Selim İleri – Bir Us Yarılaması

Ne kadar sürdü, kaç gün, kaç hafta, kaç mevsim, kaç sene, bilmiyorum. Fakat ıstırap kasırgasından sonra büyük ümitlerle yeniden başlıyorum. Güzel bir sabah. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyorlar. Kuşların korosunu dinleyerek balkonumda tek başıma oturuyorum ve bu satırları yazıyorum. İnsanın her şeye kırıldığı anlar gelip geçicidir. Benimkiler de işte gelip geçti. Mazinin yaralarını unutmaya kararlıyım. Kuşlar hep bir ağızdan ötüşüyorlar, wEvet! Evet!” diyorlar, “Unut artık!” Çocukken bilhassa hanımların yanımda bağıra çağıra konuştukları kuş dilini bir türlü öğrenememişdm ama, şimdi hakikî kuşların söylediklerini açık seçik tercüme edebiliyorum. Asabını bozuk kalktım. Zira yelloz» cesaretimi kırmak için “Bu ‘büyük ümitler’, Charles Dickens’ın Büyük Umutlar’ım-çağrıştırıyor” diyecek. Adını gibi biliyorum. Memleketimizde kelimeler, taa Reji îdaresi’nden beri, yabancının tekelindedir. Ne kadar kayıtsız kalmaya çalışırsam çalışayım, hatta, oradaki umudun bekleyiş olduğunu bilmeme rağmen, yine kaygılar kuşanacağım. Esasen bu sabah kuşlar ötmüyorlar.


Yellozlar ve et kafalı oğlanlar yazdıklarımı boyuna gözetliyorlar. Yayınevleri onlara teslim edilmiş. Alnınım kara yazısı! Yelloz, tek kaşı kalkık, soracak: Nedir bu yazdıklarınız?! Hayatımdan hakiki hayat sahneleri. Kara cahillere Reji İdaresi’ni anlatmak, açıklamak gerekecek. Dickcns (1812-1870), para ve şöhret hırsıyla, ikinci sınıf okurların taleplerini göz ardı etmez; kapısına yapışıp kalmış matbaacılardan talepleri tek tek öğrenmeye çalışır, bu talepler çerçevesinde orta malı şeyler yazardı. Zannım odur ki, bugünün çok satan muharrirleri de aynı metodu uyguluyorlar. A yelloz! A et kafalı oğlan! Peşinen yanlış tercüme etmişsiniz: Umutla bekleyiş avnı şey değildir. Umutta bekleyiş, beklenti vardır ama, her bekleyiş umutlu değildir. Esasen bütün bekleyişlerim ümitsizdi. İçim kapkaranlık. Vaktiyle bu yellozlardan biri bana “Hayatın güler yüzünü yazınız” demişti. Bugünün okuru karanlık, karmaşık metinlerden hoşlanmıyormuş. Bizde vaftiz ve aforozun olmayışına oldum bittim üzülürüm. Dün yazdıklarımı okudum; Dickens dolayısıyla ecnebinin yazdıklanna karşı olduğum zanncdilcbilir. Ecnebinin yazdık-lannı bilmez değilim.

Hatta, ecnebinin yazdıklarına hayranlığım vardır. Fakat ortalığa düşmüş örneklerden hoşlanmam. Meselâ hiçbirinin aklına Ktztl Oda gelmez. Bu eser bohem çevrelerin içyüzünü aksettirir. Uzaktan şatafatlı sanatkâr dünyası şimdi mercek altında bütün süflîliğiyle gözler önüne serilmiştir. Fransızca tercümesini bir türlü bulamadım -dilimize çevrilmemiştir-, bu sebeple Ktztl Oda’yı okuyamadım. Bununla birlikte, yazdıklarımda -on binlerce savfâ!- ver ver Ktztl 7 4 • • • Oda’nın havası eser. Strindberg’in Baha’sı yelip arttı bana. Ibscn’c zaafımı da saklamam. Muhsin, Baha’yı Cehennem yapmış. Bizans’ın müessesclc-rinden başlayarak, hayatımız bir adaptasyonlar silsilesidir. Muhsin, Hcinrich’c beş kuruş telif hakkı ödemeden, Mavi Melek’i -Profesör Unrad- Şehvet Kurbanı yapmıştır. Hoş, Profesör UnratCı okuyup okumadığı da meçhuldür. Öyleyken, edebiyatımız ve sanat hayatımız çalıntılar üzerine kuruludur. Cahide’yi ilk kez Şehvet Kurbant’nda gördüm.

Gördüm ve seyrettim. Cahide, Muhsin’in yuvasını yıkıyordu. Defterimin sayfalan çok güzel. Yukarıdakiler vc şimdi yaz-dıklanmın dışında defterimin sayfaları bomboş. Yazdıkça hepsinin ırzına geçeceğim. Libidom yüksekti. Hep elimde dolaşırdım. Benim bütün derdim bir ilâhe düzmekti. Yellozlar vc et kafalı oğlanlar bu cümleyi beğenecekler: Hızlı, uçuk, porno girizgâh! Yellozun Dickcns’ı kolay yazamazmış. Saçımı başımı yolu-yonım diyor. Yazmak için oturuyormuş, hiçbir şey yazamıyor-muş. Yazdıklarını yırtıyormuş. Böyle günlerinde kendini sokağa atıyor, geceyanlan Londra’nın sefil mahallelerinde dolaşıyor. Kaç geceler İstanbul’u öyle köşe bucak dolaştım. Hepsi geçer Sayru, hepsi geçer! Bir de şunu ekleyeyim: Yazdıklarımı okudum; vaftiz, aforoz meselesinin anlaşılmayacağını fark ettim.

Efendim açıklayayım: Yazar burada yellozun editörlük koltuğuna apar topar oturmuş oturtulmuş olduğunu kast etmekte; oraya oturabilmek için, tıpkı hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir rahibin kabulüne ihtiyaç duymaktadır. Yine aynı şekilde, zorunlu hallerde koltuğun boşaltılması için edebiyat kilisesinin aforozundan medet ummaktadır… Anlayana sivrisinek saz! Günlerden pazar. Hava sıcak. Gökyüzü masmavi. Kahvemi balkonda içtim. Mevsim erken geldi. Gerçi sonra bozar. Pazar günlerinden nefret ederim. Çocukluğumda, erkeklerin çizgili pijamalarını çıkarmadıkları, traşlı suratlan, kirli fanilalarıyla gezindikleri, marsık kokulu, laubali, iğrenç bir gündü. Erkeklerden gecelik entarisiyle dolaşanlar büsbütün ortalıktan kaybolmamıştı. Kadınlar mutfakta boyuna bir şevler pişirirler, kızartırlar, kavururlar. Annem leğende sararmış çamaşırları çivitlcrdi. Hamam yakılır, ev hamam otu kokardı. Pazar günlerinin iğrençliği o hamam otu kokusundandır. Kokunun ne kadar müstehcen olduğunu kimseye anlatmadım.

Halbuki anlatılmaya değer. Müstehcen kokuya mutfaktan kabak, patlıcan kızartmasının kokusu karışırdı. Başka ne pişerdi? Kışsa, kıymalı karnabaharın, kapuskanın ağır kokulan. Cahidc pişirmezdi. Cahide’yi puf böreği kızartırken gözümün önüne getiremiyorum. Sarah da herhalde pişirmezdi, omlet, kotlet filan. Tiyatroya yetişecekler. Ah Sarah, büyük aktris! Tahayyüllerimde Sarah daima Quccn Elizabcth’tir. Hamam otu kullanmaya başladıktan sonra etek traşımı daima yansı traşlı yansı traşsız bıraktım. Pazar günleri futbol maçlan radyodan naklen verilirdi. Komşulardan gelen maç seslerine büyük matematik âlimi tahammül edemezdi. Derken kavga çıkar; Havva annemle babam her pazar kavga ederlerdi. Büyükannem bizdeyse, uluyarak dualar okur. Sonra dayak faslı başlardı. Dayağı çocuklar yer.

Aynı gün takat akşamüzeri yazıyorum: Bir kadeh rakının yanma kirlihanım peyniri iyi giderdi, fakat artık bulunmuyor, fiçı peyniri, dışı küflü. Kirlihanım peynirinin yerine ithal rokfor modası başladı, parası olana. Balkonda oturuyor, bir kadeh rakımı yudumluyorum. Pazar akşamlarından hâlâ, ertesi sabah leylî mektebe gidecek bir çocuk kadar korkarım. Pazar gününden, bu evden, dayak faslından kurtulacağıma sevineceğim yerde, amıebaba ihtiyacı duyar, bir köşeye siner, büzülüp kalırdım. Art arda kapanan büyük kapılar, demir kapılar, sireni andı-nr zil sesleri, geniş ve karanlık koridorlar. İşkenceler avlusu. İstiklâl Marşı’ndan sonra bizi sınıflara tıkarlardı. Balzac’tn hayatında yatılı okul dönemi bir yıkımdır. Edebiyat, daima edebiyat! Bu sebepten ötürü Honorc de Balzae’la aynı kaderi paylaştığımızı düşünürüm. Kokforu -alabildiğim zamanlar- tcrcyağıyla kanştınp çoğal rıyorum. Avluda top oynayan çocuklar bağınşıp çağrışıyorlar. Çiçeklerin, tarhların, mermer havuzdaki nilüferlerin ve kurbağaların, tatarcıklann arka bahçesi. Ben daima arka bahçedeyim. Mehtaplı gecede -o zamanlar aysar olduğumu bilmiyordum-yatakhaneden kaçarak, merdivenleri sessizce inip arka bahçeye çıkıyorum.

Dolunay gümüş rengi parlıyor. Serin güz gecesi. Rüyalar içinde. Havuz kenarında mermer deniz kızı oturuyor. Ona âşığım; ilk aşk! Ona gerçekten âşıktım. Gümüşî ay ışığında yavaş yavaş yürüyorum. Artık baş başayız! Alnındaki mermer büklümleri gizlice okşardım. Arka bahçeye bakan mutfaktan kışladakilcri andırır aş kokusu geliyor. Hangi acıyı, hangi kederi yazmam gerektiğini bilmiyorum. Sonra ses patlıyor: “Sayru! Geri dönemezsin!” Hayır, yanlış anlaşılmasın, Batı edebiyatına hiçbir zaman kapalı olmadım. Hatta en yenileri, meselâ Kafka’yı dikkatle okudum. Katka Değişin?de neyi anlatmak istiyordu? (Değişim’i şimdi Dönüşüm yaptılar. Bir türlü karar veremiyorlar.) Bu konuda birbirini tutmayan, birbiriylc çelişen yığınla yorum var. Ama bir gerçeklik de, bir yazar fantezisi de olsa, korkunç olan, sabah sabah insanın kendini hamamböceği -bu da değişti! Kınkanatlılardan iri bir böcekmiş- hissetmesidir.

Benim bazan gece de hissettiğim olmuştur. Eve dönmüşsüniizdür. Çukurcuma’daki kümese. Yalnız, küskün, kendi kendimle sürekli hesaplaşma içinde. Müthiş bir umarsızlığı örtbas etmeye çalışarak. Mutfağın ışığını yaktığınızda, kınkanatlılardan mı kınkanatsızlardan mı olduğunu bilemediğiniz iri bir böcek duvan ya da fayansı arşınlamaktadır. Bir tür volta atış. Duyargaları ışığı sezinler, ışığa duyarlıdır bunlar. Telâşla kaçışır, ölüm, içgüdüsünde kendini duyumsatır böceğe. Sonsuz bir koşu başlamıştır şimdi. Gregor Samsa’nın da kızkardeşi onun öldürülmesini istiyordu, kibarca konuşarak ‘ortadan kaldırılmasını 1 . Et tırnaktan aynlmaz dedikleri bu olsa gerek… Eskiden karafatmalar vardı. Çukorcuma’dakilere Alman tipi hamamböceği deniyor. Bazan Öldürüyordum Alman tipi hamamböccklcrini -bu cinayetlerimin cezaî bir müeyyidesi yok-; gelgclclim, iç karanlığımla boğuştuğum alabildiğine mutsuz geceler, pek de irkiltici, iğrenç gelmiyor hamamböcekleri. Koca doğada onlann yeri niye olmasın?! Kimi zaman da her şeyin tıkırında gittiğini düşünüp, haydi bir gece daha yaşasınlar, diyorum.

(Sanki vann gece onları bulacağım. Kim bilir nereye sıvışmış olacaklar.) Ama çoğu geceler ‘sıradan’ bir insan olarak kapıyı açıp eve girdiğimde ilk işim mutfakta böcek avına çıkmak olurdu. Sıradanlık, herkes gibi olmak ardı sıra kötülüğü getirir: Ölsün hamamböcekleri! Hayat adında muazzam bir kötülüğün ortasında yaşıyoruz. İnsanlar birbirlerini aşağılıyorlar. Aşağılananlar da bir başkasını, başkalanm bulup onu, onları aşağılıyorlar. Herkesin aşağılandığı bir hayatta Alman tipi hamam böceklerine, karafatmalara, hatta Gregor Samsalara merhamet duymak elbette kimsenin ruhundan geçmiyor… Tahmin ettiğim gibi mevsim erken gelmiş. Balkona çıkmamla içeriye girmem bir oldu. Isıncı bir rüzgâr esiyordu. Hırkamı giyip tekrar çıktım, balkon pencerelerini tek tek kapattım. Baktım, bitişikte Matmazel Zizi’nin pencereleri zaten kapalıydı. Kibrit kutusu kadar beyaz peynir, bir dilim -ince- kızartılmış ekmek ve iki dilim domatesten ibaret kahvaltımı ettikten sonra kitaplığımı yeniden düzenlemeye karar verdim. Her defa başlıyor, fakat hep yanm bırakıyorum. Bu kez kararlıyım; hiç değilse, Osmanlı tarihine ait eserleri bir araya toplayacağım. Tarihini bilmeyen bir millet onu yeniden yaşamak zorundadır.

Ömrümün büyük bir kısmı tarihimizi öğrenmeye çalışmakla geçti. Özümseyip öğrendim mi, söylemek, değerlendirmek bana düşmez. Tarih öğretmenimiz Sidikli Server Bey (Servet?), “Tarihimiz bir dcrvacür evlâtlar!” derdi. 0 Osmanlı’ya tesirini inkâr için bizim Köprülü, Bizans’a geri dönmüştür. İddialı, inkarcı, bilgiç bir geri dönüş. Halbuki fermanların Bizans sarayındaki gibi altınla, kırmızı ve lâcivert renklerle yazıldığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Fetihnamelerin litterae laureate’lere benzerliğini söylemiş fakat fetihnâmeler daha eskilerde de vardı diyerek, benzerliği bu defa da inkâr etmeye yeltenmiştir. Hep inkâr! Zira Bizans’tan bize hiçbir şey tesir etmemiş olacak. Bizans’ın imparatoru her hafta kiliseye gidecek, halkın arzuhallerini doğrudan doğruya (bizzat) alacak, padişah da her hafta İstanbul camilerinden birine gidecek; padişahın her cuma İstanbul camilerinden birine gidişi bu eski âdetle ilgili görülmeyecek. Elinden gelse, kiliseden dönme camileri biz inşa ettik diyecek. Diyemediği için o meseleyi deşmiyor. Pekâlâ biliyor ki, Osmanlı aşağılık duygusuna kapılmayarak Bizans’ın mücsscsclcrini kendine tanzim etmiş. Senin aşağılık duygun nereden geliyor?! Tavâşîler bizde Abbasılcr’den başlayarak vardı diyorsun; iftihar edilecek iş midir? Adamın havalanın bur, karşısına geç keyif çat. Siyah tavâşî Kâfur’u, Altuntaş’ın Şeker ismindeki tavâşîsiııi misal veriyorsun. Siyah ve beyaz tavâşîler pek boldu diye kahkahalar atıyorsun.

Maaşallah! Bu hepten, toptan inkâr değil mi ki, bir gün de seni Os-maıılı mâzinden söküp atacaktı; hiçbiriniz hesap etmemişsiniz, vah vah. Bugün bol bir ilkyaz güneşi gözlerimi kamaşnnyor. Tarih deryası içinde çok zaman kayboldum. Annem iki taneydi: İlki, ahretlik kılıklı, çivitli suya sara-rık beyaz çamaşırları -iç çamaşırlan, donlar, fanilalar- bastıran. İkincisi, lülidc Hanımefendi, yüksek kadın, piyano çalardı. Salon hayatının yüksek kadınlan piyano çalsınlar, değil mi? Nişantaşı’nda, Teşvikiye’de, Maçka’da otursunlar, yazlan Büyükada’da, Suadive’de, püfür püfür Boğaziçi’nde… Jülidc Hanımefendi şurasından burasından çeşitli piyano konçertolan, noktümler, bazan alaturka nağmeler, bazan hatta piyasa şarkılan, onlan söylerdi de, meselâ Otomobil uçar gider… Uçarak nereye gidiyordu bu otomobil acaba? Herkes beni bırakıp gitti; ne gam! Daha başlangıçta, orada, o korkunç okul yıllannda. Daha ilk adımda kimsesiz kılınıyor, yalnız bırakılıyordum. Bu, Balzac’ın da başına gelmiştir. Onu da anası babası evsiz barksız bırakmışlar, Paris’te yanü mektebe alıvermişler. Kendime yeni bir hayat kurmak zonındaydım, madem yalnız bırakılmış, leylî mektepte ailem tarafından terk edilmiştim, ikinci ve gizli bir hayat. Bu ikinci, gizli hayatımı kimselere sezdirmemem, belli etmemem gerekiyordu. Doğrusu, hayli sıkıntı çekmeme rağmen muvaffak oldum. Yalnızlığın vahşetiyle yaşayanlar zehirli hayattan korunmayı çabuk öğrenirler. Savunma usulleri farklıdır: Başkalarını, size yaklaşmak isteyenleri, dost yüzlü düşmanlan görmezden geleceksiniz. (Yazdığım ilk hikayenin ismiydi “Dost Yüzlü Düşman”.

) İçinize kapanacaksınız. Daima arka bahçede, daima nilüferli havuz, mermer deniz kızı. Orada tek başıma mesuttum. Çekingen, lapacı, şiş man, ürkek çocuğun sınıfta, yemekhanede, avluda, koridorda, yatakhanede olduğunu sananlar yanılıyorlardı. Hem de fena halde. Okyanuslardaydın, açık denizlerde; enginlere, maceradan maceraya koşuyordum. Deniz yolu kapanmamış, Robenson’un adasını senin için sular örtmemiş! (Yellozlar, et kalalı oğlanlar, çok satar okur beyler hanımlar anlamayacaklar ama, burada Cahit’e bir merhaba!) Neuf-ccnt-dix-neufSayru Usman boğucu okul binasından çoktan uzaklaşıp gitmişti. (Burada da Om Mani Padme Hum şairine bir merhaba var.) Romanlar, kitaplar nerede geçiyorsa, oradaydı. Çoktan sisler gerisindeydi her günkü yaşam. Kitaplar, yalnız kitaplar! Kitapların insanlarıyla arkadaş olmuştum. Kitaplann insanlarıyla sarmaş dolaş. Zeytin nasıl yenilir, zeytin çekirdeği âdab ı muaşerete göre nasıl çıkartılır, kâh Mcftun’la tartışıyorduk; kâh David’lc (Copperfield) öksüzlüklerimizi paylaşıyorduk. Kâh Hakkı Celis gibi Seniha için yanıp tutuşuyor; kâh, liseyi yeni bitirmiş Frcdcric Morceau’yla gönül eğitiminden geçiyorduk. (Seniha’da bir tür Bovarizm bulurlar.

) Öğretmenleri, sınıf arkadaştan, etüd ağbileri fark etmiyorlardı ama, belleğinin kudretini kelimelere dökemezdiniz: Mekânlar, şehirler, şahıslar, eşya, elbiseler, devirler, çığırlar, memleketler, kutuplar, keşifler, saraylar, sultanlar, kral ve kraliçeler, hepsi avcunun içindeydi. Şimdi biraz yorgun düşmüş olsam bile hâlâ hatırlarım. Aynı ışıkta; çizgileri, şekilleri, renkleri aynı. Kimi kalın, kimi ince kitaplar. Çocuk, yeniyetme, bazan değiştirirdi; romancının, hikayecinin, şairin söylediğinden biraz fazlasını eklemeye çalışırdı. Tabiî yüzüne gözüne bulaştırarak. Çalıyordun o kitapları! Evet, kimseler görmezken çantama atardım. Para da çalıyordum, yeni yeni kitaplar alabilmek için. Birçoğu kiitüpha-nemde durur; fakat hangisi çalıntı kitap, hangisi çalıntı parayla alınmış, artık hatırlayamıyorum. Sessiz, dokunaklı, yakaran yazılar bunlar, kimselerin rağbet göstermeyeceği, kimselerin okumayacağı. İçimde fırlatıp atamadığım bir kahkaha. Bugünkü gün tatsız hadiseler cereyan etti. “Karideslerin antenleri pörsümüş” dedim. Saçlan vıcık vıcık briyantinli garson arsızca gülerek, “Kabuklarını soyup yiyorsunuz” dedi. Vah vah Sayru Bey, burası Veliddin Paşa’nın yalısıymış.

Yalının yerinde yeller esiyor. Kayıkhane duruyordu. Kayıkhaneden bozma lokantada konuşuyorduk. Kiminle? Kimse yoktu, kendi kendime konuşuyordum. Çok zaman var ki, kendi kendime konuşurum. Sayru Bey, Veliddin Paşa Abdülhamid’in nâzırlanndanmış. İlki değil, İkincisi, vesveseli ve müstebit olanı. İlkinin yağlıboya portresini görmüştüm, gözlerinde hüzün. Halbuki kaynaklarda Veliddin Paşa diye bir nazır yok. Vaktiyle Mchmed Şahabeddin Paşa’yı da epey araşürmış-tıın. Sabık Evkaf Nâzın olduğu ileri sürülen Mchmed Şahabeddin Paşa’yı Sultan Hamid meclis i has-ı vükelâya memur etmiş; zira paşa pek ihtiyarmış. Kaynaklarda onu da bulamadım. Hava güzeldi. Böyle bir günden istifade ederek Kandiüi’yc gittim. Bir zaman dolaştım.

Maziden kalanı kokladım. Canına okumamıza rağmen eski Boğaziçi’nden bir iki manzaraya tesadüf ettim. Tepelerde erguvanlar tabiî henüz açmamış. Manzaralardan birinde Laga’nın tablosunu yine görür gibi oldum: Gülkurusu harap yalı yelkovan kuşlarını andınrcasına denizin üstündeydi. Denize inen aralıkta durdum, baktım baktım; içim sızladı. Yahya Kemal’in Kandilli mısralarını mırıldanarak» fakat bir türlü ezberden söyleyemeyerek lokantaya geldim. Vakit öğleyi biraz geçmişti. Manolya ağacının altındaki masada kimi göreyim! İffet Hanımefendi! İftet Hanımefendi genç bir çocukla karşılıklı oturuyor, demleniyorlar! Rahat rahat doksanındaki İffet Hanımefendi ayaklanmış, Maslak’taki İzzet Baysal Huzurevi’nden buralara gelmiş. Sapasağlam. Rakısını açtırmış. Ömrü epey uzamış Joan Cra\v-ford haliyle yiyor, içiyor, gülüyor, delikanlıya bir şeyler anlatıyor. Yakası, kol ağızlan gri vizon siyah tayyörü yine sırtında. Hemen yanlanna gittim. “Hanımefendi, maaşaallah sizi gayet iyi gördüm.” Halbuki yan yatalak diyorlardı.

İffet Hanımefendi beni uzun uzadıya süzdü, fakat tanıyamadı. Delikanlı ise ziyadesiyle tedirginleşti. Delikanlının lâcivert kruvaze ceketi pek yeniydi, sanki az önce alınmış. İffet hanımefendi “Sizi tanıyor muyum?” diye sordu. Fevkalâde alındım. “Nasıl hatırlamazsınız?! Bunca senenin ülfeti…” Gayet dikkatli, gayet kibar, âdeta hazır olda konuşmama rağmen, İffet Hanımefendi sinirlendi, oğlana, “Söyle, çekilsin başımızdan! Tebelleş olmasın!” dedi. Oğlan iskemleden fırlayacak gibi yaptı, üstüme üstüme. Fevkalâde üzülerek uzaklaştım. Uzaklarında bir masaya çöktüm. Dinç görünüyor ama beni hatırlamıyor; ihtiyarlık vürekler acısı… * Birinci perde böyle kapandı. Derken -yol yordam kalmamış!- antenleri pörsük karidesleri kayık tabakta önüme siirdü. Ses edemedim. Ayaklann baş olduğu devirde nasıl ses edeceksin? İçkili lokantanın âdabı vardı. Rum garsonlar “Paşam! Paşam!” diye koşuştururlardı. Bizim edebiyatımız ayrıca Rum garsonlar, Rum hizmetçiler, Rum meyhaneciler, Rum metreslerle dolup taşar.

Bu cinsî faşizme hiç temas etmemişler. Temas etmek şöyle dursun, Rum metresleri becermek basbayağı iftihar vesilesi sayılmış. Halbuki Charles Dickens protestanlara karşı katolikleri savunmuştur, kendisi protestanken. Sayru Bey siz bu meseleyi Halide Hanım’la konuşmuştunuz. Evet, konuştum. Zira onun romanlarında da bol bol Rum hizmetçi kızlar gezinir durur. Şiveleri bozuk bu kızlar da zannederim “Paşam! Paşanı!” derlerdi; Halide Hanım öyle yazmış. Bana ne dedi biliyor musunuz! Gayet fütursuz, “İstanbul’un zengin evlerinde bütün hizmetçiler Rum’du” dedi. Yani bir tür realizm. Sonraki ilk romanında da hizmetçi Cıbıl Giz Anadolu’nun bir köyünden geldiydi… Şimdi “Pasam”ın yerini “Baba” almış. “Baba, kabuğunu soyup yiyorsun!” İçkili lokantalar, şarkılı kahve gibi, bunlarda içkili lokanta. Kafc şantanlan da bilirim. Belki de bilmem, okuduklarımdan hatırlarım. Sayru Bey, Konkordiya’daki o gece… Doğru. Nasıl unuturum?! Konkordiya’da Kette! Kette sahnede kendini kaybederek göğsünden bir demeti koparıp bana atmıştı.

Dekoltesini bütün gonca gül demetleri süslüyordu. Kendini benim için kaybetmişti. Teşekkür ederim, güzel, sanşın Kette! İkinci annem, nihavend tango Tart m karşıda duruyor tanıyan varsagöstersin’ı hem çalar hem söylerdi. İffet Hanımefendinin en büyük korkusu, beşinci kolun sinsi sinsi faaliyetiyle memleketimize komünizmin gelmesiydi. “Gençleri kandırıyorlar! Gençliğimizi kurtarmalıyız!” Solcu gençler de yann sabah devrim bekliyorlardı. Bu “Baba!” belki de onlar farkına varmadan devrimin olduğuna işarettir. Soy sop böyle karıştıktan, egalite’ye kavuştuktan sonra… Belki de şarkılı kahve değil, çalgılı kahve. Maamafih şarkılı kahve aklımın bir köşesinde yanıp sönüyor yanıp sönüyor. Bir kadeh daha içelim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir