Şemsettin Ünlü – Yüz Uzun Yıl

” İyisi düz olanı. yokuş yola kulağasma çavuş … öyle ya?” Üç yüklü katır, iki katırcı, iki yolcu, yokuş yukarı Murat Suyunun güney kıyısı boyunca yükselip giden bayıı”ı tırmanıyorlardı. Yolculardan eşekli olanı, buruşuk . yüzıü, . düşük omuzlu, ufak tefek bir adamdı. Arkası sıra çekip götürdüğü eşeğin semerine renk renk torbalar asmıştı. Katırcı’nın sorusuna Yusuftan önce o karşılık verdi; “Diyeceğini doğru de Muso … Yolun yokuşu düzü de ne?” Rüzgara karşı, kesik kesik, bağırarak konuşuyordu. Yolun solu, bayır aşağı, Fırat’la Murat’ın birbirine karıştığı kayalık, genişçe bir vadiye iniyordu. çatalın güney yönü, sel yarıntıları, küçük yosunlu gölcükler, çakıl, kum karışık koylarla . böıünmüştü. Uzakta, karşı kıyıdaki büyükçe koylardan birinde, gölgeleri suya düşmüş söğütler, hemen arkasında, eski, tei”k edilmiş bir köyün kalıntıları vardı. Ortalarda, iki nehrin birbirine girdiği yerde, suyun yatağı derindi. Kavuşan, kaynayan, atılıp yükselen, köpük köpük dağılıp dönen sular; ölümü, ölümsüzlüğü çağrıştıran; coşku, korku karışık, parıltılı bir devinim içindeydiler.


Sııiında omuzdan askılı eski bir asker çantası vardı Yusufun. Yüzü suların birbirine karıştığı yere dönüktü: Dağı taşı deler de ta uzaklardan, yirmi konak, otuz konak uzaklardan dolanır gelir Murat. Günün ışığını, gecenin pusunu, karanlığını getirir gelir … Pınarın dereye, derenin çaya, çayın ırmağa kattığını getirir gelir … Dağa, tepeye, ovaya, düze uzanmış bin, iki bin, üç bin koldur Murat. Ekini, otlağı, bağı bostanı sular da; taşı, kumu, yosunu, ölüyü, di7 riyi sürer getirir … Yazın getirir; baharın, güzün, kışın getiıir … Yeli, bulutu, yağmuru alır, nemi, buğuyu, serinliği verir sürgit. Alandır, verendir Murat. Adamın adama, kulun kula ettiğince; iyiliktir, uğurdur, şenliktir şurda; serinIik, uğruluk, korkudur ötede … Ağzı dili yoktur da, verende verdiğine, alanda aldığı na ağadır, sultandır … Hükmü geçmez kimsenin Murat’a … Öyledir. Katırcı’ya döndü; “Yokuşu çıkmayaydık, biz bunu görmezdik kardeş, ” dedi; suların kavuştuğu yere uzattı elini. Görüntüden kamaşmış gibi gözlerini kısmıştı. “Senin burdan ilk geçişin herhaL” dedi Muso. Yusuf başını salladı; “Görmediğim yeriydi. gördüm. Murat yakındır bize, ” dedi. M uso yavaşladı, kulağına eğildi Yusufun, “İlk gor(‘ııde çarpar adamı suların kapışması… Töbe, canlı desenı değil,” diye fısıldadı. Ürküntüsü suya bakmamasından belliydi. Yusuf yanıt vermedi. çoğu yerinde yol, iki katırın yan yana geçemeyeceği kadar dardı. İki saate yakın bayır yukarı tırmandılar.

Yumuşak, büyülü renkleri, günü, güneşi, esintileriyle, görünürdeki her şey, güz solgunluğunu yaşıyordu. Kabasakal Dağı eteklerine doğru, suyun yatağı na inecekleri yerde Çerçi Kerem kafileden ayrıldı. Eşeğine asılı torbalarda, iğne, toka, tarak, ağızlık, koku taşııomış bu Kerem. Vardığı yerlerde bunları verir, karşılığında yün, yumurta, kürk, badem, ceviz toplarmış. Arapkir’den suyun kavşağına, iki konak; Yusuf, Muso, Muso’nun ‘Yeğen’ diye çağırdığı Sefer adlı genç katırcı, bir de Kerem, dördü birlikteydiler. Arapkir’de, Maraş’a giden arkadaşlarından ayrılmış katırcılara katılmıştı Yusuf. Geldikleıi yerden öte; Kabasakal-Adedi-Mezre … en Ç9k on beş on altı saatlik yolu kal8 mıştı. Çerçi Kerem’in yol boyu durup durup, “Urus Harbinde gavurla vuruştun, öyle ya?”, “Çoluğun çocuğun var mı memlekette?”, “Ne iş yaparsın?” türünden sorulan hiç bitmemişti. Aynldıklan yerde, kafasını kaldırmış, uzun uzun dağın doruğunda toplanan koyu, duman rengi bulutlara bakmıştı Kerem; “Sen bilirsin ya, bu havada geçit tekin değildir Muso kardeş … Ben havayı beğenmedim,” diye öğütlemişti, bilmiş bilmiş. Güneş batı ufkuna yaklaştı, gölgeler koyulaştı. Yusufla katırcılar, nehir yatağı na yakın, dar, uzun bir geçide girdiler. Güzsonu, kuzeyden esen rüzgarın yağmur yüklü bulutlar sürükleyip getirdiği günlerdi; fııtına, yağış, sel; dağın eteğindeki bu uzun geçitte kalan yolcuların mal, can derdine düştükleri, kolay kolay geçidi yarıp geçemedikleri söylenirdi. Yüzü yukardaydı Muso’nun; I;ıavayı koklar gibi, burnunu bıyıklarını oynatıp bulutlara bakıyordu. Rüzgar kuru otları yerden kaldırıp savurmaya başladığında katırlan çek�i; “Hızlan Çavuş,” dedi Yusufa; “Kümbetli’yi tutmaya bakalım! Sel basar buraları. Telef olmuk valla! .

” Arkasına döndü; “Sıradan kopma yeğen … Sudan uzak dm! . … diye bağırdı. iri gözlü, uzun gövdeli genç katırcı, başını salladı.” iki yanında iki sandık, üstlerinde birer harar; bakır eşya, nal, mıh, saraciye yüklüydü katırlar. Muso katıl’lardan ikisini birbirine bağlamış, kendi yedeğine almıştı. Üçüncü katıl’ Sefer’in yedeğindeydi. Yolcular hızlandılar; rüzgann kaldırdığı toz bulutu döndü, savruldu önlerinde. Yağmur bulutlan kayalıkların arasına indi, yayıldı; gün karardı birden. Muso ikide bir arkasına dönüp, “Yakın gel! . Sudan 9 uzak dur!” diye bağınyordu Sefer’e. Önüne döndüğünde de; “Yağmaya … Allah yere yağmaya Çavuş!” diyordu. Rüzgara karşı dirseğini yüzüne siperlemişti, teıaşlıydı. Orta yerinde büsbütün daraldı geçit. Yol, kayahk yann yamacında, sudan bir, bir buçuk adam boyu yükseklikteydi; incecik, dar bir çizgide … . Yağmur serpiştirmeye başladı; görüntüler puslandı.

Konuşmadan, dikkatlice, çabuk çabukyürüyordu Yusuf. Tozlu, uğultulu rüzgara karşı, başını öne uzatmış, gözlerini kısmıştı. Üç yüz dört yüz adım daha, rüzgar fırtınaya, yaj;,mur sağanağa döndü. Geçidin içi, gökgürültüsü, şimşek panltılanyla doldu. Yağmur sulannın ördüğü ıslak, şanltılı örtünün altında görüntüler körlendi. Rüzgarın uğultusu, yatağında kabaran suyun uğultusuna karıştı! . “Uzak durun! . Sudan uzak durun! . ” diye bağırıyordu Muso; iki büklümdü, yüzü arkaya dönüktü … Ayağı yüksekçe bir kaya çıkıntısına takıldı, yüzükoyun kapaklandı … “Çavuş tut! . Katın tut kurban! . ” diye çırpındı doğrulmaya çalışırken. Ak, ölümcül bir parıltıyla bir şimşek çaktı o an … Arkasından bir daha� . Yuları boşalan katır, döit ayağı üstünde kamburlaştı, yana yıktı yükünü. İçi boş bakır kazanlar, leğen ibrik dolu harar, kayalıklara saçıldı gürültüyle … Katn·lar, katırları yedeklemeye çalışan üç adam, yarın üstünde bir an, sadece birkaç saniye tutunabildiler. Katırlar, katırların arasında Sefer’in, Yusufun, Muso’nun karaltıları … Sandıkların, yükün saçılışı.

Haykırışlar! . Hepsi, kara kapkara bir karmaşada nehrin azgın sularına sürüklend·i ı. 10 2 Yetmiş iki doğumlular, savaş öncesinde silah altına alındılar. Savaş başladığında önce gönüllüler, sonra birinci yedekler, arkasından ikinci yedekler yola çıkarıldılar. Gidenler, şehrin üretkenliğini, doğurgan sıcaklığını da sanki kendileriyle birlikte götürdüler. Savaş bitti; iki kış, üç yaz geçti üstünden; Mezre’ye taşınanların, satıp savıp büyük kentlere, yabancı ülkelere göçenlerin arkası hiç kesilmedi. Kalabalıklar azaldı, ürkütücü bir durgunluk çöktü şehrin üstüne. Sened-i İttifak, Tanzimat, Kanun-u Esasi … Buhar, makine, matbua … Değişme, yenileşme, aydınlık! Anadolu’nun bu uzak ilinde bile, karasabanın, huu deyip keçe dövmenin, medresede ebcet ezberlemenin çıkar yol olmadığını bilen bilir; geçmişle gelecek aı’asındaki uçurumda oyalanmanın kaygısı, karmaşası yaşanıl’dı. Balkanlarda her milletin ayrı dava g:üttüğü; silahla, siyasetle Osmanlıdan kopmaya çalıştığı bilinirdi de, içerideki Ermeniden ayrılık gayrılık beklenmezdi. Savaşın zor günlerinde, Kars’ta, Beyazıt’ta, Van’da, Moskoftan yana geçen; İstanbul’da ayrılık güden Ermeniler, güveni yıktı; şehirde komşuyu komşusundan soğuttu. Aklı erenlerin, ‘danışma, görüşme, birlik zamanıdır,’ dediği günlerde, Sultan Abdülhamid, Meclis’i dağıttı, mebusları sürdü, Kanun-u Esasi’den söz edenleri devlete düşman saydı. Eskinin yeniyle, yeninin eskiyle hesaplaşması büyüdü, derinleşti. Eski inançların kimi yıkılmaya yüz tuttu, kimi ayakta kaldı katılaştı. Eskide ya da yenide, geçim kaygısı, gelecek kuşkusu, özgürlük özlemi hep vardı. 11 Şehitler, yaralılar, tutsaklar … Evletine dönenler, dönmeyenler, artık hiç dönmeyecek olanlar!.

Acıları unutmaya; elde kalanla avunmaya hazırdı insanlar. Kafkas cephesinde Ruslara tutsak düşen bağmançı Cafcaf Nuri’nin, bir gece gün karardıktan çok sonra şehre geldiği, doğruca Çarşı Hamamının soğukluğuna girip hamamcının karşısına dikildiği anlatılırdı: Fadılı derler, Hamamcı Hilmi; saçı sakalı, tozu kiri, parça parça giysileriyle karşısında biten eciş bücüş canlının, “Haşa!” insana hiç benzemediğine yemin eder; Cafcafı görmesiyle; “Eşhedü.:. Uzak dur! Uzak dur ya mübarek! ” diye çığrışıp iki dizi üstünde canını kurtarmaya çalıştığını saklamazdı. Korku içindeki hamamcıya hiç aldırmaz Cafeaf; uzanır bir peştemal alır çekmecenin üstünden. Papağını çıkarır; ceketini, poturunu, li me lime kirli gömleğini, partal pabuçlarını çıkarır yığar üst üste; “Sabun ver, sabun ver Fadılı. ” diye tutturur. Sonraları; dört yıl ayrılık çekmiş, ölümlerden dönnıüş gelmişken, evine ocağı na uğramadan, ilk iş hamama gitmesinin nedeni sorulduğunda; “Suya sabuna hasretliğimdi … ” diye anlatırdı Nuri’. “Hamamın mermer kurnasına akan her tas suyu alıp dökündüğümde ben bir daha çık- . tım dünyaya! . Ağardım, ışıdım … Sıcak su derime değil, soğumuş yüreğirne, içirnin karasına dökülürClü sıcacık … Ben o yıkanmaya hiç doymadım,” derdi. Tanıyanlan, Avcı Memoş’un babası Selim Ağanın, “Yitik!” haberini aldıktan sonraki üç buçuk yrl, bir tek gün bile oğlunun sağ salim dönüp geleceğinden kuşku duymadığınıyakından gördüler; nasılyonımlayacaklarını bilemediler: Yaşlı saracın gün doğduğunda işliğini açtığını; gün kararıp çaktığı çivi, attığı ilmik seçilmez oluncaya değin, sessiz, uysal, çalışıp durduğunu görürlerdi. Memoş gittiğinde, Selim Ağanın kızları küçüktü; alı al, gülü gül serpilip büyüdüler … Nesime Mezre’ye gelin gitti; Nazlı’ya söz kesildi. ikide bir anası anıp sızlanmasa, küçük Nazım, ağa12 beyinin adını bile duymayacaktı … Üç buçuk yıl sonra, Saraç Selim Ağanın, öğle sıcağında işliğin kapısından giren oğluna kaşlarının altından dikkatlice bakıp; “Sen misin Memet? İçeri gel. ” dediği, yapılacak başka bir şey yokmuş gibi, önündeki eyer çatkısını çekiçlerneyi sürdürdüğünü görenler şaşırdılar … “Sevinmedin mi Ağa oğlunun geldiğine?” diye sorduklarında, yaşlı Saraç; “Sevindim … Sevindim uşak, ahir ömrümde … ” der, sıcacık gülümserdi.

Yaralılar, tutsaklar, sonra da muvazzaflık görevini tamamlayanlar … Yetmiş iki doğumluların bırakıldığı haberi duyulduğunda şehir eni konu canlandı. Askerinin nerede olduğunu, hangi yoldan geleceğini bilenler, gün hesaplayıp taa Mezre çıkışına karşılamaya gittiler. İlk gelenler, Erzincan’daki birliklerden bırakılan on dört kişiydi. Trabzon terhisi; Bağdat, Beynıt, Yemen terhisleri; Rumeli’den, İstanbul’dan beklenenler … Temmuz sonlarına değin, giden üç yüz sekiz kura erinden kalan yetmiş şu kadar can, ocağına döndü. Esmer, kumral, sarışın; ufak tefek, boyluca, ince uzun olanlar vardı ya, soluk tozlu giysileri içi�de birbirlerine benzerdi bunlar … Dalgınlıkları, yarım yarım gülüşleriyle, sanki babalarına, öz kardeşlerine bile biraz yabancıydılar. Terhislerin arkası kesildi. Aralarında Yusufun da bulunduğu birkaç kişinin gelmediği, ondan öte belki de hiç gelmeyecekleri söylendi. “Gelseler gelirlerdi; takılmış kalmışlardır, bir yerlerde … ” denildi bunlar için.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Yüz Uzun Yıl için teşekkürler.

    – Yukarışehir
    – Toprak Kurşun Geçirmez
    – İsmet Paşa’nın Ağır Topları

    romanlarını da paylaşmanızı diliyorum.