görünüyordu. Adam az önce tüm bedenini görmüştü. “Seni seviyorum,” dedi yeniden. Sözcüklerin dudaklarından dökülüşü şaşkınlık vericiydi. Öylesine dürüst, öylesine içten… Jonathan, merdivenin ilk basamağında duraksadı. Çafi basız bir şekilde merdivende asılı kalışıyla uçuyormuş gibi bir izlenim veriyordu. Uzun süre konuşmadı. O kadar uzun ki, Georgiana mart soğuğunun kemiklerine işlediğini hissedebiliyordu. Endişe kıvrılarak gelip tam göğsünün ortasına yerleşivermişti. Jonathan, sonunda gülümsedi. Cömert, parlak gülümsemesi, Georgiana’yı en başta ona çeken özelliklerinden biriydi.

Bir yıl. Ya da biraz daha uzun. Georgiana’yı bu süre içinde ayartmıştı. Bu öğleden sonra, sonunda kızı samanlığa çıkmaya ikna etmiş, tereddütlerini yok edene dek öpücüklere boğmuş, sevgi dolu sözlerle samanlara yatırmıştı. Her şeyini almıştı. Ama buna almak denilemezdi. Georgiana, gönüllü vermişti. Ne de olsa adamı seviyordu. Ve adam da onu seviyordu. Öyle söylemişti. Belki sözcüklerle değil ama dokunuşlarla. Öyle değil mi? Kuşku içine çöreklendi. Ne kadar yabancı bir duyguydu. Bir dük kızı, bir dükün de kardeşi olan Leydi Georgiana Pearson, daha önce hiç kuşku duymamıştı. Söyle, dedi içinden.

Söyle bana. Sonsuzluk kadar uzun gelen bir andan sonra, Jonathan konuştu: “Sen çok tatlı bir kızsın.” Sonra gözden kayboldu. On Yıl Sonra Worthington Konutu Londra Georgiana Pearson yirmi yedi yıllık hayatındaki olayları gözden geçirdiğinde, her şeyi başlatan o karikatürü hatırlayabiliyordu. Kahrolası karikatür! Skandal sayfasında bir yıl önce, beş yıl önce ya da on yıl sonra çıkmış olsaydı, umurunda bile olmayacaktı. Ama Londra’nın en ünlü dedikodusu dönerken, martın on beşinde ortaya çıkmıştı. Boşuna martın on beşinden sakın 1 dememişler. Aslında karikatür, bambaşka bir günün sonucuydu. İki ay öncesinin. Ocağın on beşinin. Adı çıkmış leydi, yasadışı bir çocuk anası, ayaklı skandal ve Leighton Dükü’nün kız kardeşi Georgiana’nm dizginleri eline alıp sosyeteye geri döndüğü tarih. İşte orada, Worthington’un balo salonunun bir köşesinde dikiliyor, tüm Londra’nın gözlerini üzerinde hissediyordu. Hepsi onu yargılıyorlardı. Bu, lekelendikten sonra katıldığı ilk balo değildi ama fark edildiği ilk etkinlikti. Öncelikle, maske takmıyordu; boyaların ya da kumaşların arkasına gizlenmiyordu.

Buraya kendisi olarak; soyluluk içinde doğan, skandallara batan Georgiana Peterson olarak gelmişti. İlk kez utancını yaşamak üzere insan içine çıkıyordu. Doğrusu Georgiana adının lekelenmesini önemsemiyordu. Lekelenmek, kulağa kötü bir şeymiş gibi gelse de aslında onu özgürleştiriyordu: Adı çıkmış leydilerin davetlerde boy göstermesi beklenmiyordu. Leydi Georgiana Pearson —ki artık ne leydi unvanını kullanıyor ne de kullanmayı hak ediyordu— lekelenmeyi heyecanla karşılamıştı. Yıllardır da bu heyecandan bir şey kaybetmemişti. Ne de olsa, lekelenmesi onu Londra’nın skandallarla dolu ve en ünlü kumarhanesi olan Düşmüş Melek”m zengin ve güçlü sahibi yapmıştı. Britanya’nın en korkulan adamı… Chase adıyla bilinen gizemli “beyefendi”. Kimsenin bilmediği küçük, önemsiz bir ayrıntı vardı: O, aslında bir kadındı. Yani evet, Georgiana neredeyse on yıl önce kaderinin belirlendiği o gün, şansın yüzüne güldüğüne inanıyordu. Sosyeteden sürülmesi artık balolara, çay partilerine, pikniklere ve çeşitli etkinliklere davetiye alamayacağı anlamına geliyordu. İstenmiyordu. Böylece, her adımını izleyen refakatçi sürüsünden, ılık limonata üzerine yapılan saçma sohbetlerden ve soylu kadınlar arasında kutsal sayılan konularla —ki bunlar anlamsız dedikodular, moda ve evliliğe uygun beyefendiler oluyordu— ilgileniyormuş gibi yapmaktan kurtulmuş oluyordu. Dedikodularla ilgilenmiyordu. Zaten çok azı doğru çıkardı.

Doğru çıkanlar da gerçeği tam yansıtmazdı. Georgiana, sırları tercih ediyordu. Güçlü adamlar tarafından borçlarına karşılık fısıldanan, skandallar koparabilecek sırları. Aynı şekilde, modayla da ilgisi yoktu. Etekler, kadının zayıflığını ortaya koyan kumaş parçalarıydı sadece. Seçkin hanımlar günlerini eteklerinin katlarını düzelterek geçirirken, daha az seçkin hemcinsleri eteklerini kaldırarak hayatlarını sürdürüyorlardı. Georgiana, kumarhanesinin zemin katindayken Londra’nın en yetenekli fahişelerinin giydiği parlak ipeklerin içinde saklanıyordu ama diğer yerlerde, pantolonun rahatlığını tercih ediyordu. Beyefendilere gelince, hiç mi hiç ilgisini çekmiyorlardı. Kumarhanesinde kaybedecek parası olmadığı sürece bir adamın yakışıklı, zeki ya da unvanı olmasının bir önemi yoktu. Georgiana yıllarca Londra hanımlarının evliliğe uygun bulduğu beyefendilerin Düşmüş Melek’in bahis defterine konu olduklarını görmüş; eşlerinin kim olacağı, düğün tarihleri, doğacak çocuklarının cinsiyeti tartışılırken onlara gülmüştü. Her biri birbirinden yakışıklı, zengin ve soylu adamların kendilerini zincire vuruşlarını, evlenmelerini kumarhanesinin patron süitinden izlemişti. Ve bu maskaralığa katlanmaya zorlanmadığı için yaratıcısına şükretmişti. Hayır, Georgiana boynunu rahibin ilmeğine geçilmemişti. Evliliğe yaklaşamadan, henüz on altı yaşındayken lekelenmişti. Erkeklerle ilgili dersini erken almıştı ve kutsanmış bir şekilde evlilikle ilgili tüm beklentilerden yakayı kurtarmıştı.

Şimdiye kadar… Titreşen yelpazelerin arkalarına gizlenen fısıltılar, hor gören bakışlar, alaycı gülümsemeler her yerdeydi. Bakışlar, tenini sıyırıp geçiyordu; onu görmezden geliyor, geçmişinden dolayı yargılıyorlardı. Yeniden ortaya çıkmaya cüret ettiği için yargılanıyordu. Kuşkusuz, yüzsüzlüğünü kınıyorlardı. Temiz dünyalarını skandalıyla kirletmeye kalkıştığı için. Bakışlar öldürebilseydi, geldiği an ölmüş olurdu. Neden burada olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden onu küçümsüyorlardı. Tanrım! Bu, tam bir işkenceydi. Her şey giysiyle başlamıştı. Korse, onu yavaşça öldürüyordu. İç etek katmanları, hareketlerini kısıtlıyordu. Kaçması gerekirse, kuşkusuz bu kumaş parçalarına takılacak ve yüzüstü düşecekti. Danteller içindeki leydi sürüsünün kahkahaları kulaklarında çınlayacaktı. Görüntü gözlerinin önünde belirince, az kalsın gülümsüyordu.

Böyle bir sonun başına gelme olasılığının yüksekliği, gülümsemesine engel oldu. Hayatında hiç bu kadar huzursuz hissetmemişti. Ama kurban rolüne bürünüp onlara bu zevki yaşatmayacaktı. Aklını görevinden ayırmamalıydı. Koca bulmak… Hedefi, Lord Fitzwilliam Langley’di. Saygın, unvanı olan ve paraya muhtaç. Sırları olmayan, düzgün bir adam… Ama tek bir tane sırrı vardı ki; duyulduğunda sadece saygınlığı iki paralık olmakla kalmaz, üstelik hapse de girerdi. Evliliğin kendisine değil de adına ihtiyacı olan bir leydi için kusursuz bir koca adayı. Bir de ortaya çıksaydı… “Bilge bir kadın bana bir zamanlar, kuytu köşelerin korkaklara göre olduğunu söylemişti.” İnleme isteğini bastırdı, Lamont dükünün tanıdık sesine dönmedi. “Sosyeteyi önemsemediğini sanıyordum?” “Saçmalık! Sosyeteyi severim. Hem, sevmesem bile Leydi Georgiana’nm ilk balosunu kaçıramazdım.” Georgiana kaşlarını çatınca, ekledi: “Dikkat et, Londra’nın geri kalanı bir dükü saygısızca başından savdığını konuşacak.” Temple olarak bilinen dük, onun iş arkadaşıydı. Düşmüş Melek’i birlikte yönetiyorlardı.

Temple, istediğinde oldukça sinir bozucu olabiliyordu. Georgiana, yüzüne parlak bir gülümseme yerleştirerek sonunda düke döndü: “İzlemeye mi geldin?” “Sanırım soru, ‘İzlemeye mi geldiniz, ekselansları?’ şeklinde sorulmalıydı.” Georgiana’nın gözleri kısıldı: “Seni temin ederim, ekselansları sözünü kullanmak gibi bir niyetim yok.” “Aristokratların dünyasında koca o rıyorsan, unvanlara gereken saygıyı göstermeye çabalamaksın.” “Daha farklı şeyler için çaba harcamayı yeğlerim.” Bir kaşını kaldırdı: “Ne gibi?” “Örneğin acı çektiğimi görmekten zevk alan kendini beğenmiş aristokratlardan öcümü almaya çabalayabilirim.” Temple, onaylar gibi ciddiyetle başını salladı. “Pek de kadınsı sayılamayacak bir uğraş.” “Kadınsı uğraşlar konusunda paslanmış olmalıyım.” “Pek öyle görünmüyor.” Gülümsedi. Esmer teniyle karşıtlık oluşturan bembeyaz dişleri göründü. Georgiana, o gülümsemeyi dükün yakışıklı yüzünden silmek istedi. Bir küfür mırıldandı ve dük kahkahasına engel olamadı. “Bu da pek kadınsı olmadı.

” “Kulübe döndüğümüzde…” Sözünü kesti. “Dönüşümünün inanılmaz olduğunu söylemeliyim. Seni neredeyse tanıyamayacaktım.” “İstediğim de buydu.” “Nasıl yaptın?” “Daha az boya ile.” Georgiana, kulüp içinde kılık değiştirerek dolaşıyordu. Düşmüş Melek’in en yetenekli fahişesi olarak bilinen Anna, onun kulüpteki kimliğiydi. Anna ağır makyajı, süslü perukları ve göğüslerini kaldıran destekle aşırıya kaçmaktan çekinmiyordu. “Erkekler, görmek istediklerini görürler.” “Hımm,” derken, bu sözlerden hoşlanmadığı belli oluyordu. “Peki, bu giydiğin kahrolası şey ne?” Georgiana’nın parmakları kıpırdandı; kendini durdur-masa, eteklerinin katlarını düzeltiyor olacaktı. “Giysi…” Giysi oldukça kapalı ve beyaz renkteydi. Georgia-na’dan daha masum biri için tasarlanmıştı. Geçmişinde skandallar olmayan biri için. Para kazanmak için kumarhane işletmeyen biri için.

“Seni daha önce giysi içinde gördüm. Bu…” Temple duraksadı, üzerindekileri inceledi. Gülüşünü öksürükle kapatmaya çalıştı. “Önceki giydiklerine pek benzemiyor.” Bir kez daha duraksadı. “Saçından fırlayan tüyler var.” Georgiana, dişlerini sıktı. “Bana bunun son moda olduğu söylendi.” “Komik görünüyorsun.” Sanki bilmiyormuş gibi. Sanki öyle hissetmiyormuş gibi. “Caziben sınır tanımıyor.” Dük sırıttı. “Kendin hakkında yanıltıcı fikirlere kapılmanı istemem.” Böyle bir şansı yoktu.

Hele de burada, düşman toprakla-rmdayken. “Senin eşlik edilmesi gereken bir eşin yok mu?” Dükün bakışları ileriye, balo salonunun ortasında dönen kestane rengi saçlara kaydı. “Ağabeyin onunla dans ediyor. Kendi ününü kullanarak kanma saygınlık kazandırdığına göre, ben de aynı iyiliği onun kız kardeşine yapabilirim diye düşündüm.” Georgiana ona kuşkuyla baktı. “Senin ünün mü bana saygınlık kazandıracak?” Daha birkaç ay önce Temple, “Katil Dük” olarak biliniyordu. Üvey annesi olacak kadını düğününden bir gece önce öldürdüğü sanılıyordu. Öldürdüğü sanılan kadınla evlenince suçlamaların yalan olduğu anlaşılmış ve sosyete onu yeniden bağrına basmıştı. Ki evlilik başlı başına bir skandal olmuştu. Ama skandal, Temple’m ününü pek etkilememişti. Yıllarını sokaklarda geçirmiş, sonra da Düşmüş Melek’ in boksörlüğünü yapmış bir adam olarak skandalin içinde yaşıyordu zaten. Temple, dük unvanını taşıyor olabilirdi ama saygınlığı lekeliydi. Georgiana’nm ağabeyi Simon ise aristokratların dünyasına kusursuz uyuyordu. Lamont düşesiyle dans etmesi, hem kadının hem de dukalığın saygınlığını onarabilirdi. “Senin ünün, bana saygınlıktan çok zarar getirir.

” “Saçmalık. Bir dükü herkes sever. Çevrede dolaşan yeterince dük kalmadı, seçici olabileceklerini sanmıyorum.” Kendinden emin bir şekilde gülümseyip elini uzattı. “Dans eder misiniz, Leydi Georgiana?” Georgiana dondu. “Şaka yapıyor olmalısın!” Gülümsemesi sırıtmaya döndü, kara gözleri alayla parlıyordu. “Kurtuluşunla ilgili şaka yapmayı hayal bile edemem.” Gözleri kısıldı. “Öcümü almanın türlü yolları var, biliyorsun.” Temple eğildi. “Senin gibi bir kadın dükleri geri çevirmez, Anna.” “Bana öyle deme.” “Kadın mı demeyeyim?” Georgiana, elini sertçe onun eline koydu, sinirden kuduruyordu. “O ringde ölmene izin vermeliydim.” Temple, yıllarca Düşmüş Melek’in gecelik eğlencesi olmuştu.

Kulübe borcu olanların servetlerini geri kazanmalarının tek yolu vardı: Ringde yenilmez Temple’ı yenmek. Aldığı bir yara ve evlilik, Temple’ın ringe veda etmesini sağlamıştı. “Aslında öyle demek istemediğini biliyorum.” Temple onu ışığa çekti. “Gülümse.” Georgiana, kendisine söyleneni yaptı. “Aynen öyle demek istedim.” Temple, onu kollarına aldı. “İstemedin ama sosyeteden ve yapmak üzere olduğun şeyden korkuyorsun, bu yüzden fazla üzerine gelmeyeceğim.” Georgiana, kaskatı kesildi. “Korkmuyorum!” “Elbette korkuyorsun. Anlamayacağımı mı sandın? Boume’un ya da Cross’un anlamayacağını düşündün?” Kumarhanenin diğer ortaklarından söz ediyordu. “HepiHJ miz çamurlardan sürünerek kurtulduk, ışığa çıktık. Hepimiz bu dünyanın kabulünü alabilmek için uğraştık.” “Erkekler için durum farklı.

” Kendini durduramadan sözler dudaklarından dökülüvermişti. Temple’ın yüzündeki şaşkınlığı görünce, onun önceki sözlerini haklı çıkardığını anladı. “Kahretsin!” Temple, kısık sesle devam etti: “Senin yanlışlıkla trajik bir skandalin kurbanı olduğunu düşünmelerini istiyorsan, dilini tutmalısın.” “Sen gelmeden önce, çok güzel idare ediyordum.” “Köşede saklanıyordun.” “Saklanmıyordum.” “O halde yaptığın neydi?” “Bekliyordum.” “Sosyetenin sana resmi bir özür sunmasını mı bekliyordun?” “Vebadan düşüp ölmelerini yeğlerim,” diye homurdandı. Temple güldü. “İstemekle olsaydı…” Georgiana’yı dans pistinde çevirdi; dönerlerken, salonu aydınlatan mumlar gözlerinin önünde ışıklı bir yol oluşturmuşlardı. “Langley geldi.” Vikont geleli beş dakika bile olmamıştı. Gelişi, Georgiana’nm dikkatinden kaçmamıştı. “Gördüm.” “Ondan gerçek bir evlilik istemiyorsun.

” dedi Temple. “İstemiyorum.” “O halde neden en iyi olduğun şeyi yapmıyorsun?” Georgiana’nm bakışları, salonun karşısındaki yakışıklı adama kaydı. Seçtiği koca adayına. “Sence koca adayımı sağlama almanın en iyi yolu şantaj mı?” Temple gülümsedi. “Bende işe yaramıştı.” “Her adam senin kadar mazoşist değil, Temple. Evlenmem gerektiğini söyleyip duruyordunuz sen, Bourne ve Cross,” dedi azarlar bir tavırla. “Ağabeyimin ısrarlarından söz etmiyorum bile.” “Ah, evet, Leighton dükünün sana oldukça cömert bir çeyiz ayarladığını duydum. Adayların şimdiden başına üşüşmemeleri ilginç. Peki, ya aşk ne olacak?” ”Aşk mı?” Sözcüğü küçümser bir şekilde söylememesi olanaksızdı. “Eminim daha önce duymuşsundur. Soneler, şiirler ve sonsuza kadar mutlu yaşamak?” “Duydum,” dedi. “Burada anlaşmalı bir evlilikten söz ettiğimize göre, sözün nasıl olup da aşka gelebildiğini anlayamadım,” diye sürdürdü.

“Hem aşk aptallara göredir.” Temple, bir süre onu izledi. “O halde çevren aptallarla çevrili.” “Aptalsınız. Hem de her biriniz. Karasevdalılar gibi ortalıkta gezmiyorsunuz. Ve şu olanlara da bir bak!” Koyu renk kaşlarını kaldırdı. “Ne olmuş? Evlendik mi? Çocuklarımız mı oldu? Mutlu mu olduk?” Georgiana iç geçirdi. Bu konuşmayı yüzlerce kez yapmışlardı. Hatta binlerce. Ortakları aşkı bulmuşlardı ve diğer herkesin de aşkı bulmasını istemekte kendilerine engel olamıyorlardı. Bilmedikleri şey, aşkın Georgiana’ya göre olmadığıydı. “Ben de mutluyum,” diye yalan söyledi. “Hayır. Sen zenginsin.

Ve güçlüsün. Ama mutlu değilsin.” Omuz silkerek, “Mutluluğa fazla değer veriliyor,” dedi. “Oysa hiç değeri yok.” “Mutluluk her şeye değer.” Bir süre sessizce dans ettiler. “Görüyorsun ya, mutluluk için olmasa bu işe hiç kalkışmazdın.” “Benimki için değil, Caroline’ın mutluluğu için.” Kızı… Her geçen gün daha da büyüyordu. Dokuz yaşındaydı, yakında ona basacaktı. Bir de bakmışsın, yirmi olmuş. Georgiana’nın burada olma nedeni de buydu. Kavalyesi olan iriyarı adama baktı. Bu adam, onu pek çok kez -/A kurtarmıştı. En az Georgiana’nın onu kurtardığı kadar.

Ona doğruyu söylemeye karar verdi. “Onu koruyabileceğimi düşünmüştüm,” dedi kısık sesle. “Ondan uzak kaldım.” Yıllarca. Ayrılık ikisine de zarar vermişti. Temple da kısık sesle yanıt verdi: “Biliyorum.” Georgiana, dansın göz teması kurmalarına engel olmasına müteşekkirdi. “Onu güvende tutmaya çalıştım,” diye yineledi. Ama bir anne yavrusunu ne kadar saklayabilirdi ki? “Ama yeterli olmadı. Büyüyor, yakında bizim kanatlarımızın altından çıkacak. Daha fazlasına ihtiyacı olacak.” Georgiana elinden geleni yapmıştı. Caroline’ı büyütmeleri için ağabeyinin evine yollamış, onu yasadışı doğumunun skandalından korumak istemişti. Ve işe yaramıştı da. Bir yere kadar… Geçen aya kadar.

“Şu karikatürden söz ediyor olamazsın.” “Elbette o karikatürden söz ediyorum.” “Kimse dedikodu sayfalarını önemsemiyor.” Temple’a bir bakış attı. “Bu doğru değil ve bunu da en iyi sen biliyorsun.” Dedikodu kazanları kaynıyordu. Leighton dükünün ona sosyetede boy gösteremeyeceğini söylediğini, Georgiana’nm da sezonda yer almak için ağabeyine yalvardığını konuşuyorlardı. Söylentilere göre, ağabeyi ondan evlenmemiş bir anne olarak evde kalmasını istemiş, Georgiana da izin vermesi için ayaklarına kapanmıştı. Komşular, bağırışlar duyduklarını öne sürüyorlardı. Ağlayışlar. Küfürler. Güya dük onu sürgüne göndermişti, Georgiana da ondan izinsiz dönmüştü. Dedikodu gazeteleri çılgına dönmüştü. Her biri adı çıkmış Leydi Georgiana Peterson’un geri dönüşüyle ilgili en şaşırtıcı haberi paylaşmak için birbiriyle rekabet halindeydi. Aralarından en popüler olanı, Skandal Sayfası, o dillere destan karikatürü basmıştı.

Üzerinde onu örtecek sadece saçları olan Georgiana, bir atın üstündeydi; kucağında, kundağa sarılı bir kız bebek tutuyordu. Biraz Leydi Godiva 2 , biraz Bakire Meryem gibi tasvir edilmişti. Kibir Dükü yan tarafta, yüzünde dehşete kapılmış bir ifadeyle onu izliyordu. Georgiana, karikatürü görmezden gelmeyi yeğlemişti. Londra’nın yarısını Hyde Park’a döken o sıcak güne kadar… Bir hafta kadar önceydi. Caroline at binmek için yalvarmış; Georgiana, isteksiz olsa da kızını eğlendirmek için işini bırakıp ona katılmıştı. İlk kez insan içine çıkmıyorlardı ama karikatür yayınlandıktan sonra, birlikte ilk dışarı çıkışlarıydı. Ve Caroline bakışları fark etmişti. Serpentine’e bakan bir tepede atlarından inip atlarını gölün kıyısına doğru ilerlettiler. Kışın bitmesine az zaman kala göl, gri ve bulanık görünüyordu. Gölün kıyısında duran bir grup kızın önünden geçtiler. Kızlar Caroline’in yaşlarındaydı. Gruptan fısıldaşmalar, iğneli sözler yükseliyordu. Georgiana bunun gibi kızlarla, bu gruptan iyi bir şey çıkmayacağını bilecek kadar çok karşılaşmıştı. Ama Caroline’in genç yüzünün umutla parladığını görünce, onu çekip götürmeye yüreği el vermedi.

Oysa kızını çaresizce uzaklaştırmak istiyordu. Caroline, onların farkında değilmiş gibi yaparak kızlara yaklaştı. Sanki onların yanma gitmeyi planlamıyormuş gibi. Nasıl oluyordu da tüm kızlar bu hareketi bilebiliyor du? Hem umut hem korkuyla sakince sokulmayı? Fark edilmek için sessiz isteği? Gençliğin ve aptallığın verdiği cesaretin bir mucizesi… Kızlar, önce Georgiana’yı fark etmişlerdi. Kuşkusuz çenesi durmayan annelerinden hikâyeyi birçok kez duymuşlardı. Caroline’ın kim olduğunu da anında tahmin ettiler. Başlar kaldırıldı, hor gören bakışlar belirdi ve fısıltılar arttı. Georgiana geride kaldı, kızıyla dedikoduların arasında girme isteğine karşı koydu. Belki de yanılıyordu. Belki de incelikle karşılanacaklardı. Selamlanacaklar-dı. Kabul göreceklerdi. Sonra grubun lideri onu fark etti. Onlara bakan, Caroline’m onun kızı olduğunu anlamazdı. Georgiana, kızının ablası sanılacak kadar gençti.

Hem sosyeteyle tüm bağını kesmişti, belki tanınmayacaktı. Saklanmıyordu, sadece aralarına girmeyi istemiyordu. Ama güzel sarışın kızın bakışları onu bulduğu an, gözleri tanıdığını belli edercesine koskocaman açıldı. Tüm o dedikoducu annelere lanet olsun! Georgiana, kızının işinin bittiğini anlamıştı. Çaresizce onu durdurmak istedi. Başlamadan bu işe bir son vermek istedi. Caroline öne, kızlara doğru bir adım attı. Çok geçti. “Park eskisi gibi değil.” Kız, yaşından büyük bir deneyim ve küçümsemeyle konuşuyordu. “Hemen herkesin burada gezinmesine izin veriliyor. Soyağacı göz önüne alınmıyor.” Caroline dondu. Duymamış gibi davranmaya çalışırken, çok sevdiği atının dizginleri elinde unutulup gitmişti. Bir başka kız da zalimce bir keyifle, “Anne babasının kim olduğuna da bakılmıyor,” dedi.

İşte! Akıllarda dolanan ama dile getirilmeyen o söz Piç. Georgiana, hepsine sağlam birer tokat indirmek istiyordu. Ahmaklar sürüsünden kıkırtılar yükseldi; eldivenli eller dudaklara götürüldü, göstermelik olarak gülüşler saklandı. Caroline, annesine döndü. Yeşil gözleri yaşlarla dolmuştu. Sakın ağlama, diye yalvardı içinden kızına. Onlara sözlerinin ne kadar doğru olduğunu gösterme! Bu sözleri kızı için mi söylüyordu, yoksa kendisi için mi, emin değildi. Caroline, yanakları kıpkırmızı olsa da ağlamadı. Doğumundan utanmıştı. Annesinden utanmıştı. Değiştirmeye gücünün yetmeyeceği tüm şeylerden utanmıştı. Georgiana’nın yanına döndü. Yavaşça hareket ediyor, tasasızca atının boynunu okşuyordu. Tanrı onu kutsasın, kaçmadığını kanıtlamak istercesine tembel bir tavırla yürüyordu. Georgiana öyle gururlanmıştı ki, boğazında oluşan yumrudan, konuşmayı beceremedi.

Konuşması da gerekmedi. Caroline, duyulabilecek kadar yüksek sesle, “Anlaşılan inceliğe de bakılmıyor,” dedi. Georgiana, şaşkınlığını gülerek atmaya çalıştı. Caroline atma binmiş, ona bakıyordu. “Grosvenor kapısına kadar yarışalım.” Yarıştılar. Caroline kazandı. Bir sabaha iki galibiyet… Peki, ya kaybettikleri? Bu soru, onu şimdiye döndürdü. Aristokratların arasına, Lamont dükünün kollarında dans ettiği balo salonuna. “Geleceği yok,” dedi yavaşça. “Ben mahvettim!” Temple iç geçirdi. Georgiana devam etti: “Ona istediği her şeyi sağlayabileceğimi düşünmüştüm. Chase’in istediği her kapıyı açabileceğini sanmıştım.” O kadar kısık sesle konuşuyordu ki, onlarla beraber dans edenlerden hiçbiri duyamazdı. “Herkes bir kumarhane sahibinin neden bir leydinin piçiyle bu kadar ilgilendiğini merak ederdi.

” Georgiana, dişlerini sıktı. Kendine o kadar çok söz vermişti ki. Sosyeteye sıkı bir ders verecekti. Asla onların karşısında eğilmeyecekti. Kızma dokunmalarına asla izin vermeyecekti. Ama bazı sözler, ne kadar kararlı olursan ol, yerine getirilemiyordu. “Elimde çok büyük bir güç var, yine de küçük bir kızı kurtarmaya yetmiyor.” Duraksadı. “Bunu yapmazsam ona ne olur?” “Ben onu korurum,” diye yemin etti dük. “Senin koruyacağın gibi… Diğerleri de onun arkasında duracaktır.” Bir kont. Bir marki, tş ortakları. Her biri zengin, güçlü ve unvan sahibiydi. “Ağabeyin de ona göz kulak olur.” Yine de;… “Peki, biz olmadığımızda? O zaman ne olacak? Biz gidince elinde tek kalan günah ve ahlaksızlıkla elde edilmiş bir miras olacak.

Karanlık bir hayatı olacak.” Caroline, daha iyisini hak ediyordu. Caroline her şeyi hak ediyordu. Temple’dan çok kendine söyler gibi, “Işığı hak ediyor,” dedi. Ve Georgiana ona ışığı verecekti. Caroline, kendisine ait bir hayat isteyecekti. Çocukları olsun isteyecekti. Daha fazlasını isteyecekti. Ona bunları verebilmek için, Georgiana’nın tek seçeneği vardı: Evlenmeliydi. Bu düşünceyle bakışları salonun karşısındaki adama kaydı. Kocası olacak adama. “Vikontun unvanı yardım edecek.” “Peki, ihtiyacın olan tek şey unvan mı?” “Evet,” diye yanıtladı. “Kızıma layık bir unvan. İstediği hayatı ona verebilecek tek şey.

Belki hiçbir zaman saygı göremeyecek ama unvan, geleceğini güvence altına alacak.” “Başka yollar da var.” “Hangi yollar?” diye sordu. “Ağabeyimin eşini düşün. Kendi karını düşün. Burada zor kabul görüyorlar. Unvansız. Rezil.” Sözleri karşısında Temple’ın gözleri kısıldı ama Georgiana devam etti. “Unvan onları koruyor. Kahretsin, bir kadını öldürdüğüne inandıkları zaman bile seni tamamen dışlayamadılar, çünkü sen her şeyden önce bir düktün. İsteseydin, evlenebilirdin de. Sosyetede sözü geçen unvandır. Ve her zaman da böyle olacak. Sosyetede unvan peşinden koşan kadınlar ve çeyiz parası peşinden koşan erkekler her zaman olacak.

Tanrı biliyor ya, Caroline’m çeyizi gerektiğinden de büyük olacak ama yeterli olmayacak. Her zaman benim kızım olarak bilinecek. Hep benim günahımın izini taşıyacak. Günün birinde aşkı buldu diyelim, düzgün hiçbir adam onunla evlenmez. Langley ile evlenirsem, işte o zaman gelecekte benim skandalımdan sıyrılma şansı olur.” Temple, bir süre sessiz kaldı. Sonunda, sordu: “O halde neden devreye Chase’i sokmayasın? Senin ada ihtiyacın var, Langley’in de eşe ihtiyacı var. Londra’da, nedenini bilen sadece biziz. İki taraf için de yararlı olacak bir anlaşma.” Londra’nın en gözde erkek kulübünün kurucusu olarak, Chase kimliği altında Georgiana sosyetenin düzinelerce üyesini parmağında oynatmıştı. Yüzlercesini. Kimilerini mahvetmiş, kimilerini de yüceltmişti. Chase, birçoğunu parmağında oynatmıştı. Langley’i de kolayca evliliğe itebilirdi. Chase’in araya girmesi, vikont üzerinde sahip olduğu bilgiden söz etmesi yeterdi.

Ama ihtiyaç duymakla istemek aynı şey değildi, bunu en iyi Georgiana bilirdi. Vikontun da evliliğe en az Geou rgiana kadar ihtiyacı vardı ama evlenmeyi hiç istemiyordu. Georgiana’yı tereddüde düşüren de buydu. “Vikontun, Chase araya girmeden de bu evliliğin yararlı olduğuna katılmasını umuyorum.” Temple yine bir süre sessiz kaldı. “Chase’in araya girmesi, İşleri hızlandırırdı.” Doğruydu ama berbat bir evlilik olurdu. Langley’i şantaja gerek kalmadan kazanabilirse, daha iyiydi. “Bir planım var,” dedi. “Ya planın işe yaramazsa?” Langley’in dosyasını düşündü. Belki inceydi ama tahrip ediciydi. Bir ad listesi, hepsi erkek… Ağzına gelen ekşi tadı görmezden geldi. “Daha güçlü adamlara şantaj yaptığım oldu.” Temple, başını iki yana salladı. “Ne zaman bir kadın olduğunu hatırlasam, bir şey söylüyorsun ve… Chase geri dönüyor.

” “Chase öyle kolay saklanmıyor.” “Hatta sen böyle…” Bakışları bir an tüylerden oluşan saç modeline kaydı. “Kadınsı görünürken bile.” Orkestra son notaları çalınca, Temple ile bir başka ağız dalaşma girmekten ya da kızının geleceği için ne kadar ileri gidebileceğini tartışmaktan kurtulmuş oldu. Geri çekilip kendisinden beklendiği gibi reverans yaptı. “Teşekkür ederim, ekselansları.” Unvanı bilerek vurgulamıştı. Doğruldu. “Sanırım biraz hava alacağım.” “Yalnız başına mı?” Öfkesi geri geldi. “Kendimi koruyamayacağımı mı düşünüyorsun?” Londra’nın en rezil kumarhanesinin sahibiydi. Sayamayacağı kadar adamı mahvetmişti. “Bence saygınlığını da korumayı düşünmelisin.” “Seni temin ederim, bir beyefendi bana dokunmaya kalkarsa eline vurmaktan kaçınmayacağım.” Geniş ama sahte bir gülümseme sundu, utangaç bir edayla başını eğdi.

“Eşinize gidin, ekselansları. Ve dans için teşekkür ederim.” Temple, bir süre elini sıkıca tutmayı sürdürdü. Georgiana başını kaldırıp tekrar ona bakana kadar. Sonra yumuşak bir sesle uyardı: “Onları yenemezsin. Bunu biliyorsun, değil mi? Ne kadar çok denersen dene, sosyete her zaman kazanır.” Bu sözler birden kanını kaynattı. Öfkesini bastırmaya çalışırken yanıtladı: “Bu doğru değil. Ve bunu sana kanıtlayacağım.” w Konuşma onu huzursuz etmişti. Tüm gece huzursuzdu zaten. Georgiana huzursuz olmak istemiyordu, bu nedenle bu anı —sosyeteye ve meraklı, yargılayan bakışlara dönüşünü— bu kadar ertelemişti. Başından beri, on yıl öncesinde de bu bakışlardan nefret etmişti. Mayfair sokaklarında dolaşırken onu izleyen o bakışlardan nefret ediyordu. Terzilere, kitapçılara girerken ve ağabeyinin evinin merdivenlerini tırmanırken onu izleyen alaycı bakışlara katlanamıyordu.

Bu yargılayıcı bakışların daha doğmadan kızının kaderini belirlemesinden nefret ediyordu. O bakışların öcünü, sosyetenin tam ortasına bir günah tapınağı kurarak ve altı yıldır ileri gelenleri hakkında sırlar toplayarak almıştı. Düşmüş Melek’e gelen beylerin hiçbiri karılarının her fırsatta yüz çevirdiği kadının her kart atışlarını, her zar sallayışlarını izlediğini bilmiyordu. Sırlarının özenle toplandığını, dosyalandığını ve Chase’in ihtiyacı olduğunda kullanması için hazır edildiğini de bilmiyorlardı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir