Server Tanilli – Yüzyılların Gerçeği ve Mirası #2 – Ortacag Feodal Dunya

«Ortaçağ» terimi, XV. yüzyıldan kalmadır. İtalyan ede biyatçıları ve tarihçileri çevresinde ortaya çıktı bu terim. Bu aydınlar, kendi kültürlerinin, doğrudan doğruya İlkçağ kültüründen doğduğuna inanıyorlardı; bu İlkçağ kültürü, İtalya’da, yeniden ortaya çıkmıştı onlara göre ve İlkçağ’la Rönesans arasındaki döneme, derin bir kültürel çöküş, bir «Orta çağ» (medium aerum) olarak bakıyorlardı. İnsanlık tarihinin ana devirleri -malûm- XVII. yüzyılın sonunda saptandı: İlkçağ, Ortaçağ ve Modern Zamanlar idi bunlar. Yükselen burjuvazinin görüşlerini dile getiren Rönesans tarihçileri de, Ortaçağ’ı, Kilise’nin egemen olduğu bir gerileme ve karanlıkçılık devri olarak görüyorlardı. XIX. yüzyılda, burjuvazi, feodalizm karşı kesin zaferini kazanınca, en ileri ülkelerin burjuva tarihçileri, Ortaçağ’la ilgili değerlendirmelerini değiştirdiler; bilime tarihsel «ilerleme kavramı» girdiği için, bir Ortaçağ’ın varlığını tanımak zorunda kaldılar bu tarihçiler de. Bu devri ülküleştirmeye ve çağdaşlaştırmaya kalkanlar bile oldu. Ancak, gerçeği şu ki, burjuva bilimi, Ortaçağ hakkında gerçekten bilimsel ve nesnel bir ölçüt koyamadı ortaya. Kimi keyfi dönemleştirmelerin kaynağında bu yatar. Ortaçağ’ın başlangıcını, bazan I. Konstantinus’un hükümdarlığına, bazan Batı Roma’nın son imparatorunun tahtından indirilmesine (476), ya da Arap istilasının Avrupa’ya yönelişine (VIII. yüzyıl) çıkarırlar; Ortaçağ’ın bitimi de böylesine keyfî biçimde gösterilir: İstanbul’un Türklerce zaptı (1453), Amerika’nın keşfi (1492), Almanya’da Reformun başlaması (1517), daha eski olaylar ya da.


«Ortaçağ» teriminden neyi anlamak gerçekte? Ortaçağ tarihi, feodal rejimin, yani feodal sosyo -ekonomik oluşumun tarihidir aslında. Feodalite kavramı, burjuva tarihçiliğinde, XVIII. yüzyıldan başlayarak doğmuştur. Bu terim, vassallık ilişkileri üzerine kurulu siyasal, sosyal ve hukuksal örgütlenişi ve vassallerin senyöre karşı yerine getirmekle yükümlü oldukları borçları belirtmek üzere bugün de kullanılır ve devletlerin parçalanıp dağılışı böyle anlatılmak istenir. Yeterli midir bu kadarı? Şöyle söylemeli aslında: Feodal rejim, toprağın, temel üretim aracı olarak, büyük toprak sahiplerinin elinde olduğu bir üretim biçimidir; öyle ki, bu büyük toprak sahipleri, o toprak üzerinde kendi bireysel ekonomicini yöneten bağımlı köylülerin emeğini sömürürler. Feodalizm, ülkeden Ülkeye ne denli çeşitlilik gösterirse göstersin, feodalitede üretim ilişkilerinin temeli budur. Köleye, kendi emeğindeki çıkarlardan hiçbirini tanımayan köleci üretim biçimine oranla, ileri bir niteliği de vardır. Açıklamaya gerek yok, feodal rejimdeki bu üretim ilişkileri de, toplumun yapısını, hukuksal ve siyasal üst yapısını, giderek ideolojik yaşamını belirlemiştir. İşte, böylesi bir feodalizm kavramıdır ki, Ortaçağ’ı da içine alacak genel zamanlama ile, devrin kendi içindeki dönemlendirilmesi hakkında nesnel ölçütler verebilmektedir bize. Buradan hareketle, Ortaçağ’ın tarihi, köleci rejimin düşüşüyle, yani V. yüzyılda başlar; ve Avrupa’nın en ileri ülkelerinde burjuva devrimlerinin, yani kapitalizmin doğuşunu izleyen devimlerin başlamasıyla sona erer. Avrupa’da ilk Önemli burjuva devrimi ise, XVII. yüzyılın ortalarındaki İngiliz devrimi oldu. Modern tarih, onunla başlar aslında. Böylece, Avrupa’da Ortaçağ tarihinin zamansal çerçevesi, V.

yüzyıl ile XVII. yüzyıl orta ları arasında yer alır. Bu zamanlamayı Doğu için kullanırken elbette dikkat etmeli. Doğu’da feodalizm konusunda ise, şöyle bir düşüncenin ileri sürüldüğünü de yeri gelmişken hatırlatalım: Feodalizm, Doğu için söz konusu olmamak gerekir. Gerçekten, Japonya bir yana, Doğu toplumları böyle bir üretim biçimini tanımamış gözüküyorlar; Japon feodalitesinin bile Avrupa’daki ile benzerliği tam değildi. Öyle olunca, feodalizm, Batı’ya, yalnız’ onun tarihine has bir devirdir demek, gerçeklere daha uygun düşer. Kuşkusuz, doğru değil bu düşünce; Doğu da tanıdı feodalizmi. Ortaçağ tarihi, bir yerde, feodal üretim biçiminin doğuşu, gelişmesi ve sona erişinin tarihi olduğundan, şöyle bir dönemleme gerçeklere uygundur: 1) Yukarı Ortaçağ (V. yüzyıl -XI. yüzyıl ortaları), ilkel feodalizm; 2) Asıl Ortaçağ (XI. -XV. yüzyıllar), gelişmiş feodalizm; 3) Aşağı Ortaçağ (XVI. yüzyıl – XVII. yüzyıl ortaları), feodalizmin bitimi, yani Avrupa’nın eri gelişmiş ülkelerinde kapitalist ilişkilerin palazlandığı, giderek feodal üretim biçiminin dağılış dönemi. Birçok yönden görecedir bu bölünme; çünkü, tarihsel gelişmenin ritmi, çeşitli ülkelerde pek eşitsiz olmuştur.

Ancak, öyle de olsa, Ortaçağ’ın hemen her dönemindeki gelişmenin genel kanunlarını yansıtmaktadır. İlkel feodalizm dönemi, feodal üretim ilişkilerinin, toprak üzerinde feodal mülkiyet hakkının doğup yerleştiği ve büyük toprak sahipleri sınıfı ile bağımlı köylüler sınıfının oluştuğu bir dönemdir. Avrupa, bu dönem boyunca, ana çizgileri tüm Orta çağ için «tipik» kalmış olan bir tarım biçimine tanık oldu. Ve bu dönemdedir ki, Avrupa milliyetleri oluştu ve ilk Avrupa devletleri doğdu. İkinci dönemde, feodal toplum doruğuna çıkar. Zanaatla tarımın birbirinden ayrılışı, zanaat ve ticaret merkezleri olarak kentlerin yeniden doğuşuna varır. Kentlerin açılıp serpilişi, meta-para ilişkilerini artırır. Feodal toplumun görünüşü değişir, yaşam daha az yeknesaklaşır, laik kültür ve kent kültürü ortaya çıkar. Yeni bir devlet örgütü biçimi görülür: Zümrelerin (ordre) temsili ile «yumuşatılmış» monarşidir bu. Gelişmiş feodalizm, köylüler üzerindeki sömürüyü de çoğaltır; bu ise, sınıf zıtlıklarını keskinleştirir. Feodalizme karşı çeşitli köylü başkaldırıları ile doludur bu dönem. Dönemin bitiminde, İtalya’da, yeni bir ideolojinin, yükselen burjuvazinin dünya görüşünü dile getiren hümanizmanın palazlandığı görülür. Üçüncü dönem boyunca, feodal rejimin iç çelişmeleri keskinleşmesini sürdürür. Geleneksel hale gelmiş mülkiyet ve iktisadî örgütleniş biçimleri, üretici güçlerin gelişmesine takanak olur. Feodal toplumun bağrında, kapitalist Üretim biçimi doğar.

Feodal sömürü ile gelişmekte olan kapitalist sömürü arasında sıkışıp kalmış bulunan çalışan kitlelerin durumu, her yerde ağırlaşır. Feodal toplum, bir çıkmaza saplanır. Katolikler, feodal ideoloji olarak, yeni sosyal sınıfların gereksinmelerine yanıt ver mez olur. XVI. yüzyıl, Avrupa’da, feodalizme karşı ilk ideolojik savaşın, yani Reform’un yüzyılıdır; Ortaçağ’ın en büyük halk başkaldırısının, yani Almanya’da Köylü Savaşının yüzyılıdır. Avrupalıların, büyük keşifler sayesinde dünya hakkındaki tasarıları altüst olur; modern deneysel bilim ilk adımlarını artar; feodal sınıf, yok oluşunu önlemek, egemenliğinin sona erişini geciktirmek ister ve bu amaçla da, feodal devletin en güçlü hükümet biçimini, mutlak monarşiyi kabul eder ve katolik gericiliği salıverir ortaya. Ancak, feodal toplumun temelleri bir kez sarsılmıştır; Avrupa’nın en ileri ülkelerinden biri, İngiltere, burjuva devriminin eşiğindedir. Ortaçağ’ın zamanı dolmuştur. Biz, bu ciltle, salt hacim sorunu yüzünden, Ortaçağ’ın ilk iki dönemini anlatacağız; son dönem ise, üçüncü ciltte ele alınacak. O ciltte, XVIII. yüzyılı da anlatacağız. Konumuzun ayrıntılarına başlamadan önce belirtelim ki, Ortaçağ tarihinin incelenişindeki önemi azımsamamalı. Feodalizmin gelişmesindeki kanunları tanımak, bu rejimin evrenselliği gözönünde tutulursa, insanlık tarihinin gelişimini tanımak bakımından gereklidir. Bu kanunların incelenmesi, yerini kaçınılmaz olarak sosyalizme bırakacak olan kapitalizmin gerici niteliğini aydınlığa çıkarır; çünkü, kapitalizmin feodal rejimin bağrındaki gelişme sürecinin bilinmesi, onun kaçınılmaz çöküşünün nedenlerini de aydınlatma olanağını sağlar bize. I KÖLECİ DÜZENDEN FEODALİTEYE Ortaçağ’ın, adına «Yukarı – Ortaçağ» dediğimiz ilk dönemi (V.

yüzyıl – XI. yüzyıl ortaları), Batı’da ve Doğu’da farklı görünümler ortaya serer. Batı, önce büyük bir çöküşe tanık olur: Roma İmparatorluğu çöker. Aslında, daha önce ikiye ayrılmış olan Batı kanadı , Barbar darbeleri altında göçer. Başlarda, çeşitli Barbar krallıklarına tanık oluyoruz. Değişiklik, sadece üst yapıdaki bir şey değildir. Aynı dönem, Avrupa ’da bir yapı değişikliğine de tanık olur: Feodalizm doğar. Feodalizm, Ortaçağ’ın seherinde, V. yüzyıla değin Roma’nın sultası altında bulunan ülkelerde, iki sosyoekonomik biçimin karışımından doğacaktır: Eski köleci rejimle, Roma topraklarını istilâ etmiş bulunan Barbar kabilelerin ilkel ortakçı rejimidir bunlar. Barbar istilalarla Roma imparatorluğu nun düşüşü sırasında, bu iki biçim, derin bir bunalımın ortasında çözülüyorlardı. İşte, onların karşılıklı etkileridir ki, Avrupa halklarının yeni bir sosyal rejime, feodalizme geçmeleri için gerekli koşulları hazırlar. Avrupa, bütün bu dönem boyunca, ana çizgileri tüm Ortaçağ için «tipik» kalmış olan bir tarım biçimine tanık olur; ve yine bu dönemdedir ki, Avrupa milliyetleri oluşur ve ilk Avrupa devletleri doğar. Bunlardan, Frank devleti, apayrı bir önem taşıyor. Ne var ki, henüz «alaca karanlık»taki bir Avrupa’dır bu. Bunu, sadece Bizans için söyleyemiyoruz; batıda çöken Roma, doğuda Bizans olarak sürer.

Ancak, yalın bir uzantı değildir o; ayrı bir anlam taşır. Bütü n Ortaçağ tarihi boyunca, Bizans, gelişmelerin ya doğrudan, ya da dolayısıyla içinde bulunacaktır. Batı’da çöken İlkçağ kültürüne, bir ölçüde mirasçılık edecek olan da o olacaktır. Etkilenmekten çok, etkileyecektir Bizans. Asıl doğu içinse, bambaşka bir tablo gösterir Yukarı-Ortaçağ: Başta Asya’da, gerçi göçebelerin harekete geçip, büyük kıtayı bir baştan bir başa allak bullak ettikleri bir dönemdir bu. Ancak, öyle de olsa, Asya uygarlıkları, özellikle Hint ve Çin’in kişiliklerinde doruk noktalama ulaşırlar. O yüzyılların Doğu’da -belki- asıl önemli olayı ise şudur: İslâm doğmuştur. Yalnız Yakındoğu’nun tarihi için değil, o zamanın bilinen hemen tüm Batı ve Doğu dünyası için İslâmın getirdiği bir hareketlilik vardır: İktisadî, sosyal ve kültürel bir hareketliliktir bu. İslâm, hem etkileyecek, hem etkilenecektir. BÖLÜM I ROMA DÜNYASININ ÇÖKÜŞÜ: BATI (V. – VII. YÜZYILLAR) İsa’dan sonraki 400 yılı dolaylarında, hemen bütün Latin yazarları, ağız birliğiyle, Roma’nın görkeminden söz ederler. Hemen hepsi de, uygar dünyanın İmparatorluğun sınırlarında bittiği ve bu sınıfların içinde de bir birliğin olduğu inancındadırlar: Maddî, kültürel ve dinsel bir birliktir bu. Ne var ki İmparatorluk, çok önceden başlamış bir çöküşü yaşamakta ve Barbarların darbeleri altında sarsılmaktadır; pek yakında, yine Barbarlardan gelecek darbelerle göçecektir. Bunu görmezler, göremezler daha doğrusu.

I ROMA VE BARBARLAR III – V. yüzyılların Roma İmparatorluğu, gitgide artan bir bunalıma sahneydi: İktisadî, sosyal ve kültürel bir bunalım. Nereden kaynaklanıyordu bu? ROMA DÜNYASINDAKİ BUNALIM Gerçekten III. yüzyılın ortalarından başlayarak, Roma İmparatorluğu, gitgide zor koşullar içindedir. Sınırları üzerinde yığışan ve -kuşkusuz- başta Roma dünyasındaki zenginliğin çektiği Barbar dalgalarını o şuurlarda tutmak, ya da az çok yola düzene koymak çabasının yanı sıra, içerde askerlerin başkaldırı ve el koymalarıyla sürekli tehdit edilen İmparatorluk hükümetinin istikrarını sürdürmek için çabalamak, korkunç bir gerginliği de getirmiştir beraberinde. IV. yüzyılın sonlarında büyüklüğü ve görkemi çağdaşlarının hayranlığını hâlâ toplayan İmparatorlukta, ancak tarihçinin görebileceği tehlikeli eğilimler vardır: Bir yandan Romania’nın, Konstantinus’un ölümünden (337) sonra, artık her biri hemen hemen hep kendi imparatoruna tâbi Doğu Bölümü ile Batı Bölümü, yavaş yavaş birbirinden kopmaktadır; öte yandan, bütün iktisadî, siyasal, düşünsel ve dinsel zinde güçler Grek Doğu’da toplandığı için, Latin Batı’da Antik uygarlığın temelleri desteklerini yitirip göçmektedir. Nasıl? Başta, yurttaşlık duygusunda bir çöküş vardır. Eskiden -az çok- özerk siteler federasyonu olan İmparatorluk, düzensizlik ve tehlikelere direnebilmek için, Mısır’daki gibi bir monarşi olup çıkmıştır; mutlak ve bürokratiktir bu monarşi. Daha önceleri belediyelere ya da özel girişime düşen görevler, kamu organlarınca yerine getirilmektedir şimdi. Ne var ki, karmaşık ve etkinlikleri pahalıya mal olan bu organların gideri, halkın sırtına binmiştir ve halk da bıkıp usanmıştır bundan. Roma yurtseverliği, uygulamada Roma’nın yaydığı uygarlık biçimine bir bağlılıktır genellikle; imparatorluk yönetimi ve görevlilerine karşı gitgide artan bir sevgisizlik, bir soğukluğu da beraberinde getirmektedir bu. Vergilerin yararı başta kendilerine dokunduğu için, onları toplamada daha da aç gözlü kesilen görevlilere karşı, Romalı yurttaşlar ya edilgin durumdadır ya da ellerinden geldiğince borçlarından sıyrılmanın yollarını aramaktadırlar: Yoksullar kaçarak ya da başkaldırarak; zenginler, bir bağışıklık elde etmek için nüfuzlarını kullanarak! Temelde herkes, az ya da çok bir direniş içindedir. Bu boyuneğmezlik, bu saymazlık, özellikle askerî alanda kendisini göstermektedir: İnsanlar, askerlikten kaçmaktadır; aslında, acemi yeni kura eri yerine, devlet de, paraya kıyıp, Barbarlardan en iyi askerleri almayı yeğlemektedir. IV.

yüzyılın sonunda, bütün Roma ordusu, en yüksek rütbelere varıncaya değin, yabancı paralı askerlerden oluşmaktadır. Kuşkusuz, bu paralı askerler de, kendilerine bakan devletin ve özümsenmeleri için çalıştıkları uygarlığın ateşli savunucularıdır. Ne var ki, kaygılandırıcı bir belirtidir bu: Romalıların hareketsiz kitlesinin ortasında, canlı tek siyasal kurum, tek güç, Barbarların avuçlarındadır artık.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir