Semir Aslanyürek – Senaryo Kuramı

Neden Sinema Dramaturjisi Teorisi? Vaktiyle, SSCB Moskova’daki Yazarlık Enstitüsü’nde giriş sınavları yapılırken mülâkata kalan bir Çukçe, sınav komisyonunun önüne gelmiş.* Jüri üyeleri sorularım Çukçe’ye yöneltmeye başlamışlar: “Dostoyevski’nin yapıtlarım okudun mu?” Çukçe yanıtlıyor: “Çukçe okumadı.” “Çehov’un?” “Çukçe onu da okumadı.” Jüri üyeleri ısrar ediyorlarmış: “Peki; Tolstoy’un, Balzac’ın, Shakespeare’in, Hemingway’in, Marquez’in ?.” Çukçe kendinden emin bir şekilde yanıtlıyor: “Çukçe hiçbirini okumadı.” Jüri üyelerinden biri merakla sormuş: “Peki, Çukçe ne okudu?” Çukçe, jüri üyelerinin bu kadar saf olmasına kızmış ve sinirli bir ses tonuyla onu sulayanlara seslenmiş: “Bakın, Çukçe okur olmak istemiyor, yazar olmak istiyor!” … Yukarıdaki fıkrayla ilgili herhangi bir yorum yapmanın gereği yoktur. Zaten fıkralar yorumlanırsa küçücük büyüleri bozulur, güzellikleri kaybolur… 1986 yılının sonlarına doğru SSCB Devlet Sinema Enstitüsü (VGİK) Oyunculu Film Yönetimi Fakültesi’nden mezun olup Türkiye’ye döndükten sonra, senaryoların hâlâ 1930’lu yılların yazım yöntemiyle yazıldıklarını gördüm. Yani sayfa * Çukçe, Kuzey Sibirya’da, Kuzey Buz Denizi ve Çukçe Yarımadası civarında yaşayan halka verilen ad. Bu halkın nesli tükenmekle karşı karşıya geldiği için 1980’li yıllarda, SSCB hükümeti tarafından resmen koruma altına alınmıştı. 9 ortadan bir çizgiyle ikiye bölünüyor, sol tarafa filmsel olayın metni, sağ tarafa da diyalog ve sesle ilgili notlar yazılıyor. Elime geçen birkaç senaryoyu incelediğimde ise, asıl sorunun biçimsel olmaktan çok ötede olduğunu ve senaryoların herhangi bir kompozisyondan yoksun, diyalektik gelişmeye yatkın olmayan mekanik bir hareketin şematik bildiriminden ibaret olduklarını farkettim. O zaman tanıştığım genç sinemacı arkadaşlarla senaryo yazım konusunu tartışırken sanki üzerinde durulması gerekmeyen, önemsiz ve herkesin yapabileceği basit bir iş gözüyle bakılıyordu senaryoya. Oysa bir senaristle anlaşıp kafamda dolaşan bazı senaryo projeleri üzerinde beraber çalışmayı umuyordum. Ama çok geçmeden bu işi kendi başıma yapmam gerektiğini anladım ve senaryonun burada nasıl yazıldığına aldırmadan, okulda öğrendiğim şekliyle projelerimi yazmaya karar verdim.


Ne var ki yazdığım ilk senaryoyu bir yapımcıya götürdüğümde, adam bir süre göz gezdirdikten sonra “Bu ne?” diye sordu. Gayet sakin “Senaryo” dedim. Yapımcı uzanarak koltuğunun arkasındaki raftan bir dosya alarak bana uzattı: “Bak senaryo böyle yazılır. Otur incele, nasıl yazıldığını öğren, öyle yaz getir” dedi. “Peki” dedim. Bana ikram edilen çayı içene kadar senaryoyu inceleyip nasıl yazıldığını “Öğrendim” ve teşekkür ederek bir daha dönmemek üzere oradan ayrıldım. Çok üzülmüştüm. Adamın benimle kafa bulduğuna kesin gözüyle bakıyordum. Yapımcının gayet samimi olduğunu ve benimle dalga geçmediğini ancak bir TV programında çok tanınmış bir oyuncumuzun “Ah, nerde o günler! Eskiden vapurla karşıya geçene kadar senaryo yazılırdı” dediğini işittiğim zaman anlayabildim. Eğer bir senaryo “vapurla karşıya geçene kadar”, yani yirmi dakikada yazılabiliyorsa, nasıl yazılacağı da bir çay içene kadar, yani on dakikada öğrenilebilirdi pekâlâ! Böylece senaryo yazarlığım başlamıştı. Bütün bunlara bir de okulda senaryo derslerini vermeye mecbur kaldığım zaman, üzerimdeki sorumluluğun boyutları daha farklı düzeye ulaştı. Artık senaryonun kuramını geliştirmek zorunday10 dım. Bütün bunlar bir şekilde beni harekete geçirdi ve böylece bu kitabın ilk adımlan atılmış oldu. Sinema enstitüsünün film yönetimi fakültesinde, senaryo ve eleştiri fakültesinin senaryo kürsüsü başkanı ve dünyanın sayılı sinema dramaturglarından olan İlya Weissfeld’in bize verdiği senaryo derslerinde tuttuğum notlar, bu kitabın iskeletini oluştururken izlemem gereken yolda bana ışık tutmuştur. Fakat yarım yamalak tuttuğum ve bir kısmını kaybettiğim ders notları yeterli değildi. Son birkaç yıl içerisinde yazdığım senaryolardan edindiğim deneyimlerle, senaryo dersini işlemek için yaptığım araştırmaları bir şekilde harmanlayarak, bir taraftan sinema öğrencilerine yararlı olabilir diye, diğer taraftan da senaryo götürdüğüm yerde “bu ne?” diye sorulmaz umuduyla bu kitabı iki üç senelik bir çalışma sonucunda oluşturdum.

Yalmz burada kendi kendimle çeliştiğim bir durum ortaya çıktı. Şu ana kadar kendi uzmanlık alanı olmadığı .halde bir işle uğraşan insanları hep eleştirdim. Bir bakıma ben de, senaryo fakültesini bitirmemiştim ve senarist değildim. Belki de, senaryo fakültesinden mezun olsaydım bu kitap daha farklı olacaktı. Hattâ bazı anlarda yazdıklarımdan kuşkulandığım ve sinema dramaturjisinin benim işim olmadığını düşündüğüm anlar oldu. Böylece zaman zaman yazmaya ara veriyordum. Ama İlya W eissfeld’in “Bir yönetmen senarist olmasa da, senaryo yazmasa bile, sinema dramaturjisini en az bir senarist kadar bilmeli ve hissetmelidir” deyişini her anımsadığımda tekrar yazmaya koyuluyordum. Bu arada bilgisayarla yazarken, kitap çeşitli aşamalarda yanlışlıkla silindi, tekrar yazıldı. En önemlisi artık önsözü, sonsözü dahil yazımı bittikten sonra da bir nüsha yazdırayım derken, bir hata sonucu kitabı tümüyle bilgisayardan silmeyi becerdim. İşin en acı tarafı da, son haliyle bir diskete kaydetmeyi akıl edememiştim. Böylece kitabın yarısına yakın bir bölümünü yeniden yazmak zorunda kaldım. Ama o kadar bıkmıştım ki, bazı şeyleri eskisi gibi yazmak mümkün 11 olmadı kanısındayım. Sonuç olarak çok düzenli bir çalışma olmasa bile, bu kitabın sağlam düşünceler içerdiğine ve birileri için bir çıkış noktası, bir kaynak oluşturabileceğine inanıyorum… Sinema sanatının (hareketli görüntünün) teknolojik icadından 102 yıl sonra, “Sinema nedir, bir sanat mı veya endüstri mi, yoksa ikisi birden mi?” “Sinema bir sanat ise, nasıl bir sanattır, diğer sanatlarla ilişkisi nedir?” “Sinema, çoğu kişinin düşündüğü gibi, bütün güzel sanatların bir sentezi midir?” “Sinemayı okullarda öğrenmek mümkün mü?” “Video teknolojisiyle çekilen her türlü TV dizisi, klip veya reklam filmi birer sinema mı?” “Ya belgeseller, bilimsel tanıtım filmleri nedir, oyunculu filmle ne gibi farkları vardır, onların da senaryoları yazılır mı?” “Senaryo nedir? Sinema mı, edebiyat mı?” vs. gibi… Henüz yüzyılın başlarında tartışılan ve belirli bir dereceye kadar çözüme bağlanmış olan bazı soruları, ülkemizde bugün tartışmaya açmak kaçınılmaz hale gelmiştir.

Fakat buna girişmeden önce, ister istemez “Neyi neye göre, hangi ölçülere göre tartışacağız?” veya “Tartışmanın kurallarını nasıl saptayacağız?” sorularım yanıtlamamız gerekiyor. Çünkü çoğu kez, tartışmanın en sıcak amnda veya bittikten sonra, kullanılan kavramların tartışan taraflarca değişik şeyler ifade ettiği ve farklı algılandığı ortaya çıkıyor. Bu yüzden kavram üreteceğimiz yerde, sinema edebiyatında her gün kullandığımız kavramların ne anlama geldiğini, önce kendi aramızda bir çözüme kavuşturmamız gerekiyor. Bazen bir afişte veya herhangi bir sinema festivali sırasında büyük harflerle yazılan bir slogan okuyoruz: “Sinema bir şiirdir” Düşünüyorum da, “Acaba niye böyle bir benzetme yapılıyor?” diye, kendi kendine soran oluyor mu?… Ben soruyorum ve yanıtını da buldum galiba… Sinemayı yüceltmek ve büyük ölçüde izleyicisini TV’ye kaptırmış olan bu sanatı daha cazip kılmak için… Sinemayı yüceltmek için “şiir” benzetmesi yapılıyorsa demek şiir çok daha önemli veya sinemanın üstünde bir şey. Yine de bu benzetmeyi anlayışla karşı12 lıyorum ama bu sloganın arkasında gizlenen bir anlam yok mu? Var. Aristoteles mantığıyla düşünürsek; sinema bir şiir ise, demek şiir de bir sinemadır. Yani “A” “B” ise, “B” de “A”dır. Ne var ki böyle bir mantıkla düşünemeyeceğimiz gayet açık… Bunlar farklı şeyler. Peki, bu sloganın doğru bir tarafı yok mu? Var!. Acaba her sinema bir şiir mi? Tabii ki hayır. Eğer “epik sinema” veya “bu film lirik bir film” diyorsak, epiğin veya liriğin ne olduğunu, yapısal özelliklerini, epik veya lirik unsurların ne dereceye kadar filme sızmış olduklarını anlamamız gerekiyor ki bu cümleyi telaffuz edebilelim… Türkiye’de ilk sinema gösterisinden 101 yıl ve ilk Türk filminin* çekiminden bu yana yaklaşık 80 yıl geçmiştir. Bu zaman zarfında binlerce senaryonun yazılıp çekilmiş olmasına rağmen, özellikle senaryo konusunda, çoğu ülkede belirli bir dereceye kadar çözüme kavuşturulmuş sorunlar, ülkemizin diğer bir çok sorunu gibi, hiçbir açıklık getirilmeden geçiştirilmiş ve nedense böyle bir sorun yok sayılmıştır. Ama zamanın bizi bir an olsun beklemeyeceğini bildiğimiz için de hep “ilerliyor” hep “çağdaşlaşıyoruz”. Avrupa’da sanat alanında bir akım doğuyor, ertesi gün bakıyorsunuz ki Türk “sanatçısı” onu kapmış. Avrupa’da sinema alanında bir biçim gelişiyor, ertesi gün bakıyorsunuz Türk “sinemacısı” onu kopyalamış… Ama sadece biçim olarak kopyalamış, içeriği ile hiç mi hiç ilgilenmeden… Bu AvrupalI neden bu biçimi seçmiş, nasıl geliştirmiş, bunun altında ne yatıyor? Önemli değil! Önemli olan, Avrupalı yapmış ya, ben de yaparım.

Benim ondan geri kalır tarafim ne? Hem yok, hem de çok!. Yok çünkü sana rağmen, senin de Avrupalı gibi bir ülken, tarihin, kültürün, geleneklerin, geçmişin ve geleceğin var. Senin de Avrupalı gibi ellerin, ayakların, iki gözün, iki * 1916 yılında M. Fuat Uzkınayın “Ayestafanos Abidesinin Yıkılışrnı belgelediği görüntüler, sinema tarihimizde ilk Türk filmi olarak bilinir. 13 k Ulağın ve “dilin” var… Var çünkü, Avrupalı kendi dilini konuşurken her cümlesine Türkçe bir sözcük sokuşturup “R” sesi acayip çıksın diye dilini kıvırmıyor. Avrupalı kendi kültüründen, kendi geleneklerinden utanmıyor. Seni taklit etmiyor veya seni papağan gibi taklit etmeyi bir “gelişmişlik” bir “çağdaşlık” saymıyor. Avrupalı okuyor, araştırıyor, buluyor, keşif yapıyor. AvrupalI düşünüyor! Ve ancak DÜŞÜNDÜĞÜ İÇİN VAR OLDUĞUNU kabul ediyor!. Şu 780 bin kilometrekare üzerinde, güzel sanatların tümünde ve özellikle sinema alanında profesyonel olmakla amatör olmak arasında hiçbir farkın veya ayrımın olmaması düşünmeye değer bir konu. Oysa bazı meslekler vardır ki, amatörlüğü bile kaldıramazlar. Neyse ki dünyanın birçok yerinde asıl mesleğinin dışında, güzel sanatların bir veya daha fazla dalıyla ilgilenen insanlar vardır. Doktor, mühendis, işçi, muhasebeci, avukat, çiftçi veya çoban olup da boş zamanlarım resim yapmakla, müzikle uğraşmakla veya öykü vs. yazmakla değerlendiren bir sürü insan vardır. Hattâ çeşitli mesleklerden olup da bir sanat dalmda kendi amatör gruplarını oluşturanların sayısı az değildir.

Örneğin Sovyetler Birliği’nde oluşturulan Kızıl Ordu Korosu böyledir ve şu ana kadar amatör olduklarını iddia ederler. Bunun yamsıra yaşamını olduğu gibi sanatına adamış, sanatından başka hiçbir uğraşı olmayan sanatçılar da vardır. Bütün yaşamım sanatına adayan profesyonel sanatçıyla, asıl mesleğinin yamsıra boş zamanlarını değerlendirmek, tabiri caizse bir tür stres atmak amacıyla sanatla uğraşan amatörün bir tutulması mümkün değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir