Sebnem Isiguzel – Resmigecit

“Paşalar tavan arasında toplanmış” dedi. Ayağa kalksa o incecik bacaklar o koca gövdeyi nasıl taşıyor diye şaşırabileceğiniz adam. Ziyaretçi diyeceğiz ona. Dürbünle amaçsızca gökyüzünü, dallara konmuş kumruları seyreden, meseleye sessiz kaldı, ki kahramanlarımızdan birisi o. “Görüyor musun Başkent’in bütün kumruları toplandı?” Tavan arası istihbaratını veren ziyaretçi, Çoban lakaplı bu siyasetçinin böyle alakasız şeylerden söz eder gibi görünüp her şeyin farkında olduğunu iyi bilirdi. Oturduğu yerde doğruldu, biraz önce başbakanın dürbünüyle kestiği ufuklara baktı. “Vay anasını!” dedi hayretle. Pencerenin karşısındaki çınar ağacı kararmıştı. Pencere pervazları bile. Pervazların tepesinde bile nasıl becerdilerse artık yarasa gibi baş aşağı tutunmuş kumrular vardı. “Bunların karargâhı Kara Kuvvetleri’nin çatısıdır” dedi dürbünü masasının üzerine bırakırken. Ali Çoban dünyaya siyaset yapmak için gelmişti. Nitekim yapıyordu da. Sorsanız kimin için? “Halk için” derdi muhtemelen. Ama okuyup göreceksiniz, bu sözünü ettiğimiz memlekette siyaset hiçbir zaman halk için yapılmamıştı.


Kişisel hırslar, ihtiraslar, çıkarlar, inatlaşmalar, daha ne kadar saçmalık varsa siz ekleyin, bunlar yönlendirmişti siyaseti. Askerlerin darbe yapacağına kimi zaman ihtimal veriyor, kimi zaman, “Yapamazlar” diyordu. Masasının üzerinde duran şaha kalkmış beyaz mermer atın nallarından birisi düşüverdi. “Dün yapıştırdık ama tutmadı” dedi masanın üzerindeki parçayı eline alırken. Kâhya Talat’ı çağıracakken vazgeçti. Vazgeçtiği pek enderdi. Sözünü ettiğimiz memleketin başbakanıydı ama bugün makamında değil, oturduğu sokağın adıyla anmayı alışkanlık edindiği evindeydi. Hayret, telefonu çalmıyordu. Oysa bir kumrunun guruldayıp durması kadar sık çalardı. Sorsanız, Ali Çoban bunun bilgisini ya da istatistiğini verirdi size. Bunu yapmaya niyetlenmişti de. O da sıkılmıştı darbe söylentilerinden. Size olağanüstühafızasını kanıtlamak için bugün telefonun kaç kere çaldığından, bunun yıllar öncesinin hangi gün ve saatine denk düştüğünden başlamak üzereydi ki telefon çaldı: “Ağabey” diye başladı müsteşarı. Günün fecaatine damga vurur şeyler söyleyecekti ama ağabeyinin burnundan soluduğunu anladı, sustu. Ali Çoban akıllı insanları severdi.

Ama yakın çevresinde değil. Müsteşarı, “Ben seni sonra ararım ağabey” deyip kapattı telefonu. Ali Çoban dürbününütekrar alıp pencereye yaklaştı: “Aptal bunlar” dedi. “Yeniden siyasetteki bir kriz anını ihtilal günü seçtiler.” Ziyaretçisi tekrar eğildi, kumrulara baktı. Sanki bütün olacakları dallara tünemiş şişinip duran şu bitli kumrular söylüyordu. Boş bulunup “Hangi kriz?” diye sordu. Ali Çoban sırıttı, kelimeler ön dişlerinin arasındaki aralıktan tıkır tıkır dökülüyor gibiydi: “Kara’nın partisi gensoru verip benim Dışişleri Bakanımı düşürecek.” Ziyaretçi, Ali Çoban’ın bu milleti gütmek için gönderildiğine bütün kalbiyle bir kez daha inanıp kulak kesildi. “Bakan düşürülse de hükümet istifa etmeyecek.” Bunu söyledi ve dürbününden izlediği kumrular gibi guruldadı Ali Çoban: “Bahane bulamıyorlar bir türlü. Gelecekler, gelemiyorlar.” “Tavan arasında toplanmışlar” dedi ziyaretçi. “Toplanırlar” dedi Ali Çoban. “Hem biliyorum, oturacakları iskemleleri, yumruklarını vuracakları masayı oraya çıkaran bu halkın evlatları icabında…” Isǚ tihbaratının iyi olduğu bilinirdi.

Telefon bir kere daha çaldı. Ali Çoban iri cüssesinden beklenmeyecek bir çeviklikle telefonun yanında bitti. Elini uzattığı anda telefonun sesi kesildi. Ama Ali Çoban telefona dik dik bakmayı sürdürdü. Ziyaretçi de liderinin dişinin kovuğunu bile doldurmayan istihbaratlarla geldiğini düşünüp ayaklandı. Hakikaten o kürdan gibi bacaklar o koca gövdeyi nasıl taşıyordu? Tekrar çalan telefon Ali Çoban tarafından açıldı: “Darbe yapmak o sünepeye kaldıysa vay halimize” dedi. Telefonda ona ne dediğini bilemediğimiz muhtemelen bir partiliye, siyasiye, belki de bir bakana. Telefonları dinleniyor olmalıydı ama Ali Çoban’ın kimseden korkusu yoktu. “Allah’tan bile!” demişti karısı bir defasında. Ah hangi defasında olduğunu hatırlamak içinden gelmiyor. Teyzesinin kızı, karısı, biricik Nazlı Hanım’ı: “Çoban, senin iktidarının ve hırsının içine tüküreyim!” demişti. Memleket uğruna nikâhlı karısı elden gitmişti, daha doğrusu gidecekti, gitmesine ramak kalmıştı. “Çoban, kusurlu olan senmişsin!” diye bağırmıştı karısı. Pişkince gülmüştüAli Çoban, insanın içini kaldıran yapış yapış bir gülüşüvardı ki karısının da midesini bulandırıyordu artık. Dedikodular ayyuka çıktığından beri o vakit.

“Memleketin derdi tasası yetmiyormuş gibi” demişti karısına. Geçmiş zaman, yatak odasındaydılar. Elektrikler kesikti. Yağmur yağıyor, gök gürlüyor, politik evleri tıkır tıkır işliyordu. O eve giren çıkanın hâddi hesabı yoktu. Biraz önce bir partili yanlışlıkla hela sanıp yatak odalarına dalmıştı. Nazlı Hanım’ı başını çevirip bakmamıştı bile. Yatağın, yataklarının kenarına oturmuş, sırtını dönmüştü Ali Çoban’a. Partili helaya dalıyorum diye öyle hazırlamıştı ki kendisini, neredeyse indirmişti pantolonunu. O halde bile, yanlış yere, parti liderinin mahremiyetine daldığını fark ettiği anda bile, fırsattır deyip koşup elini öpmüştüAli Çoban’ın. Üçüncü dünya siyaseti çıkardan başka ne içerirdi ki? “O kunduracıyla ne olduysa oldu” dedi Ali Çoban karısına hitaben. Geçmiş zaman, belleğinin bir köşesinde. Güçlübir ışık yanıp sönmüş gibi oldu odada, çakan şimşeği müteakip. Karısının süs püs aynasının karşısındaki pufa tünemişti. Maşallahı vardı cüssesinin, yaylarını neredeyse yere değdirmişti pufun.

Nazlı Hanım’ının çeyizinde getirdiği, dokuyanı kör, uzun uzun bakanı sarhoş eden ipek Isparta halısının üzerine, yere, bağdaş kurmuş oturmuş gibiydi böylece. Burnuna pudralı bir ayak kokusu geliyordu ama nereden? “Katiller, onu öldürdüler!” diye fısıldadı karısı. Fısıldar fısıldar çığlığı basıverir, söylediği her şey anlaşılmaz olurdu. Ali Çoban karısını zıvanadan çıkarmanın ayarını iyi biliyordu. Sadece karısını mı? Ikǚ tidardaysa muhalefeti, muhalefetteyse iktidarı, koalisyonsa ortağını. Her şeyin kendisi için var olduğunu sanıyordu. Siyaseti var olmak için yapıyordu. Ama karısı doğru söylüyordu. Dedikodusu edilen o kunduracı, ölmüştü. Küçük bir trafik kazası. “Çarptığımla taklacı güvercin gibi takla atmaya başladı” diye anlatmıştı işi gören. “Işǚ te bu da kunduracının ayakkabısı” demişti elindeki ayakkabı tekini göstererek: “Pencereden içeri düşüvermiş.” Eşya da hüzünlü durur muydu? Ama basbayağı boynu bükük duruyordu ayakkabı teki. Kunduracının kanıyla sulanıp bu kazaya yol açan arabanın penceresinden içeri düşüverdiğine göre, epey hızlı olmuş olmalıydı bu iş. Ali Çoban gördüğü bir kâbusta, bu hızdan dolayı tebrik etmişti karşısındakini: “Tebrik ederim.

” Sonra hiç çekinmeden bu kanlı ayakkabı tekini almıştı. Kunduracının kanı daha kurumamıştı. Ayak numarası da kırk buçuktu. “Cüsseli değilmiş” demişti, gördüğükâbusta. Nazlı Hanım’ına ayakkabı yapan bu adam acaba nasıl birisiydi? Memleket meselelerinden gidip bakmaya fırsatı olmamıştı. Bir fotoğrafı gelmişti önüne. Orada da pek belirsizdi eşkâli rahmetlinin. Rahmetli deyişine kızmıştı sonra. Allah biliyor, kunduracının, iyi kalpli ve saf karısına herkesten daha güzel ayakkabılar yaptığına dair naif dedikodu dışında, ortada utanç verici hiçbir şey yoktu. “Kimleri idare ediyorum ben?” diye geçirmişti içinden. Halkın arasında karısına güzel ayakkabılar yapan kunduracılar, bunun kıskançlıkla dedikodusunu yapanlar vardı. Sonra, onların bir türlü olmayan çocuklarından binlerce. Sonra o kunduracıyı öldürebilecek olanlar, katiller, katil adayları… Daha önce memleketin suyunu sağlayan bir kuruluşta çalışırken de bunu düşünürdü: Binbir emekle koca koca baraj çukurlarını açarken, kendi tırnaklarıyla kazıyormuş gibi azap çekerken: “Kimler içecek bu suyu?” Kendi biricikliğine inanması işte böyle oldu. O yıllarda bu memlekette siyaset yapmak mahalle arasında futbol oynamak gibi bir şeydi. Kaldı ki tastamam bir köy çocuğu olduğundan top görmüşlüğü yoktu.

Nazlı Hanım’ı usul usul ağlıyor, alt kattan partililerin uğultuları geliyordu. Bu kadar mı ses geçiriyordu bu tavan? Tevekkeli kadın yıllar yılı “Uyuyamıyorum” deyip duruyordu. Pek tabii bu gürültüde uyunmazdı. Nazlı Hanım’ı işte bu sebeple mavi, üstü açık Chevrolet’sinin direksiyonunda uyuya kalmıştı, Kızılay Meydanı’nda, gün ortasında. Bu politik evde, bir yıl boyunca her kadın gibi kundura aşkından aldığı kunduralarını koyacak yeri bile yoktu. Işǚ te bu yüzden üç yüz altmış beş çift ayakkabı ceset gibi dizilidir karı koca yataklarının altında. Oturduğu yerden, perdelenmiş yatak örtüsünün aralığından, ayakkabıları görebiliyordu Ali Çoban. Renk renktiler öksüz ayakkabılar. Her biri için Külkedisi gibi ayağını uzatmış, kalıbını aldırmış olmalıydı Nazlı Hanım’ı. Frenk masallarını bilmezdi Ali Çoban. Bir tutam ot için tepişen kuzularının ardında dağlara, toprağa bakarak geçmişti çocukluğu. Kunduracı faturalara iliştirdiği mektupçuklarda “Külkedisi” diyordu Nazlı Hanım’ına: “Sıkarsa getirin değiştirelim.” 1976 yazıydı. Terϐi dönemi çatmış, ordu krize girmişti. Ali Çoban başbakandı ve dört yıldızlı orgeneraller dururken yerine üç yıldızlı korgeneral atamış, tarihte ilk defa generaller mahkemeye gitmişti.

Neydi allasen bu Külkedisi? Külkedisi, Ali Çoban’ın kafasında dolanıp dururken mahkeme kararı bozmuş, terϐi bekleyen askerler emekli olmuş, emekli olacaklar terϐi almışlardı. Gelecekten zerre beklentisi olmayan Rasim Ögür, Ege Ordu Komutanlığı’na işte böyle atanmıştı. Ali Çoban’ın kusursuz hafızasında buna da yer vardı; partililerden birisi makamına gelmiş katıla katıla gülerek anlatıyordu: Izǚ mir’de yayınlanan bir gazete üçtür yeni komutanları Rasim’in fotoğrafını yanlış basıyordu: “Duydunuz mu sayın Başbakanım? Üçtür.” “Külkedisi diye bir masal var mı İsmet?” Dönüp böyle sormuştu Ali Çoban. Başbakanlığın penceresinden bakıyordu, pencereden bakmayı severdi. Kaldı ki kapıdaki polisler uyarıp dururdu: “Bakmayın efendim böyle pencereden. Bir başbakan vuracakmış komünistler.” Kahkahası pat diye kesilmişti partili Isǚ met’in. Liderini iyi tanırdı; böyle kel alaka bir soru sorduğu ve devekuşu gibi yürüdüğü vakit içindeki siyaset canavarının aklını çelen şeyler var demekti. Partili Isǚ met, küçük obez kızı vesilesiyle, yani yaşı itibariyle küçük, obez kızı vesilesiyle; bu arada kız o kadar beter bir şey olmuştu ki klozeti kırmıştı, Külkedisi’ne aşinaydı: “Sonunda iskarpin onun ayağına olur, o da prensle evlenir” dedi, “o masal mı?” Ali Çoban’ın gözleri dolmuştu, “O masal olmalı” derken. Partili Isǚ met’in kara suratı daha da karardı. Bunun anlamını çözmeye çalışıyordu. Memlekette ciddi bir kıtlık baş göstermişti, ne tüp, ne yağ, ne ampul, ne elektrik vardı. Acaba başbakan “Külkedisi” diyerek bu kıtlığı mı kodlamak istemişti? Ama öyle olsa, “Benzin vardı da biz mi içtik?” der, çıkardı işin içinden. Ali Çoban’ın siyasetten başka bir dünyası olamazdı ve her şey bu dünyanın içinde cereyan ederdi.

Yani, partili Isǚ met meselenin hususiyetini kavramıştı kavramasına ama “Milletin efendisi olmaya gelmiş bir köylüydü Ali Çoban. Çocukluğu o kadar imkânsızlıklar içinde geçmişti ki Külkedisi masalını ilk benden duymuş, oturup ağlamıştı” diyerek hadiseyi yanlış yorumlamıştı yıllar yıllar sonra verdiği bir mülakatta. Külkedisi halka “Nurlu Ufuklar” vaat eden Ali Çoban’ın zihninde dolaştı durdu. Dokunulmayacak kadar rahatsız edici, sadakatsizliğin tüylü bir sembolüydü. Mütteϐiki Amerika, halkının 1 Mayıs 1977 günününasıl geçirmek istediğini sorduğunda “Siz nasıl uygun görürseniz” cevabını verir vermez tekrar şahsi meselesini düşünmeye dönmüştü. Oysa Işǚ çi Bayramı kutlamalarında kaç kişi gözleri açık, ezilerek, panzerlerin altında parçalanarak ölmüştü. Ah, karısı gül gibi açmıştı. Onu kanla sulamak lazımdı. Içǚ işleri Bakanı bizzat konuta kadar gelip, “Söyledikleri gibi oldu, Isǚ tanbul’un plakası kadar, 34 kişi” dediğinde yüzleşmeye karar vermişti. Yüzleşmişti de. “Kanıtla” demişti Nazlı Hanım’ı. Siz ne sanmıştınız? 1 Mayıs katliamı için Ali Çoban hiçbir hassasiyet taşımıyordu ki yüzleşmek ve kanıtlamak bu meseleye dair olsun. Hem Inǚ tercontinental Oteli kapatanların hiçbirisinin kaydı yoktu. Ama pencereler içeriden açılmış kurşun delikleriyle doluydu. Öhö öhö öhö….

Siyasette layıkıyla yaptığı manevraların hiçbirisini yapamamıştı Ali Çoban. Karısı hakkında çıkarılan yakışıksız dedikodulara karşı yani. Kunduracının kalıbını almanın yolunu bulamamıştı henüz. Bunu düşünüyordu. Şahsi düşüncelerinin devlet işleriyle karışması ne fenaydı. Biraz önce uğurladığı Içǚ işleri Bakanı’nın gösterdiği 1 Mayıs kutlamalarında ölenlerin fotoğraϐları karışıyordu araya. Sıçmış, işemiş, gözleri açık kalmış ölüler. Ezilerek ölmüş komünistler. 1977 yılı mayıs ayı, o fotoğraϐlara baktıktan sonra uzun uzun, o kocaman evde yapılan siyasetten ötürüyatak odasında yaşamak zorunda kalan karısını seyretmişti bir süre. Nazlı Hanım’ı makyaj masasının üzerine iliştirilmiş tepsiden yiyordu yemeğini. Bir ruj bu yersizlikte yemek tepsisine yuvarlanmıştı. Komünistler de üzerlerine açılan ateşten kaçarken böyle yuvarlanmışlar, panzerlerin altında kalmışlardı. O gün ölenlere acıyor muydu? Hayır. Nazlı Hanım’ı tepsisine düşen ruju eski yerine koymuştu. Partilileri sinek gibi kovamazdı ya! Nazlı Hanım’ının özene bezene döşediği salonlara, yemek odalarına, misaϐir, yatak odalarına üşüşmüşlerse ne yapsaydı yani? Hem Nazlı Hanım’ı bir günden bir güne şikâyet etmemişti ki.

Ayakkabılarını koyacak yer bile bulamamıştı icabında. Ne yapmıştı o da? Uysallıkla yataklarının altına dizmişti onları. Sadakatsizliğin nişanları. Yatak altındaki ayakkabılardan gelen pudralı ayak kokusunu belleğine sadakatsizliğin kokusu olarak yerleştirmişti. Ben nasıl anlatıyorsam öyleydi; Ali Çoban iyi değildi. O pudralı ayak kokusu olmadık yerde burnuna gelir olmuştu. Udžç yıl önce General Rasim’in kendisine Genelkurmay Başkanı olmasının yolunu açacak Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanması bu yüzdendi, sakın şaşırmayın! Cumhurbaşkanı, Florya’daki Deniz Köşkü’nde istirahatteydi. 1977 yazı çok sıcaktı. Ali Çoban denizin üzerindeki bu köşkün geniş taraçasında oturmuş, Cumhurbaşkanını bekliyordu. Karısını seyrettiği gibi denizi seyrediyordu. 1 Mayıs ölülerinin fotoğraϐlarına baktığı gibi bakıyordu denize, uϐka. Yine de garip, tariϐi zor bir duyguya kapılmıştı. Bilmem anlatabilecek miyim? Orada bir başına kalmış gibiydi. Görünürde öyleydi ama tahmin edersiniz ki ben ruhsal yalnızlıktan söz ediyorum. Deniz güneşle pırıl pırıl parlıyordu.

Sevmezdi böyle manzara seyretmesini. Biliyorsunuz çocukluğu boyunca dağları, tepeleri, kuzuları, koyunları, dikenleri, kavruk ağaçları, bomboş gökyüzünü, kartal sanıp ayaklandığı tuhaf karaltıları seyretmişti. Bu yüzden hayrandı insan elinden çıkmış yapılara. Deniz kabarıp alçaldıkça huzursuz oldu. Şapkasını çıkardı. Alışkanlığıydı fötr şapka. Yüzüne doğru salladı şöyle. Cebinden mendilini çıkardı, sihirbaz gibi bir silkeleyişte açtı. Beyaz mendilin üzerinde bir leke gibiydi Nazlı Hanım’ının gülkurusu iplikle işlediği, adının baş harϐleri. “En sevdiğim renk” derdi Nazlı Hanım’ı. Evlenmeden önce onun bu muhabbetlerini dinlerdi bıkıp usanmadan. Gülkurusunun ne biçim bir renk olduğundan bile haberi yoktu oysa. Terini sildi. Kelini iyice kuruladı. “Vallahi saçlarının arkalarında bebek gibi minicik lülelerin var” derdi Nazlı Hanım’ı.

Demek ensesinde kalan bir gıdım saç ince ince lüleliydi ha! “Bebek saçı gibi yumuşacık bunlar” derdi Nazlı Hanım’ı. Kalın, kısa ama çok şeϐkatli parmaklarıyla okşardı bir tutam saçını. Ellerini tutup öpmüş, öpmüş, öpmüştüAli Çoban. “Küt” diye devrilivermiş, şu karşısındaki deniz gibi geniş ve parlak, yumuşak ve kabarık göğsüne gömülmüştü. Tatlı tatlı kıkırdardı Nazlı Hanım’ı. Hayır demezdi hiçbir zaman. Başı dönmüştü Ali Çoban’ın. Taraçanın kenarına gidip korkuluklara tutundu. Karısının koynunda hızla yol almış, kunduracıya toslamıştı sonunda. Tükürdü denize. Midesi bulanmıştı. Ilǚ eri baktı. Ciğerlerinin ϐilmi çekilecekmiş gibi soluk aldı, soluk verdi, soluğunu tuttu. Bu meseleye bu kadar hassasiyet göstermesinin nedeni belliydi: Ikǚ tidar tutkusu. Siyasete girmesi tereyağından kıl çeker gibi olmuş, memleket tarihinin en genç başbakanı unvanını almıştı.

Külkedisi’nin ve kunduracısının icabına bakacaktı. Ensesindeki incecik lüleler gibi karmakarışıktı kafası. Nazlı Hanım’ı ve dedikodular el ele vermiş 1 Mayıs panzerleri gibi üzerinden geçiyorlardı. Bilmem anlıyor musunuz, sorunu şuydu: Memleketi, halkı, ekonomiyi, sanayiyi düşünmek zorundaydı. Hayatında bunlardan daha önemli ne olabilirdi? Yoktu. Olmamıştı. Olamazdı. Ama olmuştu. Şimdi bundan kurtulması gerekiyordu. Yaptığı barajlara âşık olmuştu, anlıyor musunuz? Nazlı Hanım’ı pembe naylon sabahlığı sırtında her sabah el sallardı ona. Renk renk kundura alma sevdasına düştükten sonra kıçını devirip yatar olmuştu o ayrı ama öncesinde hayatındaki yeri ona el salladığı kapıydı. Pembe naylon sabahlığıyla politik evlerinin dış kapısına kadar inerdi. Daha gün ağarmadan, güvercin gibi kapısında dizilirdi partililer. Karısının yürüdükçe birbirine sürtünen kalın beyaz bacaklarını, sutyeninin sıkıştırdığı sırtını, gergin geniş karnını partililerden kıskanırdı elbette. Nazlı Hanım’ı o tapılası, ısırılası, arkadan sarılıp uyunulası poposunu sallaya sallaya geçerdi partililerin arasından.

Zamanla şöyle bir alışkanlık oluşmuştu: Merdivenlerden inen Ali Çoban’ı görür görmez ayağa kalkıp yüzlerini duvara dönüyordu partililer. Böylece önde Ali Çoban, arkada mahremi, geçip gidiyorlardı. Zamanla dedikodulardan bitap düşen Nazlı Hanım’ı sabahları yataktan kalkamaz oldu. Partililer buna rağmen alışkanlıklarından vazgeçmediler. Liderlerini tıpkı karısı gibi sırtlarını dönerek uğurladılar. Nazlı Hanım’ı el salladığı yerde değildi artık. Kıçını devirip yattığı yatakta da yoktu. Ali Çoban’ın memleket meseleleriyle dolu zihninde pudralı ayak kokusunun sindiği bir köşede “kalıp” aldırıyordu. “Allah’ım bana güç ver” dedi Ali Çoban. Karşısındaki uϐka, güneşle parlayan denize bakarak, onları yaradanı düşünerek. Oraya neden geldiğini unutmuştu. Nerede olduğunu bile unutmuş olabilirdi üzüntüden. Hepsi üzüntüdendi. Cumhurbaşkanı peşinden koşturanlarla beraber karşısına çıktığında, tanımıyormuş gibi bakmıştı ona. Denizci gibi giyinmişti Cumhurbaşkanı.

Çok sağlıklı görünüyordu. Peşi sıra gelen yardımcısının elinde bej rengi keten bir pantolon vardı: “Evet, duble paça” diyordu Cumhurbaşkanı. “Eh, bu duble paça değil ki?” Yardımcısının duble paça nedir bilmediği ortaya çıkmıştı. Ali Çoban da bilmiyordu, orada öğrenmişti. Kıyıya vuran dalga gibi çekilip gitmişti Cumhurbaşkanı’nın peşi sıra gelenler. Derin bir “Ohhh ”çekmiş, hasır koltuklardan birisine oturuvermişti Cumhurbaşkanı. Ali Çoban hâlâ karşısında dikiliyordu. Cumhurbaşkanı dik dik baktı. “Bu yaz günü böyle koyu koyu elbiseler, kendine açık renkli yazlık bir şeyler diktir Ali’ciğim” dedi. Sonra bir garson çıktı ortaya. Krema gibi bembeyaz giyinmişti. Ali Çoban krema gibi tanımlayamazdı onu. Olsa olsa “Bir kaşık ak süt gibi” derdi. Cumhurbaşkanı kendisine servis edilen limonatayı aldı. Limonatanın içindeki nane dalı bardağa kök salmış gibi başını dikmişti.

Içǚ tiği şeyden, limonatadan, böylesine büyük bir zevk almasına Cumhurbaşkanının, şaştı kaldı Ali Çoban. Garson limonata bardağını neredeyse eline tutuşturdu. Limonata istememiş, kimse, “Ne içersin?” diye sormamıştı. Memleketin genç başbakanı taraçada durmuş karısının sadakatsizliğini düşüne düşüne kahroluyordu. Bir adım attı, kendine geldi, geçti Cumhurbaşkanının karşısına oturdu. “Udžç numarada ısrarlı mısın?” dedi Cumhurbaşkanı. Ortada kıdem sırasına göre Kara Kuvvetleri Komutanlığına üç aday vardı. Mesele, Ali Çoban’ın en kıdemsizinde diretmesiydi. Limonatasından bir yudum alıp suratını buruşturdu. Alışamamıştı böyle içeceklere. Cumhurbaşkanı anlaşabileceklerini düşünüyordu. “Bura bir evin içi değil, devletin zirvesi” derdi Ali Çoban. “Burası” diye düzeltirdi onu Nazlı Hanım’ı. Eve her geldiğinde karısının adını seslenirdi. O uğul uğul kalabalık politik evde kapıdan girer girmez sesini yukarı ulaştırır ve karısının usul usul tırnaklarını boyarken sesini duyup başını kaldırdığını hayal ederdi.

Tırnaklarını törpülerken. Çekmeceleri deşerken. Saçını krepe yaparken. Yeni aldığı bir çift ayakkabıyı seyrederken. Memleket meseleleri içinde en ışıklı yerdeydi, karısının adının seslenişini duyup başını kaldırma anı. Devletin zirvesinde limonata içerek oturuyorlardı ve Ali Çoban gözlerini Cumhurbaşkanının ayakkabılarına dikmişti. Beyaz, bağcıklı ayakkabılardı bunlar. “Rahmetlinin bunlar” dedi Cumhurbaşkanı. Ali Çoban dişini sıktı. Sizden önce anlamıştı ayakkabıların kime ait olduğunu. Yine de aklı Nazlı Hanım’ının kunduracısına gitti. Dedikodulara. Cumhurbaşkanı da biliyor muydu acaba? O, “Gömlekleri ve süveterleri de oluyor bana” diyordu. “Memleketin ilk reisicumhurunun eşyalarını diğerlerinin kullanması fevkalade güzel bir şey” dedi Ali Çoban. Aklına bunu söylemek gelmişti.

Diğeri yüzünü buruşturdu. Bu içtikleri limonatadan olabilirdi. Cumhurbaşkanının tespiti, şekerinin az, kabuk rendesinin fazla, tadının gereğinden fazla ekşi olduğuydu. “Çok rahat” dedi Cumhurbaşkanı. Siz “Çok ekşi” diyeceğini mi umuyordunuz? Sonra haϐifçe kaldırdığı ayağını eğdi büktü. Bu gösteriyi yaparken de, “Çok yumuşak” dedi. Ayakkabı ayağıyla birlikte eğrilip bükülüyordu. “Rahmetli hiçbir ayakkabısını arkasına basarak giymemiş” dedi. Sonra eğildi, Ali Çoban’ın kulağına fısıldar gibi konuştu: “Ama şeyinkiler…” “Kiminkiler?” diye aklından geçirdi Ali Çoban ama yine de anlamış gibi davrandı. Bu taraçada, güneşte, devletin zirvesinde, daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu. “Rezidansından ziyade köşkte giydikleri bile! Yahu adam frakının altına giydiği iskarpinin bile arkasına basmış!” “Ne olmuş?” der gibi bakmıştı Ali Çoban. Anlaşamayacakları apaçık ortadaydı. Cumhurbaşkanı bir kez daha ayağını eğdi büktü. Şaşılacak olan ayakkabıdan ziyade ayağının böylesine esnek oluşuydu. Bütün bunları anlatmamın nedeni olan şey de işte o anda gerçekleşti: Kesif bir pudralı ayak kokusu duyuldu.

Ali Çoban kahrolarak uϐka baktı: Nazlı Hanım’ıyla devletin zirvesinde huzur içinde, hatta Cumhurbaşkanlığı’nın bu yazlık köşkünde, Florya’da bile olabilirdi bu, oturabilecekler miydi? Nazlı Hanım’ını o kunduracıya kaptırmak başbakanlık koltuğunu Kara’ya kaptırmak gibiydi. Bakın şu anda Cumhurbaşkanı ile Başbakan geleceğin Genelkurmay Başkanı üzerinde anlaşamıyorlar ama ben sizinle bir konuda anlaşmak isterim: Söz konusu ülkenin tarihini, bu tarihi yazanların şahsi meseleleri eşliğinde okuyacaksınız diyelim ve tekrar havayı koklayalım: Pudralı ayak kokusu! Ali Çoban, astarında başbakanlığın örtülü ödenek şifresinin, –ÇZNA– gizli olduğu fötr şapkasını yüzüne doğru salladı. Bu çare değildi. Pudralı ayak kokusundan kurtulmanın çaresini devletin zirvesindeki bu kritik toplantıyı terk etmekte buldu: “Siz, hükümetin başı olarak, rahatça çalışacağımı düşündüğüm orgeneralin kıdemini mevzubahis etmekte bu kadar ısrarlıysanız, konuşmayalım” dedi ve kalktı. Aslında “Müsaadenizle” diyecekti ama pudralı ayak kokusunun çelik gibi iradesine ve Nazlı Hanım’ının Isparta halılarının göbeğindeki o şişik desene, lambanın içinden çıkan cinin güçlü kuvvetli gövdesine benzettiği heybetli gövdesine ettiklerine hayıflandı içinden. Ali Çoban için “Bir kartal gibi havalandı” diyecekti Cumhurbaşkanının elinden düşürdüğü limonata bardağının kırıklarını yerden toparlamaya koşan garson. Güzel benzetmeydi doğrusu. Çocukluğunda koyunlarının, kuzularının peşinde dolaşan Ali Çoban, Pratkos Dağları’nın zirvelerinden havalanıp boynuzu üç burgulu koçlarını kapıp yuvasına çıkaran kartalları o kadar çok seyretmiş, arkalarından onlar gibi kanatlanıp havalanacakmış gibi öfkeyle koşmuştu ki, doğru, biraz onlar gibiydi. “Başbakan köşkü terk ederken, köşk titredi tir tir” diyecekti mutfakta bulaşıkları kurulayan hizmetli: “Sandım ki bir dalga koydu kıç tarafından köşke!” Hizmetlinin “koydu moydu” diye konuşmasının sebebi ağustos 1977’yi hatırlayarak anlatması. Lafı fazla uzatmayacağım söz, ama bilmenizi isterim ki bu hizmetli, hâlâ, vaktiyle cumhurbaşkanlarının yazlık olarak kullandığı Florya Deniz Köşkü’nde yaşıyor. Müze haline getirilen toz içindeki o köşkte hayalet gibi dolaşıyor ve artık hiç gelmeyen ziyaretçilerinin isteseler de içeri giremeyecekleri gün olan salı günlerini cumhurbaşkanlarının yattığı yatakta geçiriyor. Diğer günler müzenin resmi kapanma saati 17:00’den sonra yapıyor bunu. Bir keresinde takma dişlerini yatağın başucunda unutmuş. O gün de Bursa’dan Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi bir grup kadın ziyaretçi köşke gelmesin mi? Bir bardak su içinde, konuşmak, anlatmak isteyen bir ağız gibi duran dişlere bakıp bayılanlar, huşu içinde kendinden geçenler, atak davranıp bardaktaki suyu içenler… Içǚ inde dişlerinin durduğu bardağı önce grubun bunu yapamayacak kadar pasif görüneni kapmış, onun elinden tavşan kürklübir diğeri, onun elinden de “Ulu Odžnderim, Ulu Odžnderim” diye uluyan, kadın demeye şahit ister bir azman. Bizim hizmetliyse dişsiz ağzıyla, “Ulu Odžnder’in olduğunu nereden çıkarıyorsunuz?” demiş.

“Kendimi tutamadım” diyordu bunu bana aktarırken. “Dişsiz konuşmak bir azaptı” deyip beni güldürmüştü. Yine de anlamamış bizim Bursalı Atatürkçükadınlar. Dernek başkanı elini beline koyup, fıkra gibi ama, “Kimin o zaman?” demiş. “Ağzımı büzüp kadınlara baktım” dedi hizmetli, “Sizinle bir önceki gün görüşmüş olduğum için aklımda kalmış, 6. Cumhuresimiz Korhan Beyefendinin, deyiverdim, iyi mi?” “Hııııııı” deyip gitmiş kadınlar. Kadın demeye şahit isteyeni içtiğinden iğrenip başlayıvermiş tükürmeye. Bizimkisi “Tükürmeyin lütfen” diye uyarmış. Bu sözü üzerine bir arbede olmuş. Dişlerini o günden beri bulamıyormuş. Bu ufacık tefecik, zayıf mı zayıf beyefendi, “Ben de yazıyorum efendim” demese, inanın oturur onun şahsi tarihini dinler, yazardım. Kendisinin bir yaz, Itǚ alyan Ticaret Ataşesi’nin karşısına öğle uykusundan uyandırılamayan Milli Şef’in yerine çıkmışlığı var. Köşkün garsonları gülmekten iki büklüm servis yapmışlar görüşme boyunca. “Ama bu ülkenin siyasi tarihinin son otuz yılı iyi seçim” dedi başparmağını sallayarak. Birdenbire devlet adamı pozları takınarak, “Ne olduysa o zaman oldu” dedi ve teşekkür ederim, yine de zahmet edip yaptığı bayat kahveden bir yudum aldı.

Birdenbire burada yaşayan bir teyze olmuştu. Köşkün ışıkları gitti geldi, tepemizdeki ampul cızırdadı. “Yapıldığı günden bu yana el sürülmedi tesisata” dedi. “Bu nemde çalışması mucize! Ancak taraçanın şu tarafındakiler, inanmayacaksınız ama sensörlüdür. Nasıl oluyor bu tarafındakiler böyle bakımsız ama o tarafındakiler… Evet, anlatacağım çok şey var.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir