Semih Gümüş – Roman Kitabı

Yazmak, bütün öbür anlamlarının ötesinde, yazma eylemini yaşayan insanın, ilkin kendini var etme biçimi olmalı. – İnsan niçin yazar (ve yaşar)? Kıyasıya yaşamanın pek çok yolu varken. Belki insanın iç dünyasıyla yaşamayı seçmesi yüzünden –ya da yaşananların nedenleri parantez içine alındığı için– . İç dünyasını acıtacağını önceden kestiremeden. Günahlarından arınmanın bir biçimi olarak belki de; böylece yeni bir günah işlemeye kalkışarak… Nasıl bir çekim gücüdür, insanı yazmak ve yazmak zorunda bırakan? Lawrence Durrel haklı olabilir: “Aptalca bir soru”! Gelin görün ki, zekice yanıtlamaktan da alamıyor kendini: “Kendimi kollamak için.” Arkadaşları kendini daha çok sevsin diye yazdığını söyleyen G. García Márquez’in durumu ondan farklı mı acaba? İçtenlikle konuşur Márquez, hiç kuşkumuz olmasın; üstelik ünlendikten sonra eski dostlukların kopmaz bağlarını, paylaşılmış bir geçmişe duyulan özlemle, apayrı bir yerde tutmaya başlamıştır. Yüzyıllık Yalnızlık’tan sonra edindiği yeni dostlarının sevgisini çoktan kazanmıştır o. Milan Kundera’nınki ise, sanırım atak bir kendini gösterme biçimi ve özseverliğin dışavurumudur. “Kimsenin söylemediğini söyleyerek, herkese karşı çıkmak” istiyor o. “O halde, yazmak da, işte bu karşı çıkma zevki; herkese karşı bir başına olma mutluluğu; düşmanları kışkırtma, dostları da tedirgin etme sevincidir.” Michel Butor tutumunu dinginlikle açıklıyor. Onun için yazmak, “Bizi dört bir yandan saran, neredeyse kudurmuş bir dünyada, ayakta kalabilmemiz, yaşamımızı ussal bir biçimde sürdürebilmemiz için, olağanüstü bir yoldur.” Onun şu sözleriyle gittikçe bütünleştiğimi de fark ediyorum bu arada: “Satmak için değil, yaşamımın birliğini sağlamak için yazıyorum – yazı benim belkemiğimdir.” Çağdaş dünyanın yanıltıcı, acımasız, ürkünç görünümü karşısında yazının cesaret veren gizilgücüne sığınmak, kendi varoluşumun bilgisini edinmek, roman sanatının insanın iç dünyasını arındıran sorularıyla iç içe yaşamak – bunlar da benim sessizliğimin anlamları işte.


* * * Roman sanatının çağdaş dünyanın öğütücü yanları karşısında sürgit öldürülegelmekte oluşu, doğrusu, inandırıcılığını yitirmiş savların hâlâ ikide bir ortaya atılışına dayanıyor. Romanın yok olup gideceğini bekleyenler, yaşlanıyorlar; oysa roman sanatına herkesin öyle gereksinimi var ki. Kaldı ki, tanımlanabilir bir roman var mıdır? Herhalde bir olgunun yadsınabilmesi için, ilkin onun adamakıllı belirlenmesi gerekir. Yaratım ve okuma edimlerinin paylaştıkları bir sürecin eşit haklı bileşeni olarak almayı başarabilirsek eğer, ondan umudunu kesmiş olanlara da bambaşka görünebilir roman. Bu etkinliği gösterebilen romanın ölmesi ise, –en azından bizim görebileceğimiz bir erim içinde– olanaksızdır. Romanın asıl sorunu, insanın iç dünyasında yaşananlar. Demek ki bugün yazınsal eleştiri, romanın üstüne eğilirken, yaşadığımız dünyanın altüst oluşları ortasında, çağdaş bireyin de yeni duyarlıklar içinde değişmekte ve kendini yenilemekte olduğunu göz önüne alacaktır. Değil mi ki roman yeni bir gerçekliği kuşatmaktadır, eleştiri de kendini ona göre yenilemelidir. Yeni bir eleştiri ve yeni bir roman, sonsuza değen bir sarmal içinde, birbirlerini üretip çoğaltarak ilerliyorlar. Eleştiri, roman sanatının sırdaşıdır (bu yüzden ne yargılamaya, ne de yönergeler vermeye kalkışır): Romanın biçimsel örgenlerine sokuldukça anlamını da katlarına ayıracak, anlatının düzlemlerini çözerken, kendini de anlamlandıran bir düzey kuracaktır. Terry Eagleton, “Eleştirinin görevi yapıtın bir yorumunu vermek değil, onun sessizliklerini konuşturmaktır,” diyor. Jean-Paul Sartre ise, Eagleton’dan önce gelir bu yenilikçi değerlendirme anlayışına. Sartre, “Okuyucunun yarattığı sessizlik bir nesnedir,” diye saptıyor bu eleştiri kavrayışını ve gene çarpıcı bir biçimde çözüyor: “Ve bu nesnenin içinde daha başka sessizlikler vardır; yazarın söylemediği şeylerdir bunlar.” Eleştirinin burcunda paylaşılır bu sessizlikler. Orada herkes farkına varır ki, ne roman ne de eleştiri kavramları dural kategorileri imlerler.

Estetik ölçütleri esnek bir yaklaşımın, yeni bir eleştiri için neredeyse bir önkoşul yerine geçeceğini düşünüyorum. Bu esneklik bazen eleştiriden yana bükülmeye de yol açabilir. Eleştirel yazı, yazarının istemleri ve taşıdığı ilkelerin katılığı karşısına kendi özgül direnişini çıkarabilir. Nesnesiyle, yani romanın yazınsal gerçekliğiyle bütünleşmiş olur o anda. Yazınsal yazının gücünün yazarı zorladığı, hatta bazen eline geçirdiği anlarda, yazı kendi iç sağlamlığına güven duymanın sevincini yaşarken, yazar da yazının eline geçmenin coşkusuyla ilginç serüvenlere kapılabilir. Jean Genet, Giacometti’nin Atölyesi adlı denemesinde Giacometti’nin sanatıyla kendi yazısı arasında olağanüstü bir özdeşlik kurarken (tabii böyle yaptığını söylemeden), kendisi de ortaya çıkan metne tuhaf bir hayranlıkla bağlanmaktadır sanki. Yazarının bazen elinde olmaksızın yaşadığı bu esrikliğin bir örneği olan Borges ve Ben’de ise, Jorge Luis Borges’i anlatan yazarın kendisi değil, yazının kendisidir artık. Albert Camus de Sisifos Söyleni’nde, içindeki ateşleri tutuşturan bir yazı üretir. Selim İleri’nin nasıl bir tutkuyla yazdığını onun okurları bilir en azından. Yazınsal yazıya sonsuz bir saygının ürünü olan uzun denemeleri içinde, kendi edasını en çok yakıştırdığı kitabı O Yakamoz Söner’dir herhalde. Enis Batur ise, “Türk edebiyatında, kendisini yazıyla bu denli özdeşleştirmiş çok az şair ve yazar olduğunu düşünüyorum,” derken bile, –tabii bugüne dek yazdıklarını okumuş olan okuruna– böbürlendiği duygusunu estirmez doğrusu. O da Kediler Krallara Bakabilir’deki denemeleriyle, kendi biçemiyle en çok bütünleştiği anın kesitini verir. Söz açtığım konunun ardında sanırım bir boşluk bırakarak buraya geldim: Yazınsal denemenin bağlamı içinde anılabilecek örneklerdi yukarıda adlarını andıklarım. Eleştirinin düzlemine taşındığımızda, kendini daha çabuk ele veren bir yazıyla karşılaşmış oluyoruz. Yazınsal bir yazı olduğu besbelli bu tür eleştirinin; yazınsal söylemin alanını seçmedikçe, etkili olamayacağı da baştan söylenebilir.

Eleştiri yazısı, yazarının ayırt edici dilini, biçemini, hatta düşünsel kurgusunu taşımalıdır; öyle ki, okuru “güzel” bir yazı okuduğunun da farkında olsun. Yoksa kurmacanın gücü karşısına daha baştan yenik çıkacak demektir. Ondan sonra, ancak bir asalak olarak romanın yanında yer alabilir. Elias Canetti de, “Bir yazar ya özgündür ya da yazar değildir,” derken, yazınsal bir yazının içinden sesleniyor: “Yazar, derin ve yalın bir biçimde, bizim onun kötü alışkanlığı diye adlandırdığımız yazı aracılığıyla özgün olur. O denli özgündür ki, kendisinin böyle olduğunun bilincine varmaz bile.” Canetti’nin bir varoluş biçimine dönüştürdüğü yazınsal inandırıcılığını ve hümanizmini Roman Kitabı’nın kokusuna sindirmeye çalıştığımı da bu arada belirtmem gerekir. Eleştiri, yazarı değiştirecek etkinliğe ulaşabilir, yani yaratım surecine karışabilir mi? Böyle bir amaç güden, sanırım baştan yitirmiş demektir. “Doğru”ları göstermek için üretilen bir eleştiri yazısını hoş karşılamak pek güç olur. Eleştiri, o kendisinin bile farkında olmadığı özgün yaklaşımlarını nesnesi karşısında sınar fakat hiçbir zaman ele aldığı romanları sınamaya kalkışmaz. Eleştiri, yazınsal yazı ile dizgesel düşüncenin kırılma noktasında kimlik kazanır. Terry Eagleton, eleştirel yorumlamaya da kendince bir değer biçtiği şu sözlerinde, “Aslında bir yapıtın aynı zamanda bir yeniden yazımı olmayan okunuşu yoktur,” derken, çoğul (eleştirel) okumanın etkin bir yazınsal çaba olduğunu belirtmiş oluyor. Hatta kendini çok kolay ele verdiği izlenimini uyandıran romanlar bile, okuma ediminin çıkış noktasına ve yöneldiği açıya göre, farklı ya da karşıt yorumlara temel olacak çözümleme düzeylerine yol açabilirler. Anlatı düzlemini yatay bir değerlendirmeyle kuşatan eleştiri, çözümleme düzeyleri arasında dikey bir irdelemeye de zorunluluk duyar. Bu derinliğine ve çözümleyici okuma etkinliğini her “iyi roman” bekler; dahası, onsuz yalnızlaşır. Eleştiri ancak bir romanın yatay ve dikey düzlemlerinin anlam, biçim ve dil çözümlemelerini gerçekleştirdiğinde çağdaş ve yeni sayılabilir.

Yoksa örneği pek çoğalmış olan yalınkat “kitap tanıtma” yazılarının süreği olmanın ötesine geçemez. Adalet Ağaoğlu’nun Hayır… romanını eleştirel okumanın süzgecinden geçirmemiş bir eleştiri, bir “Hayır… yazısı” olarak düşünülemez bile. Ya da Yaşar Kemal’in romanı yalnızca geçmişin değerlerinin bugüne ve geleceğe baskın tutulması olarak değerlendirildiğinde, eleştirel bir yaklaşımdan henüz söz edilemeyecektir. Öte yandan, çözümleyici eleştiri düzeyindeki düşünsel bir çalışmanın kendine uygun bir nesneye zorunlu olduğu da atlanamayacak bir sorun olarak beliriyor. Yazınsal okuma edimi, yazınsallığı kuşkulu yapıt karşısında ne yapacaktır? Bu durumda eleştirel okumanın düzeyi ister istemez değişir. Sözgelimi Kemal Tahir romanının yenilikçi eleştiri tutumuyla büyük ölçüde çözümlenemez bir yapısı vardır. Kemal Tahir’in romanları ne art-alanlar açar, ne yan-anlamlar üretir, ne de okuma düzlemlerini çoğaltan bir biçimsel yapıdadır. Kısacası, çözümleyici eleştiri çabasını tüketmek için bire birdir bazı romanlar. Kötü eleştiri iyi romanı kovamaz ama kötü roman iyi eleştiriyi pekâlâ kovabilir! Ya kötü eleştiri iyi eleştiriyi? Eleştirel düşünceyi ucuzlatan kolaycı eleştiri, kendisi yazınsal bir değer üretemediği gibi, yazınsal değeri kuşkulu romanları öne çıkarmak için epeyce uğraşıyor. Birbirini kollamanın kendine açtığı sayfalarda, edebiyatın içine sızmanın yollarını bulmakta güçlük de çekmiyor. Yazınsal eleştiri ve anlatının kitsch’lerine karşı roman sanatının içkin değerlerini korumanın önemi şimdi çok daha artmış durumda. Kitsch tutumu, kitsch davranışı… kitsch-eleştirmen’i n kitsch gereksinimi: kendi benzerlerini güzel göstermek için ayna tutup, kendi güzelinde kendini bulma çaresizliği. [1] Kötü eleştirinin egemenliğini sürgit beslediği, yaşam alanına dönüştüğü için, “kitap tanıtma” yazısı da güvenilirliğini yitirmiş oldu. Yaşamı boyunca binlerce kitap tanıtma yazısı yazmış olan Hermann Hesse’in okumanın yaygınlaşmasına yaptığı katkıyı da, eleştirinin yazınsal onurunu önemsemeyen kitsch-eleştirmenler nasıl olsa umursamıyor. Eleştirinin coğrafyası içinde kendince bir yer tutmuş olan kötü eleştiri, iyi eleştiriyi bu coğrafyanın kıyısına köşesine itmeye çalışıyorsa da, kendi bildiğiyle kendini sınırlayan çabaları aşamıyor.

Kalabalığın bir türlü ağırlık koyamayışının çaresizliğini yaşıyor. İyi eleştiri, çevresindeki sınırlayıcı etkenlere karşın, roman sanatının hep odak noktasında bulunan yerini bugün de koruyor. Yazınsal yaratım biçimleri ve kurmaca anlatı sürekli bir değişim içinde. Eleştiri de bu sürece koşut bir yenilenmeyi kendi özgül koşulları içinde karşılıyor. Tabii bu değişim yazının suskunluğuyla atbaşı gitmiyor. Gelgitler içinde, gün geliyor, insanın kendine yetmezliği baş gösteriyor. Şimdi olgunluk düzeyine başkaldıran bir iç devinim çıkıveriyor ortaya. Ağrıyan bir yerleri kendine getiriyor insanı, iyileştirmeye zorluyor. Bu zora kulak vermeyi bir an savsaklamadan düşünsel değişiminizi tamamlamaya çalışacak, yazınsal eleştirinin pusulasını dışındaki çekim alanlarından yalıtlamanın yollarını bulacaksınız. Gaston Bachelard, “kendinde tartışılmamış konuları yıkmaya” ve “kolay deneylerle bağlantı içinde kurulmuş zihinsel alışkanlıkların katılığından kaçmaya” çağırıyor insanı hem de yüreklendirerek. İnsanın kendi kazanılmış kimliğini zorlamasından daha sancı verici bir durum olabilir mi? Hem bu çağrıya kulak vereceksiniz, hem de iç rahatlığınızı sarsılmadan koruyacaksınız… Bachelard’ın eleştirel aklını edinmek, kendi kimliğini büsbütün yitirme ve hiçleşip kalma olasılığına karşı koruyucu bir kalkan yerine geçebilir. Tabii sağduyu ve düşünsel kuşkuculuğun eşliğinde; başkalarından edinilmiş düşüncelerle olan bağlarımızı kopararak. Bachelard burada, “Gerçekte bilimsel nesnellik,” diye uyararak, sorgulayıcı akla gönderiyor: “Dolaysız nesneyle ilişkiyi kestiğimizde, ilk seçimin çekiciliğini yok saydığımızda, ilk gözlemden doğan düşünceleri durdurduğumuzda ve çeldiğimizde olasıdır. Gereğince doğrulanmamış her nesnellik, nesneyle ilk ilişkimizi yalanlar.” Bu sözlerle bir düşünme yöntemi öğütlenmiyor yalnızca; doğru dürüst bir birey olmanın da yolu gösteriliyor! Geçmişte yazdığım bazı yazılar geliyor aklıma; roman sanatının bugününe de tortularını bırakan yenilikçi yönelimleri “tüketişim”… Hiçbir zaman bütünüyle değil ama büyük ölçüde, tükettiklerimi bir kıyıya bırakıp ellerimle denizi üstlerine çektiğimi sandığımda, “bilimsel nesnelliğim”den kuşku duyabilir miydim hiç ya da verdiğim o ilk yargının doğruluğundan? Yeni bir düşüncenin kıvılcımını aldığımda, yazılarımı kendimden de dışlaştırmayı sonradan öğrenecektim.

Eleştirel tutumumun nesnesiyle ilk ilişkisini yalanlamayı başarabildiğim bir düzeyi yakaladığımda, herhangi bir şeyi, bir roman akımını ya da yazınsal bir yönsemi bütüncü bir alışla doğrulamak ya da yanlışlamak zorunda olmadığımın farkına vardığımda, yenilikçi roman anlayışlarıyla düşünsel ve etik yakınlıklar içine düşmüş bulunuyordum artık. Asıl sorunum öteden beri Marksçılıktı… Düşünsel dünyasını Marksçılığın biçimlendirdiği bir insanın yazınsal eleştiri etkinliği de bu köktenci düşünce biçiminin izlerini taşıyacaktı kuşkusuz. Geçirdiği büyük sarsıntıdan sonra şimdi, Marksçılığın geçerliliğini tartışanların yanı sıra, bir de onun yenilenip yenilenemeyeceği ikircimini çözmeye çalışanlar vardı. Bütün yaşamını Marksçı düşünce dizgesinin belirlediği bir insan olarak, doğrusu Marksçılık ile aramda, kendime özgü bir ilişki biçimi belirleme zorunuyla karşı karşıya gelmiştim. Ne “bilimsel” ölçütler kullanarak, ne de sağgörülü bir yaklaşımla yetinerek bu süreç kolaylaştırılabilirdi. Bir yenilenme olacaksa eğer, geçmişin kalıtının eleştirel aklın istemiyle değerlendirilmesi sonucu olacaktı besbelli. Marksçı düşüncenin yenilenip yenilenemeyeceği sorusunu gene eskil bir belleğin ürettiğini düşünüyorum; sonra da, bu sorunun gene geleneksel düşünme biçiminin süreği olduğunu. Yenilenecek olan nedir ki? Marksçılığın bütüncü bir düşünce dizgesi ve şaşmaz bir bilim olduğunu öne sürenler onun ardıllarıydı; böyle bilinmesinde Marx’ın bir kusuru yoktu ki düşüncelerinin yenilenmesine izin versin o! Marx’ın kendisi ne bütüncü bir kuram olarak görmüştü yapıtını ne de böyle bir kuramın kurucusu olarak saltık bilgi kategorileri yaratmıştı. Herhalde Engels’in, ölümünden sonra Marx’a mal ettikleri, sonra gelenlerin Marx’ın yapıtını putlaştırmalarına yol açmıştı. Aklın yerini iman, bilginin yerini inanç almıştı. Oysaki sorun çok daha yalın biçimde alınabilirdi, şimdi çok yıllar sonra anlaşılabilmiş olsa da. Engels’in, çok benzer sözcüklerle Marx’ın mezarı başındaki ünlü konuşmasında söylediklerini daha sonra Lenin, N.A. Nekrasov’un şiirinden alıp Engels’in ölümü üstüne söyleyecekti: Bir zekâ meşalesidir bu sönen, Bir koca yürek ki artık çarpmıyor! Karl Marx: Bir koca yürek ve bir zekâ meşalesi. Bütün yapıtı, gerçekten de onun her şeyden önce büyük bir bilgi deposu, çalışma istemi, kavrayış yeteneği ve insansever olduğunu tanıtlıyor.

Marx’ın yapıtlarını yenilemek, doğrusu saçma oluşunun yanı sıra (çünkü bu durumda artık Marx’ın yapıtı’ndan söz edilemeyecektir), önünde sonunda dogmacılığın yeni bir biçimine izdüşecek olan, gene sonuçsuz bir çaba olarak kalacaktır. Değil mi ki yenilenmiş bir Marx aranıyor, hiç kuşkumuz olmasın ki, orada Marksçılık adına yeni bir tinsel bağlanma, yeni bir “düşünce ve davranış kılavuzu” örgütlenmektedir. Kant ya da Hegel’in düşüncelerinin yenilenmeye kalkışılması bir tür çılgınlık olmaz mıydı? Rosa Luxemburg, Gramsci, Althusser ya da Sartre’ın bütün yazılarını gözden geçirip yenilemeye çalışmak da tuhaf bir çaba olurdu herhalde. Politik yararcılığın kaba bir biçimi ya da. Yazınsal eleştiri çalışmalarım içinde György Lukacs’ı da hâlâ tüketmiş değilim. Anıtsal yapıtına karşın ortaya koyduğu statükocu tutumu, yenilikçi romanı neredeyse hiçe sayan dogmacılığı, kuram tapıncını güçlendiren roman anlayışı karşısında, ondan öğrendiklerimi de temize çektim sonunda – ama atmadım–.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir