Selim İleri – Her Gece Bodrum

Güneş birden yükselmişti sanki; ortalamamıştı ama, gökyüzünün mavisi yalazlarla tutuşmuştu. İnsan gözünü açıp çevresine bakamazdı. Koyu bir karanlıkta yaşanıyordu. Güneş ışığı, bu koyu karanlığı büsbütün güçlendiriyordu. Çok dar bir kesit görülebilirdi. Dar kesitte her şey ayrıntısından uzaklaşıyordu. Ya da kırık camların çarpıştığı, sonsuz görüntülerle bezenmiş bir çiçeıkdürbününden izlenebilirdi her şey: ne çok ayrıntı… İşte sokaklar sonsuz gölgelerle, sayısız renklerle kuşatılmıştı. Sabahtı. Kavuniçiyle kırmızı arası bir renk egemenlik kurmak istiyordu. Önüne geçilemiyordu bunun. Denizin gözükmediği sokaklarda bile tuz vardı, genziniz yanıyordu. Tuz beyaz değildi, kirliydi, sarıyla boz arasıydı. Fırınların üçü de ekmek çıkartmaya devam ediyordu. Başka her yer kapalıydı henüz. Büyük şemsiyeler geceden kapatılmıştı.


İri boruçiçekleri bir fonografı andırırcasına açıyorlardı pansiyon kapılarında, evlerin bahçelerinden yollara taşarak. İş sahipleri bu durgunluğu, hâlâ (bu ayda, bu mevsimde, sıcak ortasında) ıssız kalmış kasabayı sevmiyorlardı; yoksa yaz 5 böyle mi geçecekti… Deniz güzeldi; güneş, büyük kentlerden gelenlerin alışık olmadığı kadar erden ve dokunulmamıştı; sonra kasaba halkı her türlü çılgınlığı hoşgörüyle karşılardı: yıllardır, gezginlerle para aktığından beri. Neyse, fırınlar çalışıyordu, gece gündüz. Yine de fırtına patlayacak (gezginler gelmeliydiler), denizle gökyüzünü birleştiren dalgalar görülecekti (gezginler gelmeliydiler). Güneşin yakıcılığı bitecek (paraya alışılmıştı), bir yaz boyu sere serpe esmeri eşen gövdeler kabullenecekti karanlığı, sonbaharı. Bulutlar, dağlardan, kuzeyden üşüşüyorlardı Bodrum’a. insanların gece gündüz eğlendiği bir yerde, görkemli bir doğada tek umuttu bu belki. Gökyüzü, toprakla birleşiyordu şimdi. Bir şeyler dölleniyor boyuna, bunca soy kırımına karşın her yerdien tohumlar fışkırıyor. (Yol kenarında, tarlasından rüzgârla taşınmış bir günebakan büyüyor.) Acı yeşil portakallar, mandalinalar gün ışığıyle turuncuya dönüşüyor; altlarına uzandığımızda turuncudan bir örtü gibi. Yağmurla birlikte kuşların (tarlalarda konaklayan leylekler) toplaşıp (kamyonlar, otobüsler eziyordu leylekleri, kızıl şeritler bırakarak artlarında) kapkara bir leke gibi göçtükleri gözlenecekti. Ama dalgakırandaki adam, «Yaz kış denize girilir burda,» demişti; «mevsim dönümleri yaşanmaz hiç.» Tabiî hemen kurmuştu a damın öyküsünü: 6 ‘İstanbullu bir serüven düşkünü.’ Böyle tanımlayınca rahat etmişti.

Konuşsa, dostluk da kuracaktı. ‘Denizkestanesi topluyordu ama.” ‘Aşkla arkadaşlarım,’ dedi Cem, başka şeyler düşünmeye zorlayarak kendini. Arkadaşlık değildi, karşılıksız sevgilerdi hepsi, yürek çarpıntısıydı: istemek, istemek, delicesine istemek ve bir türlü elde edememek; böyleydi. Sonra her şey geçiciydi. ‘Her şey bitebilir, belki bir daha görüşmeyiz, değişir arkadaşları insanın, yeni birileriyle tanışır, belki bir daha, eski dostlarını unutur, eski dostlar kullanılmayan bir eşyadır, çürümüş bir konsol gibiyim.’ Kimseyi unutmamıştı. Tek tek hatırlıyordu onları. Kocaman bir haritaya dağılmışlardı; geçmiş yüzyılların ressamları gibi birer ada armağan etmişti hepsine bu haritada, ‘Yalnız sizlerin olsun.’ İşte bir aynada yansıyordu yüzleri, ordıan oraya sesleri çarpıp duruyordu. Yirmi yedi yaşında birinin hayatı anlayamamış olması şaşırtıcıydı; tutkulu bir arkadaşlık değildi hayat, dümdüz, yalın bir olaydı. Günü gelince insan evlenir, çocukları olur, para kazanır, bir iş tutar, yıllarca sürdürür bu düzeni, göçüp gider sonra; ‘Aşkla arkadaşlıklara yer yoktur.’ Yolculuk boyunca bütün bunları düşünmüş müydü? Anımsayamadı. Boşunaydı çabası; insanın bu kalabalıkta, bu kargaşada kendisiyle baş başa kalması imkânsızdı. «Bardakçı’ya…» diye bağırıyordu motorcu, çıplaktı, ‘Bir Yunan heykeli gibi,’ oysa hiç de Yunan heykeli gibi değildi; çoktan bayağılaş7 mıştı güzellikler.

Uykudan yeni kalkmış, yüzlerini yıkamayı gereksememiş (böyle yerlerin töresiydi musluktan akan suyu kullanmamak) çıplak ya da yarı giyimli birtakım insanlar motora biniyorlardı, kadınlar erkeklerin elini tutarak. Yolculuk boyu, doğada başka örneğini görmediği çingene pembesi çiçekler yaşanmıştı. Gülünmüştü arabada, eğlenilmişti; adı Yosun olan bir lokantada rakı içilmiş, balık yenmişti. Sevindiriciydi hepsi. Ancak şu an, iki gündür, aşılmaz dağlarla çevrilmiş, geçitsiz bir yarımadadaydılar. Sanki bir daha geri dönülmeyecekti. Çok güzeldi bu yarımada, göz kamaştırıcıydı. Cem, beyaz evlere baktı. Kıyıyı çepeçevre sarmışlar. Oturduğu kahve de beyazdı. Her şey beyazdı; tozlu, cılız palmiyeler silinip gidiyor du bu beyazlıkta. Asıl ürkütücü olan da buydu. Kavrayamadığı, çözümleyemediği bir şeyden korktuğunu kimseye anlatamıyordu. Alışrnamıştı güneşe, yarımadalara, denizin durmadan renk değiştirmesine: önce açık yeşil, bir atkestanesi ağacının tirşe yaprakları, mavileşen bir ebemkuşağı, giderek koyulaşan, dalgalarla çevrili, korkunç, kötü bir mavilik, sonsuz, sınırsız. Tarık’la Murat’a benzemediğini duyumsuyordu boyuna.

‘Tarık’ın bir otomobili var, otomobil de o dümdüz hayatın bir parçası.’ Güneş kocaman, kırmızı bir toptu. Yakıcı, sıcak. Şimdi yazdı. Kavruluyordu insan, terleyemiyordu bile. Sigaralar kuruyor, tütün çıtırdıyordu ellendiğinde. 8 Koylar başlıyordu denizde. Biri bitiyordu koyların, bir dönemeç, bir başkası başlıyordu. ‘İlkay biçiminde bir yarımada, palmiyeli kıyılar, bu küçücük yerde yüzlerce kıyı.’ Bir denizkızmın saçlarıymış. ‘Bir daha açık denizlere uîaşılmayacakmış gibi.’ Kalemi bıraktı. Ellerini yağlıboyası kabarmış, pürtük pürtük masada ‘gezdirdi. «Buraları çok güzel,» diye yazmıştı karta (Kale’yi gösteriyordu, besbelli dalgakırandan çekilmişti fotoğraf). «Kalabalık bunaltıcı, herkes kendi havasında; İstanbul’a dönünce…» Saçmaydı yazdıkları, alabildiğine saçmaydı.

İçinden geçenleri aktaramıyordu. Sonra bu kıyı kahvesindeki insanlar, karaşın, güneşle sevişmiş, güneşle öpüşmüş insanlar yabancıydı. Murat’la Tarık kadar yabancı. Onların çalımlı, tedirginlikten uzak, dövüşçü horozu gibi davranışlarından söz etmeliydi. Ama kime? Kartın arkasına sığmazdı bunlar. Üstelik sözcükleri toparlayamıyordu: dağılan, parçalanan, bölük pörçük bir yaşam, karşılıksız dostluklar. ‘Üç günde gidiyormuş.’ Okudu yazdıklarını. Gözleri takıldı. Postanedeki adam söylemişti, «Elli kuruşluk pul yeter,» demişti. Otobüsler, postanenin karşısındaki toz toprak alanda duruyorlardı. Birkaç gün sonra artık bir daha aşılmaz sandığı dağlardan (alçak tepelerdi gerçekte) geçerek Ahmet, ablası, adını bilmediği İngiliz kız geleceklerdi, gece otobüsüyle. ‘Akşamları rüzgâr esince, toz kalkıyor alanda, göz gözü görmez oluyor.’ Kale’ye baktı bu kez, sonsuz kıyılardan vazgeçerek. Kim yaptırmıştı? Otomobilden indik9 lerinde ilik orayı görmüştü.

Sonra deniz fenerlerini, karşılıklı yanıp sönen. İskele meydanı özel otomobillerle doluydu. Çeşitli kentleri simgeliyordu plakalardaki sayılar. Bir çoğunun üstü kaim bezlerle örtülmüştü… «İstanbul,» diye yazdı Cem büyük harflerle kartın altına, siyah, kaim çizginin üzerine; kaçılmış bir cehennemdi orası, herkesin bir hayat kurmaya başladığı yerdi. ‘Günü gel ince bir hayat kurulur, günü gelince evlenilir, hayat bir evlilikle kurulur. Herkes evlenir.’ İnsan «hayat arkadaşını» her yerde tanıyabilir, ‘Bir kasırganın, eşiğinde olduğumuzu hissetmeyerek.’ Durakladı bir an. Unutmaya çalıştı kasırgayı, evlilikleri, İstanbul’u, işlerinin başındaki arkadaşlarını, yeni doğan ve artık kundaklanmayan çocukları, «Benim çektiklerimi çekmesin,» diyerek gülümseyen genç anneleri (Ahmet’in ablası evlenmemişti)… ‘Ya ben? Ben ne olacağım?’ Gelecekle ilgili hiçbir şey düşünemiyordu. Tasarıları yoktu. Orta malı duyarlıklarla yetinecekti sonunda. Amıa şimdi… Şimdi kaygılarla boğuluyordu. İşte çevren yaklaşıyordu, deniz yükselmişti, işte sulara gömülüyordu. Umutsuz bir savaşmadaydı. Gökyüzü, parlak güneş, üzerine çullanmıştı bir tabut kapağı gibi; hayatının sona erdiğini görüyordu.

Dalgakıranın dik eğiminden, kayalardan, yeşilden maviye, tirşeye, gece lâcivertine açılıp koyulaşan, sığlaşıp derinleşen (koylarda yüzemiyor insan) denizden, Murat’ m gülerek, alay ederek, küçümseyerek sözünü 10 «… Tehlikesiz bir yolculuktan sonra…» Adam kayaya çökmüş, Cem’in yanı başına bırakmıştı bıçağı. «Her gün beş on tanesini toplasalar, tertemiz olur burası,» diyordu. Gereği yoktu ki bunun. Su aydınlıktı, bütün tirşeler saydamdı, ışık geçirgeniydi, tıpkı akvaryum, tıpkı suyla dolu bir cam kavanoz; dikkat ederse insan, hiçbirine basmadan denize girebilir. Denizkestanelerinin, denizyıldızlannın kıyıya anlam kattığını nasıl yadsıyabilirlerdi ki… «Elinize batmıyor mu?» diye sormuştu Cem de. Hayır, batmıyordu, okşarcasma alıyordunuz elinize, koyuveriyorlardı kendilerini. Bıçak parlamıyordu şimdi, güneşin ötesine bırakılmıştı. ‘Bir sevecenliğe aldanıyorlar. Sıkı sıkıya tutundukları kayaları bırakıyorlar. Bir içgüdü, bir aldanış.’ Masadaki kabarcıklardan birini kalemle deldi. Tırnaklarıyla kazıdı yağlıboyayı. Hemen kirlendi beyazlık. Tükenmezin mavisi yayıldı, sıvaştı. Cem yazdı oraya, çirkin elyazısıyla.

Sonra parmaklarını tükürükleyip silmeye çalıştı. Yayıldı mavilik, tirşeleşmedi ama. Uçuklaştı, dalgalandı aklıkta (büyüsü bozulmuştu denizin). Acıyla ürperdi. Sevdiği insanların adlarını yazmak istedi: Bodrum’da, bir kıyı kahvesinde (Salih’ti kahvecinin adı, tanımıyordu, yazmayacaktı) bir dolu ad, bir masaya yazılmış. Öğleden sonra birisi okuyacak, ‘Kim bunlar?’ diye düşünecekti. Hiçbir anlamı yoktu başkaları için, yazma13 dığı, yazmaktan kaçındığı adların. Başkaları tanımıyorlardı onları. Tanısalar bile önemsemeyeceklerdi. Değişikti değer yargıları. Acıyla ürperdi. Dalgakıranı aşarak geliyordu kocaman bir tekne. Yelkenler rüzgârla kabarıyor, şişiyor, balonlaşıyor, birden kırışarak gerginliklerini yitiriyordu. Denizin göğe taştığı bir fırtınada, inanılmaz bir yağmurda, kışın, aylar sonra, neden olmasın, bu yelken yırtılabilir (eskimişti zaten); bir sürü kurdelâ uçuşur. Rüzgârla epriyen bir sürü kurdelâ.

Tekneyi gördüler mi?’ Dalgakırandaydılar. ‘Denizden gelişine baktılar mı?’ Dalgakırana gelmeyeceğini söylemişti pansiyondan çıkarken. Murat uyanmamıştı daha. ‘Sonra da oraya gittim, dalgakırana.’ Tekneleri tanımıyordu Cem. «Kıçı yuvarlak olanlar gulet,» demişti Murat. Ama Cem’e söylememişti (Postanedeki adam, kartların elli kuruşa gidebileceğini söylüyordu.) Tarık’a anlatmıştı; kıyıda yürürlerken. Yol kenarına doğru biraz uzaklaşmışlardı Cem’den (karta yazmamıştı yalnızlığım). Artlarına takılmamıştı tabii. İki direkliydi van yelkenli gulet, yelkenleri yepyeniydi. ‘Bu gelen de bir gulet.’ Belki de Tarık’la Murat görmemişlerdir. ‘Şimdi gülüyorlar, şimdi konuşuyorlar kendi aralarında, şimdi gülüyorlar.’ Tarık denizi sevmiyordu pek.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir