Sebahattin Demiray – Kayip Isimler Sozlugu

Bir yabancının, hiç tanımadığım bir âdemoğlunun felâketini anlatmak ne kadar kolaymış meğer… El alemin başından geçenleri anlatırken dinleyenler zevk alsın, hikâyem iyi anlaşılsın, akıllarda ve hafızalarda güzel bir masalın taptaze lezzetini bıraksın diye tek derdim süslü kelimeler aramaktan başka bir şey olmazdı. Kıssalarımı dinleyen paşalar, beyzadeler ve hanımlar cebimi bahşişle doldursunlar da ben de gidip Amber Dudu’nun umumhanesindeki en pahalı, en güzel yosmanın koynuna girerek günümü gün edeyim diye, dilimle hayat verdiğim o zavallılara, gerçekte yaşamış olduklarından kat kat fazla acı çektirip bir kez daha son nefeslerini verdirirdim. Mabatlarına çaktığım afili bir tekmeyle o biçareleri, tırnaklarımla, daha doğrusu hemen o an uydurduğum süslü püslü kelamlarla az evvel kazdığım toprağın iki metre altındaki mezarlarına yollar, olmazsa aşk acısıyla çıldırtır ya da rutubetli, zifiri karanlık zindanlarda ıstırapların en büyüğünü çekmeye mahkûm ederdim onları. Ben anlattıklarımla en zalim bostancıbaşıyı bile ürkütecek kadar elleri kanlı bir cellat, dilimden dökülen masallarla ustam Şehrazat’ı bile ürpertecek bir masalcı, yeri ve zamanına göre de kenarı nakışlı, ortası da çiçekli aşk kelimeleri uydururken, Leylası’na diller döken Mecnun’dan bile daha yalancıydım. Ha bir de unutmadan söyleyeyim, ben burnundan kıl aldırmayan o gudubet suratlı paşaların en Nemrut’unu bile güldürürken otuz iki dişinin en az yirmi yedisini o mekânda bulunan cümle ahaliye gösterecek kadar da komiktim. Sadece Şehr-i İstanbul’un değil, bütün ülkenin, belki de Mağrip’ten Kafkaslar’a, Anadolu’dan Urumeli’ne tüm üç kıtanın en yetenekli meddahı bendim. Öylesine yetenekli bir anlatıcıydım ki; Osmanlıca dile getirdiğim kıssadan, dinleyicimin Musaoğulları’ndansa İbranice, İsaoğulları’ndansa Latince hisse çıkarmakta zorlanmadığını, suratlarındaki küçücük bir mimiğin yer değiştirmesinden anlardım. Birçok meslektaşımın, kıyısından köşesinden yarım yamalak bildiği masalları; Benli Binnaz’ı, Kayıkçı Güzeli’ni ve Kadının Fendi Erkeği Yendi’yi de çerez niyetine anlatırdım. Evet gördüğünüz gibi hiç mütevazı değilim, hatta kışın Şehzadebaşı’nın Direklerarası tiyatrolarında, güzün Tatavla’nın çayır kumpanyalarında ve Galata’nın, Tophane’nin, Eminönü’nün, Haliç ve Boğaz boyundaki bilumum meddah kahvelerinde hâlâ ‘Kendini beğenmiş’ diye dedikodumu yapan meslektaşlarım bile vardır, kim bilir? Evet, belki söyledikleri gibi ‘kibir büyük günahlardan biriydi’ ve ben böyle şişinip böbürlenmemin cezasını çekeceğim günün gelmesini, farkında olmadan bekliyordum. Genç yaşıma rağmen, mesleğimin eskileri Atıf, Hakkı, Şevki, Komik Abdürrezzak, hatta Kavuklu Hamdi ve Kel Hasan bile, beni sahnede hayranlıkla izliyorlardı. Hatta her gösteriden sonra yanıma gelip, ben peşkirle yüzümdeki ve ensemdeki terleri silerken ve içerdeki hayranlarımın alkışlarının keyfini çıkarırken, sanki ağız birliği etmişlercesine hepsi kulağıma aynı yalanı fısıldıyordu: “Sende tıpkı gençliğimi görüyorum!” Söylediklerine göre büyük bir aktörmüşüm ben. ‘E, bunu ben de biliyorum,’ diyordum kendi kendime, ‘sizin nalıncı keseri gibi kendinize yontmanız gereken bir şey yok bunda.’ Her ne kadar bunları aklımdan geçirsem de yüzlerine söylemiyordum. “Sizin devriniz bitti, eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı,” demediğim gibi. Fakat Sultan Abdülhamit Han hazretleri namımı duysun, kabiliyetimden haberdar olsun da beni Yıldız Sarayı ismindeki altın kafese koydurup sırtıma da püsküllü, sırmalı Mızıka-i Hümayun üniformasını geçirsin, meydan da onlara kalsın diye, sarayın mabeyincilerine ve hünkâr çavuşlarına rüşvet verdiklerinden haberim olmadığını sanıyorlardı.


Sonunda o da oldu, ama benim size bahsedeceğim, dinleyin diye iki göz iki çeşme, salya sümük anlatacağım bela, sandığınız gibi benim yazılı, mühürlü ve imzalı bir emirle saraya aldırılıp, padişah hazretlerinin özel meddahı yapılmam meselesi değil. Benim için asıl kızılca kıyamet saraya girip, Mızıka-i Hümayun üniformasını giydikten epey bir zaman sonra koptu. Ben Grand Rue de Pera Caddesi’nin balozlarında, Boğaz kenarındaki herhangi bir yalıda ya da köşkte anlatacağım hikâyeyi merakla bekleyip bana bön bön bakan seyircilerimin karşısına çıktığım andan itibaren, ağzımın içinde dilimin her dönüşünde, beni izleyenleri ufak bir vücut hareketi ya da mimikle istediğim hâle sokup, duruma göre ağlatır ya da güldürürdüm. Felaketimin en önemli sebebi belki de bu kadar gözün aynı anda üzerimde olmasıydı. Bakışlarıyla sanki bir yerlere, birilerine ‘Aha işte bu!’ der gibi gizli bir işaret göndermişlerdi. Mükemmelim, duygusu insana kendi dışında bir suçlu aratıyor nedense. Halbuki her şeyi başından sonuna kadar ben istemiştim, hatta üşenmeyip planlar kurmuş, dalavereler çevirmiştim. Yıllarca hiçbir kaygı duymadan bir sürü insana anlattığım, anlatmakla kalmayıp rollerine büründüğüm, hatta aynı onların sesleriyle konuştuğum o zavallı kahramanlarımı iyice rezil ettikten sonra, sanki bir meziyetmiş gibi tiyatroların kubbelerini çınlatacak kadar çok alkış bekliyordum ben. Fakat şimdi şu an kendi felaketimi anlatmak için seçtiğim şu kelimelere, cümlelere bakıp, ‘ben aslında o yaptığım fenalıklarla bu başıma gelenlerin hepsini hak etmişim,’ diye kabullenmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Hayranlarımın hepsinin çok mutlu sandığı Meddah Abidin Efendi şu an çok yalnız ve hiçbirisinin tahmin bile edemeyeceği kadar bedbaht ve üstelik çok kederli. Şu halime şahit olsalar, benim yine rol yaptığımı sanıp gerçekten bu ruh halinde olduğuma inanmazlar biliyorum. Çok yetenekli bir aktör olmanın böyle kötü tarafları da var işte. Her kılığa ve role bürünüp her şey olabiliyorum. Fakat buna hakkım yokmuş gibi bir kendim olamıyordum. Oysa ben Padişah efendimize bile, haddini bildirmek için gitmiştim beni saraya çağırdığında.

Kumpaslı hikâyeler anlatıp korkudan kanını donduracak, ona dünyanın kaç bucak olduğunu gösterecektim. Meğer bütün saltanatım, yıllarca kazanıp biriktirdiğim şanım da şöhretim de oraya, Yıldız Sarayı’nın kapısına kadarmış. O vakte kadar ne büyük felaketler yaşamama ramak kalmıştı da kıl payı kurtulmuştum. Gözünü kırpmadan üç mecidiye için adam boğazlayan eşkıyalarla soğuk, rutubetli ve tütün kokan kasvetli han odalarında dip dibe yatmış; Piri Reis’in sabahlara kadar mum ışığında göz nuru döküp çizdiği haritalarında bile yeri küçücük bir noktayla dahi gösterilmeyen sapa dağ başlarında yolumu kaybetmiştim. Bindiğim gemiler korsanlar tarafından saldırıya uğramıştı; hatta bir defasında üzerime çığ düşmesine rağmen hayatta kalmıştım. Hoş şimdi hayattayım da, bir sorun bakalım, içtiğim kahve, tüttürdüğüm nargile aynı tadı veriyor mu bana? Günlük güneşlik mi yine sokaklar? yine ışıl ışıl mı? Eğlenceli mi balozlar? Hayatın yine karanfilli şerbet tadında olduğunu kim söyleyebilir bana, kim inandırabilir beni buna? En önemlisi oturduğu pöstekinin üzerinden envai çeşit hikâyeler uyduran, uydurmakla kalmayıp; bunları kırk hünerle, dinleyenlere hissettirmeden kuyruğundan ve kulağından birbirine bağlayan; diğer kıssahanların seyrederken kıskançlıktan tırnaklarını yediği Meddah Abidin Efendi miyim hâlâ? Beni en çok şaşırtan, sanki canım çıkacakmış gibi ıstırap duysam da hayatın devam ettiğine şahit olmamdı. Bu şehrin, hatta bu ülkenin tüm insanları çektiğim acıya ortak olsunlar, nasıl ki bir zamanlar anlattığım hikâyeler sonrasında beni alkışladılarsa, şimdi de benim için ağlasınlar istiyordum. Oysa benim yıllarca hikâyeler anlattığım mekânlar; kahveler, balozlar, tiyatrolar, yalılar ve konaklar şu an dolup dolup boşalıyor yine biliyorum. Evet, şu anda o insanlar o mekânlarda zavallı Abidin Efendi’nin biçare halinden habersiz, yine eskiden olduğu gibi gülüp eğleniyorlar. Sokakta oynayan marazlı, iskelet gibi sıska çocukların bile cıvıl cıvıl sesleri geliyor kulağıma. Tefarikçiler, demirhindiciler, seyyar berberler, ciğerciler bağıra çağıra geçiyorlar dışarıdan. Bitişik evdeki komşum, benim bu biçare halimden habersiz güpegündüz beyaz nevresimler içerisindeki karyolaya yatırıp karısını beceriyordur belki. Kulağımı duvara dayasam biliyorum, duyacağım seslerini. Fakat o zevk iniltilerine şu an tahammül etmem mümkün değil. Oysa ben istiyordum ki şehirde bir yangın çıkmalı hemen şu an.

Hiçbir tulumba sandığının söndüremeyeceği kadar büyük alevler sarmalı çatıyı bacayı. Ejderha dili gibi uzun ve sivri uçlu kızıl yalazlar gökyüzündeki bulutları yalamalı. Bir ‘hareket’ olmalı mesela. Sarı inek, sırtına konan sineği kuyruğuyla kovarken tepinin boynuzundaki arzı titretip sarsmalı. O sarsıntılar ufak ufak zelzeleyle dönüşmeli hemen. Kıpır kıpır oynatmalı taşı toprağı yerinden. Bu şehir yıkılmalı yani, bir matem havası çömmeli bütün İstanbul’un üzerine. Çünkü bu acıyı ben tek başıma yaşayamam, bir başıma göğüsleyemem bu kederi. Evet, hemen şimdi insanlar sus pus olup, evlerinden kapı dışarı çıkmamalı, gülüp eğlenmeyi, ben izin verip onlara söyleyene kadar unutmalılar. Böyle bir şeyi nasıl isteyebilirdim insanlardan, nasıl beklerdim böyle davranmalarını? Bu acıyı tek başına, paşa paşa yaşayacaksın Meddah Abidin Efendi. Çünkü sen bir sürü insan senin şu an yaşadığın gibi, belki seninkinden kat kat daha fazla acılar ve ıstıraplar çekerken, vebadan, karahummadan ve verem illetinden kırılan sevdiklerinin üzerine soğuk toprağı yorgan yaparken bir düşün bakalım nerelerdeydin ve neler yapıyordun. Ben nerede olacağım, ya bir meyhanedeydim ya da bu şehrin aşağılık bir kerhanesinde gönlümün toplu iğne başı kadar eğlenmedik yeri kalmasın diye, yosmalara keselerle para saçıyordum ya da bir perdesi benim için açılan bir tiyatro sahnesinde sonrasında cebimi çil çil altınlarla dolduracağım, bu yeryüzünde daha kimsenin işitmediği yepyeni, taptaze bir hikâyenin tekerlemesiyle lafa başlıyordum. Şu acılı halimde bile benim üzerime söz bulacak başka bir meddah yok. Kısacası, ateş düştüğü yeri yakıyordu. Ateş benim gönlüme aşk acısı kılığında düştüğünde, Yıldız Sarayı’nda, Sultan’ın huzurunda, onun ilginç bulacağına inandığım, serimi insaflı, düğümü kumpaslı, fakat çözümünün nasıl olacağını benim de bilmediğim, uzak diyarlardan, garip, zararsız bir hikâye anlatıyordum.

Baştan imkânsız olduğunu sandığım ama yanıldığım, yanıldığıma sevindiğim, şu an ise sevindiğime kızdığım bir sevdaya tutulmuştum ben o gece o mekânda. Bir cariyeye, haremin en esmer, bir o kadar da güzel kadınına âşık olmuştum. Masalımın tam da orta yerinde dışarıdan tulumbacıların attığı naralardan, Beşiktaş’ta o alışılagelmiş yangınlardan birinin daha çıktığı haberi duyulmasaydı, şu an benim hayat hikâyem de sanırım bambaşka olacaktı. İşte kader böyle bir şeydi. Görünmez bir el gelir ve bazen bizim haberimiz bile olmadan, görünmez bir kalemle alnımızdaki yazının bir yerine bir virgül koyup yeni eklemeler yapabiliyordu demek ki. O gece Beşiktaş’ta o yangın çıkmasaydı, tulumbacıların şamataları duyulmasaydı salondakiler ne olup bittiğini anlamak için ayaklanmasalardı benim için her şey daha başka olacaktı kesinlikle. Böylece ben de başından beri hikâyemi tül perdenin arkasında dinleyen harem kadınlarından ve neler olduğunu anlamak için perdeyi aralayan o güzel kadından haberdar olmayacak, namahreme baktığımı fark eden Haremağası Necip Efendi’nin şimşek çakan, öfkesi içime akan, nefret dolu gözlerini de görmeyecektim. Hayat herkes gibi, her zaman olmasa bile zaman zaman benim için de zordu. Böyle durumlarda, ‘hayat keşke benim anlattığım kadar kolay olsaydı,’ diye hayıflanmadan edemezdim. Hikâyelerimi ve masallarıma dilimle nasıl yön veriyorsam, kendi yaşamıma ve hayatımın gidişatına da dilimle yön verebilmeyi çok isterdim aslında. Ya da ne bileyim, bir başkasının anlattığı hikâyede adı geçen Abidin Efendi olsaydım ben, bu başıma gelenlerden hiç haberim olmasaydı. Ünzile Sultan’ın altının temizliği için tahta kovayla sarnıçtan su çekerken hep bunları düşündüm. Sapına ip bağlı kovayı sarnıcın ağzından sarkıttığımı hatırlıyorum, bir de çektiğimi. Dalıp gitmişim bu düşüncelere. Ne kadar zamandır burada bu sarnıcın başında eğilip suya bakmaktayım farkında değilim.

İpini çözdüğüm kovayı sapından kavrayıp sarnıcın rutubet kokan bölmesinden çıktıktan sonra, ikinci kata uzanan merdivenlere doğru yürüyeceğim sırada loş mutfakta bir karaltının kıpırdadığını ürpererek fark ettim. Mutfağa doğru iki adım atınca dış kapının üzerindeki pencereden vuran gün ışığının yardımıyla Necip’in kapkara yüzünü gördüm. Avcuyla kavradığı bir elmayı kemiriyordu. Beni görünce elmanın suyuyla ıslanmış dudaklarını gererek tebessüm ettiğine göre, dün gece Mukaddes’e yaptıklarımı bilmiyor, ya da bilmezlikten geliyordu. Bağırışlarımı duymadıysa, sabah Mukaddes’in yüzündeki morlukları da mı görmedi acaba? Artık bana sarayda göz göze geldiğimiz zamanki gibi kötü kötü bakmıyordu, ama bu durum ona karşı yüreğimi yumuşatmama yetmiyordu. Hatta bu barışçı ve sakin halleri benim ona karşı şüphelerimi daha da artırıyordu. Kemirdiği elmanın beni ifrit eden sinir bozucu ısırma, çiğneme ve yutma sesini duymamak için, gelip kovayı elimden almak üzere hamle etmesine aldırış etmeden merdivenlere doğru yürüdüm. Merdivenleri gıcırdatarak, kovadan sızan su damlalarıyla basamakları ıslata ıslata ikinci kata çıkarken, başımı çevirip Necip’e bakarken kendi kendime, “Keykâvus kim? Senin ondan haberin var mı?” diye söylendim. Şimdi soracak olsam, yüzüme hınzırca bakıp sadece elmanın lezzetinden bahsedersin değil mi Necip Efendi. “Sulu, üstelik tatlı ve bak gördüğün gibi kırmızı,” dersin değil mi Necip? Benden iyi bilirsin sen Keykâvus’u da onun öğütlerini de ama işine gelmez durduk yerde hatırlayıp yüreğini sızlatmak. Korkma yaranı deşecek değilim, bir hesabım var seninle, onu da sinsice halletmesini bilirim ben. Aslında iki dakikada laf kalabalığıyla hallaç pamuğu gibi evirip çevirip atarım o küçük beynini ya.” Ne demiş Keykavus öğüt verdiği oğluna? Zenci hadım alacaksan derisi kayış gibi simsiyah olsun, çirkin olsun ki haremindeki kadınların, hadım filan demeyip onun erkekliğinden medet ummasınlar. Nasıl kıskanıyorum Mukaddes’i şu kara mendeburdan? Niye aldım ki onu evime? Niye açtım mahremimin kapısını? Bu işler işte böyledir Meddah Abidin Efendi, iyilikten maraz doğar, diye boşuna dememişler. Önce acıyıp evine alırsın sonra bir hadımdan bile namahremini kıskanırsın.

Allah’ım, ne yapacağım, nasıl kurtulacağım ben bu beladan? Nerelere gitsem, daha kimlere muskalar yazdırıp, büyüler yaptırsam? Merdivenin başına vardığımda kovayı yere koydum. Yorulduğum için değil, fakat o an şeytan dürttü, dayanamadım, illa Necip’e bir şeyler söylemek, bir laf çarptırmak istedim. Kafamı eğip tırabzanın aralığından aşağıya baktım, hâlâ oradaydı. Neredeyse az önce yiyip bitirdiği elmanın çekirdekleri görünen koçanına aval aval bakıp oyalanıyordu. “Zülüf Ağa sizlere ömür!” dedim. Aniden işittiği sesimden değil, duyduklarından irkilerek başını yukarı kaldırıp şaşkın gözlerle baktı yüzüme. “Ya!” diye afalladı. Bir an ne diyeceğini bilemez bir halde öylece yüzüme bakıp kaldı. Ardından kendine gelip yutkunarak, ince kadınsı ses tonuyla, merakla, “Ne, ne zaman?” diye kekeledi. “İki gün evvel!” dedim, eğilip kovanın sapını kavrarken. “Yazık be, daha yeni evleniyor diye duymuştum,” dedi, kovayı yerden alarak Ünzile’nin odasına doğru yürürken. Fakat ben bir şey söylemeyip Ünzile’nin odasına doğru yürüdüm. Benim beklemediğimi fark edince hareketime alınmış gibi, arkamdan kendi kendine söylendi, “Göz değdi garibe,” dedi, “düpedüz nazar bu! Kem göz, başka ne olacak?” Asıl içimden geçeni, yani Necip gibi harem dağıtılınca Yıldız Sarayı’ndan tekaüt edilmiş harem ağalarından olan Zülüf’ü öldüren şeyi söyleyemedim. Hadım olduğu halde evlenmeyi kafasına takmıştı. Yıllarca biriktirdiği parayı evleneceği kadına başlık parası vererek razı etmiş ve gerdek gecesi için Frenk gâvurlarına erkeklik aleti yaptırdığını duymuştum.

O gavur icadını kayış kemerlerle beline ve kasıklarına bağlayıp kadının apış arasına boylu boyunca uzanıp kullanamadan, aletin muhafaza kutusuna giren yılan tarafından sokulduğunu söylemeye de nedense içim elvermedi. Necip’i korkutmak üzmek için dile getirdiğim lakırdı, onu Zülüf Ağa’nın ölümünden haberdar etmekten başka bir işe yaramamıştı. Ünzile’nin sidik kokan odasına girerken bu yufka yürekliliğime kızdım. Kendi kendime “Bak görüyor musun Necip?” dedim, “Bu işlere heveslenenlerin başlarına neler geliyor!” diye söylendim. Ünzile’nin altını temizlemek için su getirmemi bekleyen karım Mukaddes, odaya girerken kıpırdayan ağzıma bakıp ona bir şey söylediğimi sanarak dikkat kesilmişti. Dilsizdi Mukaddes. Esir tacirlerinin elinden kaçmaya teşebbüs edince, diğer esirlere ibret olsun diye, ucuza satma pahasına ağzına atılan kor küçük dilini dağladığı için dilsizdi. Yıldız Sarayı’nın ve belki de bugüne kadar yüzyıllarca Osmanlı Haremi’ne girmiş olan yegâne dilsiz cariyeydi Mukaddes. Fakat Küçük Mabeynin ve belki de bütün haremlerin eşiğini adımlayan cariyelerin belki de en güzeli yine oydu. Yırtıcı kuşların tırnaklarıyla birbirlerinin kuyusunu kazdığı, kapılarında ejderha kılıklı hadımların gardiyanlık yaptığı, kumpas yuvası, altın parmaklıklı mahpushanede ne kadar şansı olabilirdi ki onun? Ama şansı olmuştu. Orada efendisinden hamile kalacak kadar şanslı, fakat içeride aldığı yükü dışarıda, hatta getirip benim evimde doğuracak kadar bedbahtmış. Esmer güzeliydi Mukaddes. Teninin rengi Necip’in siyah teninden biraz daha açıktı ve bu, harem güzelleri arasında onun göz alıcı yaldızı olmuştu muhakkak. Fakat ona artık eskisi gibi ağlayan ve yalvaran gözlerle bakmadığımı er geç fark edecekti. Zira Deli Veli Payzen Baba’nın bana yedi gün suyunu içmem için yazdığı eshar nüshası etkisini göstermeye başlamıştı.

Utanıyorum bunu söylemekten ama yine de dile getireceğim, ister ayıplayın ister kızın bana; dün gece ilk defa onu dövdüm. O, bana bunun sebebini soran, ağlayan gözlerle bakarken, bir açıklama yapmadan neresine denk geldiyse vurdum. Ona karşı hissettiğim güzel duygular Kafdağı’nın ardına düşsün diye, Payzen Baba’nın bir kâğıda ayak resmi çizip etrafına yan yana geldiğinde aşk acısına son verecek sihre sahip Arapça harfler serpiştirdiği bir muska yazdırdım. O kâğıdı akşamdan su dolu bir kâsenin içine yatırıp beklettim. Sonrasında biraz umutsuzca olsa da tedavi gören ve eski sağlığına kavuşmak için ilaç diye zıkkımın köküne bile sarılan her umarsız hastanın yaptığı gibi ben de can havliyle yedi gün seher vakitlerinde döşeğimden kalkıp uykulu gözlerle ve el yordamıyla kâseyi kafama dikip o tılsımlı suyu derdime deva olması için içtim. Fakat ben yine de bana yapılan, yapıldığını hissettiğim her kötülüğün karşılığını benim seçtiğim bir vakitte misli misli vermesini bilirim. Birileri o öfkemin dinmesini, içimde yanan o ateşin gün gelip küllenmesini, unutulup, hafızamdan silinmesini boş yere hiç beklemesin. Sen Mukaddes, sen Necip, eğer birinin başına bir bela açmanız gerekiyorsa bilin ki o ben değilim. Sizi kılıç zoruyla Habeş çöllerinden, ailenizden, yuvanızdan, yurdunuzdan kaçırıp dünyanın bir ucuna, buraya; İstanbul’a ben getirmedim. Rutubetli gemilerin ambarlarına ben kilitlemedim sizi, esir pazarlarında açık artırmayla satan da ben değilim bilesiniz. O uğursuz ameliyatı ben yapmadım sana Necip, kesilip budanmasaydı şimdi belki iki karış kasıklarında sallanıp duracak olan organını da ben kesmedim. Kan kaybından ölme diye yarana kızgın yağı ben dökmedim, kanaman dursun diye boğazına kadar kızgın kumun içine de ben gömmedim bilesin. Yürek paralayan sesiyle ağlayan Ünzile Sultan’ı göğsüne bastırıp sallarken bir yandan da yüzüme ifadesiz gözlerle bakan Mukaddes’e yineledim Necip’e anlattıklarımı: “Zülüf Ağa vardı ya,” dedim, kovayı yere bırakırken, “İşte o, ölmüş adamcağız!” Kederlenip üzüleceğine aldırmadan, Necip’e söyleyemediklerimi hiç çekinmeden anlatmaya başladım. “Hani evlenmeye karar vermişti ya, işte o iş için, gerdek gecesine hazırlık olsun diye, ecnebilere çuvalla para verip usta elinden çıkma bir alet yaptırmış. Kader işte, aletin muhafaza kutusuna giren yılan sokup akıtmış zehrini zavallıya.

O an cansız düşmüş yere.” Kucağından yere indirip Ünzile’nin kundağını çözerken sessizce dinledi söylediklerimi. Dün gecenin izlerini taşıyan yüzüne bakıp imtihan ettim. Donuktu, ufacık bir kaygı ifadesi bile yoktu. Sadece duyan her insanın üzüleceği kadar üzülmüştü sanki Mukaddes. Sekinin kenarına oturup pencereden dışarıyı seyrettim bir süre. Sarnıçtan su çekerken seslerini duyduğum marazlı oğlanlar, sokakta boynuna ip bağladıkları, uyuz, çelimsiz bir itle oynuyorlardı. Şehre kuduz ve hastalık yayarlar korkusuyla, tıka basa gemilere doldurulduktan sonra, açlıktan birbirlerini yesinler diye Marmara Denizi’nin ortasındaki, Allah’ın bile unuttuğu Hayırsızada’ya bırakılan başıboş köpek sürüsünden nasıl olduysa arta kalmış bir zavallıydı. Kundağı açılıp altı serinleyince Ünzile’nin ağlaması kesilmişti. Mukaddes’in kovadaki soğuk suda ıslattığı bez tenine değiverince irkildi. Sonra kıpır kıpır gözleriyle etrafa bakınırken beni gördü; dudaklarının iki ucu yukarı doğru kalktı, hafifçe gülümsedi. Ben de ona doğru eğilip ağzımı burnumu yamultarak ona şirinlikler yaptım. Suratımın şekli değiştikçe başka başka kimseleri görüyormuş gibi şaşırdı Ünzile. Dilini dişsiz, minnacık ağzında yuvarlaya yuvarlaya, yalnız kendisinin belki bir de meleklerin anlayabildiği sabi lisanıyla bana bir şeyler söyledi. Ben de buna karşılık ağzımı kocaman açıp gözlerimi sıkıca yumdum.

Yüzümü buruşturup gözlerimi yuvalarında fıldır fıldır çevirip, suratımdaki kasları serbest bırakarak, üzerinde hiçbir hakkım olmayan, hiçbir kan bağım bulunmayan bu günahsızı, üvey kızım Ünzile’yi bu küçücük zaman diliminde elimden geldiğince eğlendirmeye çalıştım. Destancı Üsküdarlı Vasıf Hoca, Galata Kulesi’nin dibindeki bir kahvede, bir gün, “Sen güvenme onun öyle hadım filan olduğuna Abidin,” diye dostça fısıldamıştı kulağıma. “Bunlar kadınların ne istediğini, bedenlerindeki hassas zevk yerlerini, bizim gibi sağlıklı erkeklerden, senden de benden de iyi bilir. Bu çirkin mendeburlar dilleriyle kadınların oralarını buralarını böyle inek gibi yalaya yalaya zevk verirlermiş. O kadar masal uydurup anlatırsın sahnede kumpanyada, böyle zeki akıllı bir adamsın mesela, hiç aklına gelir mi böyle bir şey? İnsan bir kadının götüne başına dilini sürer mi hiç? Sonra, parmakları ne güne duruyor, parmakları?” demişti sonra gözlerini belerte belerte. “Hey yavrum hey, ya o dolma gibi kalın parmakları ne güne duruyor? Böyle uzun uzun, kalın kalın. Öyle kadınlar tanıyorum ki. Yani aslında ben tanımıyorum, günahı anlatanların boynuna. Bu hadımlardan aldıkları zevki kocalarında bulamadılar diye yuvalarını yıkanlar varmış. Tamam, sen bu harem eskisi kadına âşık olmuşsun anlıyorum, fakat bu vakitten sonra bu sana yarardan çok zarar getirir. Kadını evine alıp bastın nikâhı, peki ya o hadım Necip’i ne diye acıyıp soktun mahreminin içine. Ben sana dost olarak ancak şunu söyleyebilirim ki kov ikisini de gitsinler evinden. Fakat bilirim yüreğin yufkadır, sen dünyada böyle bir şey yapamazsın. O zaman benden sana nasihat olsun, uyurken bile en azından bir gözünü açık tut. Bak lafıma kulak ver, sonra rezil olursun cümle âleme.

Alimallah millet teneke çalar arkandan, nakaratında ismin geçen aşna fişne türküsü çığırırlar peşinden. Utanır yerin dibine girersin ama bir şey yapamazsın artık. Sonra demedi deme, bu dert yüzünden verem illetine tutulursun, aha da bak şuraya yazıyorum. Olmadı bir gün canına tak eder çeker vurursun ikisini de, elini kana bularsın. O zaman iyi mi olacak sanki? Hadi bakalım buyur cellat elinde sallanan yağlı ilmeğe. Ondan yırtarsan, yorganı döşeği sırtlayıp, ‘selamın aleyküm,’ deyip girersin Baba Cafer Zindanı’na. Hadi ondan geçtim, bilirim sen onu da yapamazsın. Ya kendi canına kıymaya kalkarsan ne olacak? İntiharlardan intihar beğen o zaman. ‘Meddah Abidin Efendi asmış kendini evinin tavanına,’ diye el alemden işitiriz artık bu acı haberi. Kulaklarımıza inanamayıp bu kötü haberi getirenin yapışırız yakasına, fakat bir kez daha işitmeye yüreğimiz elvermez. Bir öğlen vakti yanık yanık sala okunur Eminönü’ndeki Safiye Sultan’ın Kuşlu Cami’sinden. Herkes kafasını kaldırıp bakar şerefedeki müezzine. Herkes, “kim öldü?” diye birbirine sorar. “Ne ölmesi herifin biri canına kıyıp eşek cennetini boylamış,” derler. Masal anlatıcısı meşhur Abidin Efendi vardı ya, işte cartayı çekmiş, diye fısıldar herkes birbirine.

Canına kıyanlar Müslümanlık dininde eşek cennetini boylamış sayılacağı için toplanan cemaat hemen o an oradan sıvışıp karışıverir Mısır Çarşısı’nın kalabalığına. Tabutun, cenazen, öylece öksüz çocuk gibi kalıverir meydanda. Bak aynen böyle olur, sonra “Ah Üsküdarlı Destancı Vasıf Hoca dediydi,” deyip kafanı taşlara vurursun. Ölen bir adam nasıl bunları yapabilir ki? Bak çok konuşup saçmalamaya başladım yine. Ne diyordum? Ha, kısaca sana diyeceğim, kov ikisini de evinden, siktir olup gitsinler! Ne cehenneme giderlerse gitsinler! Kurtar şunlardan yakanı arkadaş! Bak dinliyor mu beni hiç Hop, kime konuşuyorum ben iki saattir?” İşte Üsküdarlı Destancı Vasıf Hoca’nın kulağıma o kötü sözleri fısıldadığı günden beri Galata’da içime düşen kurt kıskançlıktan beni yiyip bitiriyor. O kocaman dişli minnacık kurt canımı ufak ufak her ısırışında Necip’in kapkara ellerini, yılan gibi parmaklarını Mukaddes’in vücudunda, en mahrem yerlerinde gezerken hayal ediyor, uyanıkken kâbuslar görmeye başlıyor, öfkeden deliye dönüyordum. Odadaki sidik kokusu yerini süt kokusuna bırakmıştı. Oturduğum yerde daldığım düşüncelerden sıyrıldığımda, Mukaddes’in kâsedeki süt ve ekmek kırıntılarından oluşan mamayı Ünzile’ye yedirmekte olduğunu gördüm. ‘Necip’e dün akşamla ilgili bir şeyler hissettirdi mi acaba?’ diye düşündüm. Bir şeyler söylemiş midir acaba ona? Belki de sebebini sorarken, Necip yemek yediği çanağa sıçtığına bakmadan öpmüştür Mukaddes’in yüzündeki o morlukları. Kim bilir, belki de küfür de etmiştir bana! “Burana mı vurdu?” deyip deyip yapıştırmıştır Mukaddes’in tenindeki morluklara dudaklarını. Öpmüştür usul usul. Mukaddes ne yapmıştır acaba o gudubet suratlı onu öperken? Gidip Mukaddes’in kafasına bir yumruk indirmeyi geçirdim içimden. Şöyle gidip ense köküne ‘küt’ diye bir çaksam yumruğumu. Elindeki mama kâsesi bir yana fırlar, kaşık diğer yana.

Yazık, Ünzile’nin ne günahı var şimdi? Neyse alacağın olsun Mukaddes, bu aklımdan geçen yumruğu sana borç olarak yazıyorum. Sonra Üsküdarlı Vasıf Hoca’nın dediği gibi kocaman dilini çıkarmıştır Necip, Kalın ve uzun parmaklarını kütürdetmiştir. Tövbe ya rabbim, neler geçiriyorum ben aklımdan böyle. Ben bu evde, bu şehirde, bu sıkışıp kaldığım hayatın içinde delireceğim en sonunda biliyorum. Oturduğum yerden kalkıp kapıya doğru yürüdüm hışımla. ‘Bir şeyler yapmalıyım,’ diye geçirdim içimden, ‘bir şeyler yapmalıyım.’ Evet, bir şeyler yapmalıyım ama ne yapmalıyım? Odanın kapısından çıkıp, tahta basamaklarda ses etmemeye çalışarak yavaş adımlarla merdivenlerden alt kata indim. Necip yoktu görünürde. Hangi cehenneme kayboldu şimdi bu? ‘Neyse,’ diye geçirdim içimden, ‘onun şimdilik ortalarda olmaması daha iyi.’ Alt kata inince onu birden karşımda görseydim ne yapardım kim bilir? O parmaklarını var ya, o parmaklarını. O parmaklarını kırmazsam senin Necip. Nasıl dolaşıyormuş Mukaddes’in bedenin de senin o parmakların, nasıl? Vasıf Hoca’nın dediği gibi aynı bir yılan gibi mi dolaştırıyorsun onları Mukaddes’in memelerinde? Senin o parmaklarını öyle bir yere sokacağım ki. Fakat önce çatır çutur kırmam lazım onları. Mutfağa girip sıkıntıyla sağa sola bakındım, ayaklarım beni çanakların bulunduğu dolaba doğru götürdü. Dolabın kapağını açıp alt gözünde sıralanmış boy boy bıçaklara baktım bir süre.

Hepsi keskin ve hepsinin de uçları sipsivriydi. Bir tanesini sapından kavrayıp elimde tarttım ve pantolonumun beline soktum. Sonra tek tek diğerlerini gözden geçirdim. Hepsini elimle yoklayıp tarttım. Öbür üç bıçağı yanıma aldıktan sonra mutfaktan çıkıp sarnıca doğru yürüdüm. Merdivenlerin yanından geçerken görebildiğim kadar üst kata baktım. Necip yoktu ortalıkta. Kulak kabartıp üst katı dinledim. Sarnıcın eşiğinden girip, yere hemen deliğinin yanına çömeldim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir