Sarp Mogan – Beyaz Yalaka, Kariyer İçin Hayat Feda Etme Sanatı

Ona diyorum ki: “Hâlâ vakit var. Çekip gidebilirsin bu şehirden.” Çünkü sürekli şikâyet ediyor İstanbul’dan. Henüz otuz altı yaşında ve şimdiden bu şehrin karmaşasından, yoruculuğundan bezmiş durumda. Ama, “Hayır,” diyor bana. “Yıllarca okudum, çalıştım, çabaladım, şimdi nasıl bırakıp gideyim?!” “Peki amacın ne?” diye soruyorum. O sırada İstanbul’un en lüks semtlerinden biri olan Etiler’de arabayla ilerliyoruz. Sol eliyle direksiyonu tutarken, boşta olan sağ eliyle camdan dışarıyı gösteriyor. Gösterdiği yer, ülkenin belki de en pahalı apartman dairelerinden oluşan bir site. Bu sitede iki odalı bir evin aylık kirası 5 bin doların üzerinde. “İşte burada oturmaya başladığım gün kendimi başarmış sayacağım,” diyor. Araba kullanırken güvenli olsun diye pipetle içiyor kaynar sıcaklıktaki kahvesini. Karton bardağını sıkıştırdığı bacaklarının arasından eline alıp pipeti yeniden dudaklarına götürüyor. Sağ ön koltukta oturuyorum ve dönüp ona baktığım açıdan bana bu hali, çişini tutamadığı için altına bez bağlanan ve eğilemediği için pipetle su içen bir moruk gibi görünüyor. Aval aval suratına bakıyorum.


Sonra salyam akmasın diye ağzımı kapatıp ben de karton bardaktaki kahvemden bir yudum alıyorum. Gösterdiği siteye bakıyorum, üzerinden başarı’nın tanımını yaptığı siteye… Oysa şu anda oturduğu evi de aynı cadde üzerinde, dört odalı ve kirası aylık 2000 TL olan, gayet güzel bir ev. Önümüzdeki yıllar boyunca patronlarının ve yöneticilerinin kıçını yalayarak iki blok ileri gitmeyi hedefliyor. Hayatının en güzel yıllarını yalan dolan, hırgür ve kahpeliklerle geçirip kariyerinde yükselmek istiyor. Ne için? Yirmi senenin sonunda şu anda oturduğu ev ile aynı cadde üzerinde ve sadece yüz metre ilerdeki siteye geçmek için. Kahvemden bir yudum daha alırken gözüm karton bardağın üzerindeki “dikkat, sıcak içecek” yazısına takılıyor. Çok akıllıca. Böylece kahveyi üzerimize döküp ağır derecede haşlandığımızda kahveciyi dava edemiyoruz ve adamlar hiçbir sorumluluk altına girmiyor. “Biz onları uyardık!” Bu ne muhteşem bir müşteri odaklılıktır böyle. Bu ne muazzam bir tüketici dostluğudur. Haşlanırsan sorumlusu sensin ha, ona göre. Bu kadar seviyoruz, uyarıyoruz seni işte. Daha ne olsun? “Güzel bir site değil mi? Düşünsene, tam sekiz tane havuzu var. Spor salonları falan, içerde yok yok senin anlayacağın,” diyor arkadaşım. Ellerim titremeye başlıyor… Lanet olsun, yine aynı şey oluyor işte! Ne zaman böyle isyan ettiğim bir şey duysam veya beni öfkelendiren bir olaya tanık olsam, önce ellerim titremeye başlıyor, sonra gözlerim kararıyor.

Gerçek hayattan bir anda kopuveriyorum ve olayın devamını zihnimde yaşamaya başlıyorum. Arkadaşımın suratına bakıyorum. Elimdeki karton bardağın kapağını açıp içindeki kaynar kahveyi tam da hayalarının üzerine boşaltıyorum. “Madem kariyer yapacaksın, artık bunlara ihtiyacın yok!” diyorum. Haykırmaya başlıyor. Bacakları ve hayaları haşlanan biri araba sürerken ne tepki verir, böylece öğrenmiş oluyorum. Arabanın kontrolünü yitiriyor ve bir trafik ışığına bindiriyoruz. Bu sırada arabanın kırılmış dikiz aynasında kendimi gördüğümde suratımın Bruce Willis’e dönüştüğünü fark ediyorum. Yine zihnimde Bruce Willis olmuşum! Gözkapaklarımı hızla kapatıp açarak kendime geliyorum. Arabadayım. Arkadaşımın eli hâlâ havada ve bana o pahalı siteyi gösteriyor. Kolunun altından yayılan ter kokusunu içime çekmemeye çalışarak, “Evet harika bir siteymiş gerçekten de,” diyorum. Gösterdiği siteye bakmıyorum aslında. Çünkü gözüm, kaldırımda koşu yapan genç kızın siyah tayt altına giydiği küçücük pembe tangasıyla ikiye böldüğü küçük kıçına takılıyor. O sırada kaldırımda bir puset içinde torununu gezdiren seksen yaşlarındaki düzgün giyimli beyaz saçlı adam da, top gibi yuvarlak pembe tangalı bu kıça bakıyor.

Sonra birden yaşlı adamla göz göze geliyoruz ve torunu yaşındaki kızın kıçına baktığını kimsenin görmediğini sanan dede hızla kafasını pusete çevirip torununun örtüsünü düzeltiyor gibi yapıyor. Ben de mahcup olup arabadaki arkadaşıma odaklanıyorum yeniden. “Başarı” dediği şeyi düşünüyorum. Başarı, Etiler’de bir siteymiş. Ne Vizyon ama! Bu adam Türkiye’nin sözde en iyi liselerinden birinden mezun olmuş, en iyi üniversitelerinden birine gitmiş ve Amerika’da MBA mastırı yapmış biri. Sistemin “başarılı” bir ürünü. Sistem, kocaman bir üzüm bahçesi: Asmalarla dolu. Özel mineral ve hormonlar sayesinde, bir asma dalında normalde yetişebileceğinden çok daha fazla sayıda ve sulu üzüm üretiliyor. Tarım ilaçlarıyla aykırı otların ve istenmeyen haşerelerin üremesine izin verilmiyor. Sadece üzüm. İstediğimiz renkte ve çapta, boyda ve tatta. Genetik teknolojisi sayesinde üzümler daha olmadan biliyoruz renklerini, çaplarını, boylarını ve hatta tatlarını. Ama sistemin tüm kimyasal silahlarına inat, ara sıra yine de bir bokböceği yürüyüveriyor o asmaların arasında. Asmaların arasında yürüyen bir bokböceği gibi hissediyorum kendimi. Hayır.

Artık hayal yok. Kendine hâkim ol, diyorum. Bütün üzüm taneleri birbirine benziyor. Binlercesi. Aynı asmanın ürünleri. Bir üzüm, tek bir üzüm olarak hiçbir halta yaramaz. Tek bir üzüm ile karnını doyuramazsın. Yemekten sonra yenecek bir tatlı olamayacak kadar küçüktür tek bir üzüm. Suyu birkaç damladır, içip susuzluğunu da gideremezsin. Ama binlercesini bir araya getirerek çıplak ayaklarınla ezip şarap yapabilirsin. Bu sayede üzümler bir halta benzerler. Yoksa milyonlarca üzüm içinden o, sadece, bir üzümdür. Sistem. Kocaman bir asma bahçesi. Arkadaşımın üzüm yeşili gözlerine bakıyorum: Gözlerinde o malum sitenin yansıması var.

Artık hayal yok, diyorum. Tamam, belki Bruce Willis değilsin, ama bir bokböceği de değilsin, sakin ol, diyorum kendime. *** Peki dostum, senin hedefin ne? Etiler’de bir kümese ayda 5 bin dolar vermek gibi somut bir şey midir hedefin, yoksa henüz belli bir tanımlama yapmadın mı? Kitapçıların iş ve ekonomi yönetimi reyonlarından seçeceğin bir kitapla kendine bir hedef belirleyemezsin. Zaten “kişisel gelişim” tadındaki bu kitapları okuyarak kendi içindeki ferçeği keşfedip varabileceğin hiçbir hedef de yoktur. Senden önce, seninle aynı yola çıkmaya karar verip o yolculuğun herhangi bir kesitini seninle paylaşan birinden öğreneceğin şey, olsa olsa, o adamın yaşadığı deneyimdir. Bir başkası tarafından keşfedilmiş ve geçilmiş bir yoldan geçerek zengin ve başarılı olan ikinci bir şahsiyet daha olabilir mi sence? Olsaydı dünyada sekiz tane Microsoft, on beş tane Google, yirmi tane Facebook, kırk sekiz tane Levi’s olmaz mıydı? Halbuki İbrahim Tatlıses’ten bile bir tane var. Hatta dünyanın ilk dolar milyoneri olarak tarihe geçen Rockefeller ne der biliyor musun: “Başarılı olmanın yolu, başkalarının bildiği klişe yolları terk edip daha önce denenmemiş yollardan geçmektir.” Sıkıyorsa! Kişisel gelişim kitapları sayesinde çok başarılı olup para kazanmış birileri varsa, onlar da bu kitapların yazarlarıdır: Kitaplarını size satıp iyi bir gelir elde etmişlerdir. Eğer bu kitaplar sayesinde elde edilmiş herhangi bir “kişisel gelişim” varsa, onu elde eden de aynı kişidir: Bir kitap yazmak için hayatında ilk defa kafa patlatmış, bir yayınevine bunu yayımlatmak için kırktakla atmıştır. İşte kişisel gelişim diye buna derim ben! Bundan seneler evvel, “iş yönetimi” ve “kişisel gelişim” alanlarında kitapları olan ve kitapları da gerçekten çok satan bir büyüğüm bana akıl verirken şöyle demişti: “Bak genç adam, şimdi on dokuz yaşındasın. Diyelim ki küçük bir sermayen var, mesela 100 bin dolar. Bunu yirmi senede 50 milyon dolar yapabilirsin. Sihirli kelime ‘girişimciliktir’ aslanım.” İyi ama on dokuz yaşındayken cebimde 100 bin dolarım mı vardı benim? Türkiye’de kaç kişinin on dokuz yaşında 100 bin doları vardır? Onu dinlerken, “Vay be ne muhteşem fikirler bunlar, ben de böyle yapıp köşeyi döneceğim…” diye hayaller kurmuştum. Oysa şimdi hatırlıyorum da, cebimde sadece beni Kızılay’dan Bahçelievler’e götürecek tek kullanımlık Ankaray metro kartı ve bugünkü hesapla yirmi beş, otuz dolar kadar bir para vardı.

Zaten param yoksa senin öğüdünü neyleyim? Zaten param varsa senin öğüdünü neyleyim? Bu kişisel gelişim safsatalarını unut gitsin! Tekrar soruyorum genç dostum, senin hedefin nedir? “Yıllarca okudum, şimdi bir iş bulma zamanı,” diyorsan… “Senelerdir çalışıyorum, artık kariyerimde yeni bir atılım yapma ve yükselme zamanı,” diyorsan… Sana da o gün o arabada arkadaşıma söylediklerimi söyleyeceğim: En azından bir kere daha düşün. Hâlâ vakit varken. Düşündüm ve eminim mi diyorsun? “Bir gün, zirvelere tırmanıp çok yüksek maaşlar alan profesyonel bir yönetici olacağım!” Sonunda bulacağın şey ne olursa olsun, zamanla seni neye dönüştürecek olursa olsun, tüm olasılıkları göze alarak bu yolda yürümeye kararlı mısın? O zaman okumaya devam et dostum… Gel maceramıza başlayalım… Oku! İncil’in ilk cümlesi, “Önce SÖZ vardı”dır. Kuran’ın ilk cümlesi ise “Oku!” Yani Hıristiyanlık sana sözü, kelamı, kelimeyi verir ve onunla ne yapacağına karışmaz. “Al sana söz,” der. İslam ise sana sözü, kelamı, kelimeyi verir ve onunla ne yapacağını da tarif eder. “Al bu sözü ve oku,” der. Hatta kutsal kitabın yanında hadis, sünnet, icma, kıyas gibi birçok fıkıh kurumuyla o sözü nasıl okuyacağına kadar detaylıca sana anlatır. Belki de bu yüzden Müslümanlar asırlarca kendilerine öğretilen şablonlara uymaya çalışırken, Batılı Hıristiyan kültürünün bireyleri, ellerindeki “söz” ile ne yapacaklarını kendileri keşfedip Rönesans ve Reformu gerçekleştirmişlerdir. Oysa ki Kuran’ın takip eden ilk cümlelerinde özgürlüğün formülü de verilir: “Seni bir BİREY olarak yarattık.” Bildiğin, anladığın, algıladığın ve yorumladığın gibi yaşamakta özgürsün. Çünkü Tanrı seni özgür bir birey olarak yaratmıştır. Özgür ol ki, O’nun yolunda yürümeyi kendi iradenle tercih et ve hür iraden O’na itaat edip cennete gitmeni sağlasın. Tanrı’nın sistemi budur. Çünkü Tanrı demokrattır.

Ama Tanrı’nın bize daha doğarken bahşettiği en büyük lütuf olan “özgürlük” ve “hür irade” kavramlarını sulandırıp elimizden alan anasının gözü tipler, tarih boyunca hep var olmuştur. Ve elbette köle insanları da görürüz tarihin her çağında. İçinde yaşadığımız buçağda sen artık özgürlüğünü elde etmiş bir bireysin. Birey. Bir “rey” Seçme ve rey verme hakkı olan bir “Hür İnsan.” Ama “rey”ini “kariyer yapmak” adı verilen modern kölelikten yana kullanmak ve bu özgürlüğünü yaklaşık otuz beş yıl birilerine kiralayıp biraz para, konum, itibar ve statü kazanmak istiyorsun. Kendini doğru pazarlayabilirsen, çok para eder özgürlük. Bakirdir çünkü, eski zamanlarda bakire bir kızın bekareti gibi, çok değerlidir. İnsanlık son elli yıldır köleliği en azından kavramsal olarak bitirdi. Oysa tarihin hiçbir döneminde çalışmak ve çalışan olmak arzusu, son elli yılki kadar popüler ve “tercih edilen” bir şey olmadı. Bu işte bir terslik yok mu sence? Tanrı’nın doğarken bahşettiği özgürlüğü bazı efendiler tarafından elinden alınan insanoğlu, yüz yıllar boyunca sopa ve kırbaç zoruyla köle olarak çalıştırıldıktan sonra, asırlar boyu giriştiği savaşların ve mücadelelerin sonunda özgürlüğünü tekrar elde etmiş ve nihayetinde yeniden birey olabilmişti. Şimdi sıraya girmek, üstelik birkaç sıra öne geçmek için araya tanıdıklar koyarak, birbirimize çelmeler takarak kendi ayaklarımızla koşa koşa gidiyoruz köle olmaya. Çalışacağın muhtemel ilk ofisi canlandırıyorum gözümde: Beyaz floresan ışığın aydınlattığı gri duvarlar ve artık sararmaya yüz tutmuş beyaz bir ofis masası. Kim bilir kaç kıçtan artmış yağlı bir ofis koltuğu. Senden bir süre Önce işten ayrılan veya terfi eden bir çalışanın eski bilgisayarı… Klavyende önceki dönemlerden kalma çay kahve lekeleri… Güzel günler göreceksin çocuğum.

Motorları maviliklere süreceksin. “Biliyorum, görüyorum ve hala kararlıyım,” mı diyorsun? Hadi devam edelim o zaman yolumuza. İçinde yaşadığımız bu çağda sen artık özgürlüğünü elde etmiş bir bireysin. Birey. Bir “rey.” Seçme ve rey verme hakkı olan bir Şöyle eline yüzüne, tipine bir çekidüzen verelim, ne dersin? İmaj Yıllar önce bir içecek firması şöyle bir sloganla yola çıkmıştı: “İmaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey!” Ne büyük yalan! İmaj her şeydir arkadaşım. Her şey imajdır. Sana belki de verebileceğim en önemli tavsiye budur. Okuduğun bu kitaptan tek kazanımın “imajın önemi” bile olsa, bu kitabın yazarı kendini başarılı hissedecektir. Her Allah’ın günü televizyonda boy gösteren şarkıcılar bu konuma, ülkedeki en iyi şarkıcılar onlar olduğu için mi geldiler? Her yıl seçilen güzellik kraliçeleri, gerçekten ülkenin en güzel kızları mı? David Beckham halen dünyanın en çok para kazanan futbolcularından biridir. Peki dünyanın en iyi futbolcusu da yine 38 yaşındaki Beckham mıdır? Bu soruların yüzlercesini sorabilirsin kendine. Ve hepsine de “hayır” cevabı verdiğini göreceksin. Hatta şu anda çalıştığın şirketin genel müdürünü düşün. İçinizde en iyisi o muydu? Şirket içinde veya dışında, ondan daha iyi olduğu halde onun oturduğu koltuğu rüyasında bile göremeyen yöneticiler yok mudur? Vardır. Çünkü iş hayatı bir “şekil” ve “duruş”tan ibarettir.

Kariyer yapmak bir “en iyi olma sanatı” değildir. Bir “en iyi gibi gözükebilme sanatıdır.” Türkiye’nin starı, Beyoğlu’ndaki bir rock barda muhteşem sahne performansıyla dört saat boyunca çatır çatır şarkı söyleyen o genç değil de, ikinci şarkıya gelmeden sesi çatlayan mıymıntı herif olmuştur. Kimse bardaki çocuğun ismini dahi bilmezken, bu karga sesli adamın Twitter’da milyonlarca takipçisi vardır. Ambalaj… Ürün konumlandırma… Ürün tutundurma… Hedef kitleye her türlü taktikle taarruz… 4P, 55, 6 Sigma… Aklına ne kadar karın ağrısı pazarlama ve üretim felsefesi geliyorsa… Bir şirketin ürün ve hizmetlerini pazarlamaya başlamadan önce kendini pazarlamalısın. Hem de yıllarca sana öğretilen tüm pazarlama ve tutundurma taktikleriyle. Şirket içinde arkadaşların ve yöneticilerinle ilişkilerinde, dışarıda ise diğer firmalar ve müşterilerle olan ilişkilerinde her zaman ve her daim başarılı bir ambalaja sahip olmalısın. Bu ambalaj senin kendini doğru pazarlamanı ve en yüksek değere satmanı sağlayacaktır. Peki iş hayatındaki ambalajın olan “imaj” neleri kapsar? 1. Prezentabl dış görünüş 2. Etkileyici özgeçmiş 3. Hesaplanmış tavır ve davranışlar Sen artık sen değilsin. Sen artık bir ürünsün. Kendini bir ürün gibi görmezsen kariyer yapmayı unut gitsin. Kariyer yapmak, asla ve asla kendin olmamak demektir.

Bir roldür. Bir markalaşma, pazarlama ve halkla ilişkiler çalışmasıdır. Üzülme. Yaz tatilinde anneannenin yazlığmda kayısı marmelatlı katmer yerken, ayağında parmak arası terliğinle kendin olabilirsin. Yılda beş altı gün için ama, daha fazla değil. Kalan 360 gün bize lazımsın. Dış Görünüş Dış görünüş hakkında biraz fikir sahibi olmak istersen, İstanbul’un plazaları ve gökdelenleriyle ünlü iş merkezlerinden birinde iyi bir restoran seçip öğle yemeği saatlerinde oralarda takılabilirsin. Burada göreceğin insanlar ilk bakışta sana şık ve bakımlı geleceklerdir. Gerçekten de bazılarının dış görünüş konusunda başarılı olduklarını söylemeliyim. Buradaki anahtar kelime “başarılı”dır. Madem kariyer yapıyorsun, o zaman sızlanmayı veya direnmeyi kesip bazı şablonlara harfiyen uymak zorundasın. İçinden geldiği gibi giyinip saç kestirme konusunu, içinden geldiği gibi yaşamaktan vazgeçip kariyer yapmaya karar verdiğin gün düşünecektin. Korkma, şablonumuz basit. Öncelikle fit bir görünümün olmak zorunda. Göbeğinle de kariyer yapabilirsin ama senin hedefin bir departmanda şef olmak falan değil ki, en tepelere oynamak.

En önemli kural, bel bölgesinde yağlanma olmamalı. Tannrım ne kadar terbiyeliyim… Göbeği salmayacaksın arkadaşım. Hele yanlarda “aşk tutacakları” varsa, hemen mekik ve twist hareketlerine başlamak için “marka” bir spor salonuna yazılmalısın. O salonu da nerededir diye çok aramana gerek yok. Öğle yemeği saatlerinde rastladığın şık plaza çocuklarını takip edersen, o civarlarda takıldıkları bir salon muhakkak bulacaksın. Öyle her salona gidemezsin. Gittiğin salon da, süpermarket de, sinema da marka olacak. Neden? Çünkü gittiğin mekânlarda daima senin yolunda yürüyenlerle veya bir zamanlar yürüyüp yükselmiş adamlarla karşılaşacaksın. Bu iş harici ortamlar, çevre edinip bu çevreyi menfaatlerin için kullanabileceğin eşsiz yerlerdir. İş hayatında en tepelere süratle yükselmenin yolunun hâlâ “başarılı olmak”tan geçtiğini zannediyorsan, sana tavsiyem, yüzüne soğuk bir su çarpıp kitabın başına dönmendir. Işıltılı harfler ve büyük bir K harfiyle yazılan “Kariyer” dünyasında kısa sürede en tepelere tırmanabilmenin yolu, doğru zamanda doğru yerde olup doğru kıçları öpmekten geçer. Hepsi bu. Sen böyle bir taraflarını yırtıp kendine ortamlar yaratmaya ve güçlü bir lobiye kapağı atmaya uğraşırken bir de bakmışsın, piçin biri elini kolunu sallaya sallaya şirketten içeri girivermiş ve yıllardır peşinde koştuğun ne kadar mevki makam varsa hepsini kısa sürede elde etmiş. İşte hep aklında tutman gereken bir insan grubu. Bunlar, zaten bir şekilde “ayrıcalıklı” doğan adamlardır.

Adamın babası patronun veya genel müdürün eşi dostudur veya aralarında bir çıkar ilişkisi vardır. Sen yıllarca çalışır didinirsin ama bu adam altı ayda senin üç yılda alamadığın yolu alır. Ardından öylece bakakalırsın. Hırslanıp üzülmene gerek yok. Bu, değiştirebileceğin bir şey değildir. Norveç’te bir seyahatteyken geri zekâlılar için yazılmış ve kapağı da sanki bir “Kutsal Kitap”mış gibi tasarlanmış Norveççe bir kişisel gelişim kitabı geçiyor elime. Norveçli arkadaşım çevirerek okuyor orada yazan eski bir duayı: Tanrım, Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme cesareti, Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenme gücü, Ve ikisi arasındaki farkı anlama yeteneği ver. Kitap Norveççe olmasa okuyacağım, çok merak ediyorum. Ama kapağından anlaşıldığı kadarıyla okumaya da pek gerek yok, mesaj belli. Okuyucu kitabı aldığında sanki ellerinde ilahi bir eseri tutuyormuş gibi hissetmesi amaçlanmış. Böylece kitabın içindeki boş ve bir halta yaramayan mesajlara da ciddi bir hava verilmeye çalışılmış. Ha, bunu yiyecek bir Hıristiyan var mıdır dersen, kitap Norveç’te “bestseller” olmuş, söyleyeyim. Şiirsel bir pazarlama çalışması.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir