Shafique Keshavjee – Kral, Bilge ve Soytarı Dinler Turnuvası

Uzak bir diyarda, dertsiz, tasasız bir halk yaşardı. Dünyada yaşanan sorunların çamurlu ve fırtınalı dalgaları, bu ülkenin insana kucak açan, sıcak sahillerine çok ender vururdu. Kendilerini dış dünyadan soyutlamış olan, bu şekilde yaşamaktan da büyük hoşnutluk duyan insanlar, zamanlarının büyük bir çoğunluğunu ailelerine, hobilerine ve arkadaşlarına ayırırlardı. Oysa bir süredir burada, tarif edilmesi olanaksız bir değişiklik vardı. Çiçekler aynı güzellikte kokmuyordu artık, balın tadı bozulmuştu. Çocuklar güneşli sokaklarda oynamayı sürdürüyorlardı, ama gülüşmelerinde o eski içtenlik kalmamıştı. Havada bir ağırlık vardı, büyük fırtına öncesi yaşanan sessizlik gibi . Bu ülkede bir Kral yaşardı. Yaptıklarından ve herkesin takdirini kazanmış olmaktan gurur duyardı. Her sabah, sarayının balkonuna çıkar, hayranlıkla Krallığını seyrederdi. O zaman içini büyük bir mutluluk kaplardı. Halkına hizmet edeceğine kendi çıkarlarını gözeten birçok yöneticinin aksine, Kral bu konuda son derece duyarlıydı. İnsanların arasında yaşanan en küçük bir çalkantı bile onu derinden etkilerdi. Halkıyla aralarındaki ilişkiyi kemiren hoşnutsuzluğu için için hissediyor, ama nedenini bir türlü bulamıyordu. Kral’ın en önemli özelliği, kendi sınırlarını biliyor olmasıydı.


Her türlü güçlük karşısında, tereddüt etmeden» herkesin Bilge diye çağırdığı, altın değerinde öğütler veren, ağırbaşlı kişiye danışırdı. Kral, bilgeliğin sınırlarının da bilincinde olduğundan, sevecenlikle Soytarı diye seslendiği kişinin düşüncelerini almaktan da hoşlanırdı. Beklenmedik davranışlarıyla halkın hayranlığını, edepsizliğiyle de korkusunu uyandıran bu renkli adam, her zaman siyahlar içinde gezerdi. Bu öyküde anlatılanlar, Kral’ın, Bilge’nin ve Soytarı’nın başından geçen şaşırtıcı serüvenlerin üzerinde biçimleniyor Bizi ilgilendiren olaylara gelince; onlar bir mayıs ayında, sıradan bir dolunay gecesinde başlıyor. Soytarı Soytarı evine döndüğünde yorgundu. Karnı açlıktan zil çalıyordu. Keyfî, giysilerinden de karaydı. Bıkıp usanmadan önüne gelene anlatıp durduğu hayat felsefesi üç sözcükle özetlenebilirdi: yemek, uyumak ve gezmek. Oysa o akşam çok kötü bir yemek yemişti. Üstelik ülkenin en ünlü lokantalarından birinde. – Şu lokantacı tam bir pislik, diye söylenip duruyordu. Yine de, ona verdiği karşılığı hatırlayınca, dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. “Eti nasıl buldunuz?” diye neşeyle sormuştu aşçıbaşı, bir övgüyü hak ettiğine emin olarak “Oh, tamamen tesadüfen, bezelyelerin altında ” diye yanıt vermişti. Soytarı kayıtsızca. Tıpkı ünlü aşçıların yaptıkları yemekler gibi, şakalar da karın doyurmuyordu.

Karnı hâlâ açtı. Soytarı ülkesini sevmezdi. İnsanların huzurunu, gizilgüçlerini sinsice uyuşturan bir uyku ilacı olarak görürdü. Bu konudaki hoşnutsuzluğunu ortaya koymak için trafiğin en yoğun olduğu saatlerde, kaplumbağası Eloîse’le birlikte gezmeyi severdi. Şehrin en kalabalık kavşağına giderdi; korna sesleri arasında ikisinin karşıdan karşıya geçmeleri, bazen yirmi dakikadan uzun sürerdi. “Sürekli hareket halindesiniz!” diye bağırırdı Soytarı, “Oysa kimsenin değiştiği yok! Sağa sola koşturup duruyorsunuz, ama tam olarak nereye gittiğini bilen yok. Hızınız gittikçe artıyor, ama kimsenin bir gelişme gösterdiği yok. Eloise’im, sizin yanınızda Carl Lewis sayılır!” Şoförlerin öfkeli haykırışlarına ve hakaretlerine karşın, Soytarı hiç acele etmeden, Eloise’i karşı kaldırıma kadar adım adım izlerdi. Ve gereğinden fazla hareketli bir dünyada, yavaşlığın önemi hakkında sakin sakin kafa yorardı. Daha birkaç yıl öncesinden, üstelik kimse henüz durumu fark etmemişken, Soytarı yaklaşmakta olan fırtınayı sezmişti. Şaklabanlıklarının tek amacı, insanları uyarmaktı. Ama neye karşı uyarmak? Bunu kendisi de bilmiyordu. Gene de yakında bir şeylerin patlak vereceğini hissediyordu. Yattığında keyifsizdi. Önünde yorucu bir gece vardı.

Bilge Bilge ilginç biriydi. Gençliğinde pek çok güçlükle karşılaşmıştı. Ama, belki de bunlar sayesinde, yaşamın en karmaşık olaylarına bile göğüs germesini sağlayan değerli ve esnek bir kişilik kazanmıştı. Başarıyla tamamladığı felsefe ve fizik eğitiminin ardından, eğitmen olmak için üniversiteye başvurmuştu. Yerine bir başka aday seçilmiş ve nedeni asla anlaşılamamıştı. “Bir kapı kapanırsa, bir diğeri açılacaktır,” demişti. Bilge, kendi kendini bile hayrete düşüren bir özgüvenle. İnatçılıkla, sebat etmeyi birbirinden ayırmayı öğrenmişti. Gerektiğinde ısrar etmeyi ve direnmeyi, gerektiğinde de geri çekilmeyi ve vazgeçmeyi bilirdi. “Bilgelik, dünyaya gelenin büyümesine izin vermek, olgun olanın tadına varmak ve Ölenin gitmesine aldırmamaktır.” Bilge, yaşam felsefesinin ödülünü de gördü. Çünkü, Kral’ın özel danışmanlığına atandı, böylece ülkedeki en seçkin görevlerden birine getirilmiş oldu Bu atamanın neden olduğu olaylar ve doğurduğu kıskançlıklar öykümüzün konusu değil Ama yine de Kral’ın, Bilge’nin kişiliğinde ve yazdıklarında takdir ettiği şeyin, danışmanının tüm araştırmalara ve Önerilere açıklığı olduğunu bilmekte yarar var. Her şey onu büyülüyordu. Hayranlığım açık yüreklilikle dile getirirdi; Kral onun bu niteliğini çok beğeniyordu. Uzun ve yorucu bir işgününün sonunda, Bilge evine çekildi.

Afiyetle akşam yemeğini yedi, çocuklarıyla oynadı ve karısının anlattığı günlük olayları dinleyerek keyiflendi. Sonra kütüphanesine gidip, eline yıllar önce okuduğu, Nietzsche’nin yapıtlarından birini aldı. Yatağına uzanıp birkaç sayfa okuduktan sonra, huzur içinde uykuya daldı. Kral Kral’a gelince; halkı tarafından sevilen ve çok duyarlı biri olduğunu zaten biliyorsunuz. Buna karşılık bilmediğiniz şey, spora olan düşkünlüğü. Aslında bunun pek de ilginç bir yanı yok. Keşke bir de, karşılaşmalara duyduğu aşırı ilgi, bir kral olarak ona pahalıya mal olmasaydı. Halkı, Kral tarafından karşılanmak için havaalanında tam iki saat boyunca beklemek zorunda kalan, komşu ülkelerden birinin cumhurbaşkanının öfkesini hâlâ hatırlar. Hepsi de bir türlü bitmek bilmeyen, ateşli bir tenis maçı yüzünden! Kral ülkesiyle gurur duyardı. Her yerde ve her düzeyde kendini göstermeye başlayan bu garip somurtkanlık da olmasa, başarılarıyla kesinlikle övünebilirdi. Ülkede işsizlik yok denecek kadar azdı. Politik olarak, monarşik rejimi çağdışı olarak niteleyenler olabilir. Öte yandan, Kral’ın yetkileri kısıtlı olduğundan ve halk oy vermeye iyiden iyiye üşendiğinden, hiç kimse oturmuş bir sisteme kafa tutmak niyetinde değildi. Kültüre gelince; aralarında birkaç yaratıcı deha vardı, ama halk tarafından çok fazla anlaşılmadıkları için, kimseyi rahatsız etmiyorlardı. Son olarak da ve özellikle, potansiyel enerjiyi ve gizli saldırganlığı mükemmel bir biçimde yola sokmaya yarayan spor vardı; ülkenin yapıtaşıydı.

Sağcı ya da solcu ideolojiler, yeşil ya da kızıl olmak artık kimseye çekici gelmiyordu. Gittikçe birbirine bağlanan, aynı zamanda da gittikçe kişiselleşen bir dünyada, herkes kendine ait bir dünya görüşü yaratmakla yükümlüydü. Pek çok kilise uzun yıllar önce kapatılmıştı. Ne-den mi? Yalnızca insanlar artık pazar sabahları erken kalkmak istemedikleri için. Hüzünlü insanlarla, rahatsız bir ortamda bir araya gelip, bir sürü anlaşılmaz ve sıkıcı konuşma dinlemenin yararı neydi? Evde kalmak ya da başka bir yerde zaman geçirmek daha eğlenceliydi. Birçok tapınak müzeye, hatta havuza dönüştürülmüştü. Buna karşılık, yıldız falcıları, sayı falcıları, medyumlar ve türlü kâhinler türemişti. Her zaman moral verici şeyler söyledikleri -kim kötü şeyler duymak için, bu kadar para harcardı ki zaten?- ve hayat çizgisinde hiçbir köklü değişikliğin adını ağızlarına almadıkları için, çok başarılı oluyorlardı. Kral bile epey bir süre ziyaret etmişti onları, ilk başta, kendisini gezegenlere, rakamlara ve öbür dünyadaki ruhlara bağlayan gizemli bağdan etkilenmişti; sonra yavaş yavaş, bu insanların konuşmalarındaki yavanlık, onlarla arasına mesafe koymasına neden olmuştu. Ama halkının bu şekilde avunmasından, özellikle de bunun devlete tek kuruşa bile mal olmamasından dolayı çok memnundu! Geçmişte, kiliseler çok daha pahalıya patlardı. O akşam yattığında, Kral her zamanki gibi, halinden memnundu. Rüya Ay ışığı, bulutsuz gökyüzünü tatlı bir ışıkla aydınlatıyordu. Soytarı’nın aksine, Kral yatar yatmaz uyuyakalmıştı. Bilge de huzur içinde uyuyordu. Birdenbire, sessizliğin içinden bir tür Gizli Güç, üçünün de uykusuna giriverdi.

Kral rüyasında bir futbol maçı görüyordu. Şaşkın bakışları altında, oyuncular birden oldukları yere çivilendiler. Hepsi bakışlarını gökyüzüne doğru çevirdiler. Hayretler içinde kalan Kral da aynı şeyi yaptı. Ve işte tam,orada, nereden çıktığını bilmediği bir elin, ateşten harflerle, kendisini sarsan sözcükler yazdığını gördü. Bilge rüyasında, Nietzsche’nin bir süre yaşadığı İsviçre’de, geyik avındaydı. Tam filozof Sils-Maria’nın evine girmek üzereyken, kapının üzerine hayret verici sözcüklerin yazıldığını gördü. Soytarı’ya gelince; nihayet karnını doyurabileceği dev bir pizzanın rüyasını görüyordu, ama birden El, masa örtüsünün üzerine anlaşılmaz sözcükler çiziktirmeye başladı. Üçü de sıçrayarak uyandılar. Kral yüreğinin sıkıştığım hissetti, hem terliyor, hem de titriyordu. Bir an kararsızlık içinde düşündükten sonra, Bilge’ye telefon etti. Bilge’nin o saatte uyanık olması, gece yarısı arandığı için de hiç rahatsızlık duymaması onu şaşırttı. Kral ona rüyasını anlattıktan sonra, hemen saraya gelmesini istedi. Bilge hiç soru sormadan kabul etti. Olayın ciddiyetini anlamıştı.

Tam giyinmişti ki, telefonu ikinci kez çaldı. Bu kez arayan Soytarı’ydı. – Hele şükür yaşıyorsun, dedi Soytarı, rahatlamış halde. Demek ki yalnızca saçma bir rüyaydı. – Ne yani? Sen de mi? – Ne demek, ben de mi? – Anlatacak zamanım yok. Sarayda buluşalım. Kral beni çağırdı. Yarım saat sonra, Kral’ın özel salonunda toplanmışlardı. Heyecan içindeki Hükümdar, rüyasını anlatmaya başladı. Gökyüzünde gördüğü sözcükleri söylerken, güçlükle soluk alıyordu. – Bir elin: ‘Tıpkı ay gibi, halkının da ölmesi gerek’ diye yazdığını gördüm. Ve ‘ANY’ imzalıydı. Tüm bunlar ne anlama geliyor olabilir? Kim bu ‘ANY’? Anlatılanlar karşısında, Bilge donakalmıştı. Kral ısrarla nedenini açıklamasını istediğinde: – Ben de esrarengiz bir rüya gördüm, diye mırıldandı. Okuyabildiğim de şu: ‘Tıpkı halk gibi, kralının da ölmesi gerek’.

Ve ‘AYN’ imzalıydı. – ‘ANY’… – Hayır, ‘AYN’, eminim. Altında bir not da vardı: ‘İğneyi bulursanız, yaşarsınız’. Kral bitkindi. – Ölecek miyim, diye iç çekti, kaygıyla. – Yalnızca halkınız ve siz değil, dedi Soytarı, Bilge’yle ben de öleceğiz. Gördüğüm saçma sapan rüyada, bir el, ‘Tıpkı Kral ve Bilge gibi, senin de ölmen gerek’ diye yazıyordu. Ve imza TANRI’ydı. Bana bu şakayı yapan, pizzamı yememe izin verseydi bari… Rahatsızlık Sanırım üç kahramanımızın da o gece gözüne uyku girmediğini söylemek yersiz. Karmakarışık olmuş akıllarından binlerce soru geçiyordu. Bu üç mesajın kendilerine aynı anda gönderilmesi, rastlantı olamazdı. Nereden çıkmıştı bu ölüm haberi? Neden ‘gökyüzündeki ay gibi’? Bu esrarengiz ‘ANY’ ya da ‘AYN’ da kimdi? Peki ya tüm bunların arasında TANRI’nın işi neydi? Güneş doğar doğmaz, Kral’ın ilk işi, yıldız falcılarıyla kâhinleri bir araya getirmek oldu. Ama hiçbiri onu aydınlatamadı. Soytarı, tüm bunlann anlamsız bir rastlantı olduğundan emin görünüyordu; öte yandan içinden gelen bir ses, ona aksini fısıldıyordu. Bilge, hiç durmadan rüyasını aklında evirip çeviriyordu.

Geyikler, Nietzsche’nin evi, kapının üzerindeki o sözcükler… Aklına, gençliğinde okuduğu Mircea Eliade geldi. “Her şey işarettir,” diye yazmıştı kısaca, Rumen dinleri filozofu. “Her şey, Kutsal’ın tezahürüdür. Bakmasını bilmek gerek… Fazla dindar biri olmayan Bilge, bu dersi derinliğine incelememişti. Ama şimdi kafa yorarken, sözler bir anlam kazanmaya başlamıştı. Derken, Nietzsc-he’nin kitabının, önceki gece uyuyakaldığı sayfasını yeniden okumak geldi içinden. Kitabı evinden getirip, Kral’a ve Soytarı’ya okudu. – Gün ortasında, elinde bir fener, pazaryerinin ortasına dalıp, durmadan: “Tanrı’yı arıyorum! Tan-rı’yı arıyorum!” diye bağıran çılgın adamdan söz edildiğini duymadınız mı? Ve orada, Tanrı’ya inan-mayan bir sürü insan toplanmış olduğu için, kahkahalar patlamıştı. “Onu kaybetmiş miydik ki?” dedi içlerinden biri. “Çocuk gibi yolunu mu kaybetti?” dedi bir başkası. “Yoksa bir yerlerde mi gizleniyor?” […] Adam, aralarına girip, çevresindekilere öldürücü bakışlar fırlattı. “Size Tanrı’nın nerede olduğunu söyleyeceğim!” diye bağırdı. “Onu öldürdük – sizinle ben! Hepimiz onun katilleriyiz! Peki ama bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl boşaltabildik? Tüm ufku boydan boya sildiğimiz süngeri bize kim verdi? Yeryüzünü, güneşinden ayırmakla ne yaptık? […] Kendimizi sürekli bir düşüşün kucağına atmadık mı? […] Sonsuz bir hiçliğin içinde başıboş sürüklenmiyor muyuz? Boşluğun soluğunu ensemizde duymuyor muyuz? Hava soğumadı mı? Artık sürekli gece ve gece sürekli daha karanlık değil mi? Fenerleri daha sabahtan yakmıyor muyuz? Tanrı’yı kefene saran mezarcıların sesleri hâlâ kulaklarımıza gelmiyor mu? İlahi çürüyüşün kokusunu alamadık mı hâlâ? Tanrılar da çürür! Tanrı öldü! Tanrı ölü! Ve onu öldüren biziz!” Metni dinleyen Kral, dehşet içinde kaldı. Bu kadar az sözcükte böylesine bir güç… – Tanrı gerçekten de öldü mü, diye sordu Kral. – Ölmekle kalmadı, hiç doğmadı, diye yanıt verdi Soytarı.

Daha doğrusu, Tanrı cahillerin düşüncesinde doğar ve âlimlerinkinde ölür. Soytarı’nın bu sözleri üzerine, Bilge’nin aklına şu fıkra geldi: – Hocalarımdan biri, kapısına: Tanrı öldü, imza Nietzsche’ diye yazmıştı. Muzip bir öğrenci de altına ‘Nietzsche öldü, imza Tanrı’ diye eklemişti. Kafası karışan Kral, bu şakayla, almış oldukları mesajların arasındaki benzerliğe dikkat çekti. – İnsanoğlunun ölümü… Tanrı’nın ölümüne mi bağlı? Ya halkımın arasında anlamsızca baş gösteren bu yüzeysellik… yaşamın gerçek anlamının yiti-rilişiyle ilgili olabilir mi? Bu metafizik esin kanatlanmasını duyan Soytarı, korkuya kapıldı: – Yo, olamaz! Bu budalalıklara inanacak değilsiniz. Ama Kral onu dinlemiyordu. Ayağa kalkmış, pencereden ülkesini seyrediyordu. – Onlara iş ve boş zaman sağladım, ekmek ve oyunlar verdim. Ama belki de halkımın eksikliğini çektiği şey, onları yönlendirecek bir Duygu. Halkımın gerçek bir dine gereksinimi var! Büyük Dinler Turnuvası’na davet – Hangisine, diye sordu, Soytarı, sinsice. Museviliğe mi, Hıristiyanlığa mı, yoksa Müslümanlığa mı? Hinduizm’e mi, yoksa Budizm’e mi? Şintoizm’e mi, Taoculuğa mı, yoksa Konfüçyüsçülüğe mi? Ya da belki hepsine birden? Ya da hiçbirine? Ah! Bir fikrim var. Yeni bir din icat etmeye ne dersiniz? Yüce Kral’ım, siz tanrımız olurdunuz, ben de başrahip. Topladığım bütün bağışları paylaşırdık. Yarısı sizin olurdu, yarısı da benim. Anlaştık mı? – Kes sesini Soytarı! Ağzından çıkanı kulağın duymuyor.

Ama Kral da kararsızdı. Gerçekten de, halkı için hangi dini seçmeliydi? Soytarı o kadar da haksız sayılmazdı. Bilge, konuşmaların böylesi bir boyut kazanacağını düşünmemişti. Birden, Kral’ın yüzü aydınlandı: – Peki ya, bize inançlarını tanıtmak üzere, her dinden bir temsilci çağırmaya ne dersiniz? Böylelikle içlerinden en iyisini seçebiliriz! Halk da tartışmalara katılıp, konu hakkındaki görüşlerini ortaya koyabilir. Bilge, senden iyi hakem olur. – Ya ben, diye atıldı Soytarı. Ben de bu yarışmaya katılabilecek miyim? Altın madalyayı kazanacağıma eminim! Bu yeni proje Kral’ı öylesine kendinden geçirmişti ki, sorudaki alaycı yönü fark edemedi. – Madalyalar! Harika bir fikir. Tanrılar için olimpiyat oyunları düzenleme şerefine asla erişememiş olan ülkemiz, tarihinde ilk kez, Büyük Dinler Turnuvası’nı düzenleyecek! Doya doya spor yapacağız! -Anladığım kadarıyla Kral’ım, dedi Bilge, Soytarı’nın teklif ettiği ‘SY’, yani bir çeşit ‘sözlü yarışma’, öyle değil mi? – Kesinlikle! – Peki kimleri çağıracaksınız? – İyi bir soru, diye yanıt verdi Kral. Her dini inanışın başkanını yalnızca! Bilge yavaşça başını salladı. – En yüksek görevlileri davet ederseniz, korkarım tartışmalar birdenbire yön değiştirecektir. Konuşurken kendi inançlarının kötü yönlerinden hiç söz etmeyebilirler ve bu da sorunlara yol açabilir. – Anladığım kadarıyla Bilge, dedi Soytarı, alaycılığı elden bırakmadan, yüksek görevliler, uygunsuz buldukları konuları, uygun bir biçimde örtbas etmeye çok yatkınlar. – Peki öyleyse ne yapmak gerekir? – Ben, her dinden nispeten genç, diyelim ki kırk yaşın altında birilerini davet etmeyi öneriyorum, diye sürdürdü konuşmasını Bilge, öte yandan dinini iyi tanıyan, onu tartışmaya ve eleştiriye açık bir biçimde sunmaya yatkın biri olmalı bu. Her din, kendi şampiyonunu teklif etmekte Özgür bırakılsın! – Kaç yarışçı olacak, diye atıldı Soytarı.

Eğer bütün dinleri, bütün yeni dini akımları ve bütün mezhepleri sıralamaya kalkışırsanız, başlama noktasında, seyirciden çok yarışmacı olacaktır! – İlk ‘sözlü yarışmalar’ için benim önerim, diye devam etti Bilge, beş büyük dinin temsilcilerini davet etmek: Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm ve Budizm. Bir başka yıl, başka temsilcileri davet ederiz. Kral’ın aksine, Soytarı bu öneriden hoşlanmamıştı. – Benim de bir teklifim var, dedi. Bu ‘SY’lerde özgür düşünceye yer verilmemesini doğru bulmuyorum. Altıncı bir yarışçının davet edilmesini öneriyorum… bu yarışçı da Tanrıtanımaz olsun! Kral’la, Bilge ilk kez Soytarı’yla aynı görüşteydiler. Aynı gün, seçilen beş dinin en üst düzey temsilcilerine ve Uluslararası Hür Düşünce Derneği’ne davetiyeler gönderildi. Aday seçimi Davetiyeyi her alan, şaşırıyordu. Roma’daki Katolik Kilisesi ‘nin. kardinali, dinler arası böyle bir konuşmaya davet edildiği için hem gurur duyuyor, hem de çağrılmamış olan Ortodoks ve Protestan din kardeşlerine karşı kendini mahcup hissediyordu. Kardinal, Papa’ya danıştıktan sonra Cenevre’deki Piskoposlar Meclisi’ne ve İstanbul’daki Patrikhane’ye birer resmi mektup faksladı. İslam Birliği’nin genel sekreteri, Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’nin rektörü ile görüştü. Uluslararası Musevi Konseyi’nin başkanı da benzer bir davranış gösterdi: Scopus Tepesindeki, Kudüs İlahi-yat Fakültesinde görev yapan ve yakından tanıdığı bir profesöre danıştı. Dalay Lama, Sri Lanka’da, Tayland’da, Japonya’da ve öbür Güneydoğu Asya ülkelerinde yaşayan Budist dostlarına, kendisine gönderilen davetiyenin bir kopyasını yollama inceliğini gösterdi. Uluslar-arası Budist Federasyonu’nun, Uluslararası Budist Dostları’nın ve Budist Rahipler Cemaati’nin, konudan ne şekilde haberdar edildikleri tam olarak bi-linmiyor.

Ama sonuçta haber hepsine ulaşmıştı. Hinduların karar alma süreçleri daha karma-şıktı. Davetiye, Kalküta yakınlarında, Belur Math’da bulunan Ramakrişna tarikatına ulaşır ulaşmaz, birçok ünlü Swami durumdan haberdar edilmişti. Aralarında ne gibi tartışmalar yaşandığı, hala bilinmiyor. Dünya Hür Düşünce Birliği’nin başkanı ise, dünyanın dört bir yanına dağılmış olan üyelerine doğrudan haber verdi. Hatta, Rasyonalist Birlik’e ve Sor Julian Huxley’nin kurmuş olduğu International Humanist and Ethical Union’a (Uluslararası Hümanist ve Törebilim Birliği) bile mektubun bir kopyası gönderildi. Büyük Dinler Turnuvası’na çağrılmış olmanın, tüm davetli kurumları altüst ettiği bir gerçek. En çok da davet edilmemiş olup da, konudan haberdar olanları: Ne yazık ki rekabet, evrenseldir… Herkesin kafasından binlerce soru geçiyordu. Kim, bir din adına -ya da Tanrıtanımazlık adına-adilce konuşabilirdi? Tüm dünya görüşlerinde var olan farklı eğilimleri yakından tanıyan, bunları başkalarına iyi bir biçimde sunabilecek temsilciler seçmek gerekecekti. Yoksa Turnuva boykot mu edilmeliydi? Peki ya öbür konuklar giderse, orada bulunmama riski göze alınabilir miydi? Theravâda, Mahâyâna ve Vajrayâna’daki Budistler, Şivayit, Vişnuyit ve Şaktit Hindular, Sünni ve Şii Müslümanlar, muhafazakâr, gelenekçi ve özgürlükçü Museviler, Katolik, Ortodoks ve Protestan Hıristiyanlar arasında, aylarca süren sıkı pazarlıklar yapıldı. Boş yere Kral’a, birden fazla temsilci göndermeyi teklif ettiler. Bilge’nin önerisini göz önüne alan Kral ise, her inanışın tek kişiyle temsil edilmesi konusunda ısrarlıydı. Birbirinden farklı altı bakış açısıyla yüzleşmenin yeterince zor olduğunu, her birinin dünya görüşlerindeki ayrıntıları işe karıştırmanın durumu daha da güçleştireceğini savundu. Hatta kendi içinde birlik sağlayamamış bir dinin, halkını nasıl bir araya getirebileceğini bile sordu. Az daha turnuva hiç gerçekleşemeyecekti.

Yüreklere ve olaylara şaşırtıcı bir yön veren Tanrı, Yazgı ya da Talih olmasaydı. Yarışların açılışı Kral heyecanlıydı. Bu kadar boş sözden, kararsızlıktan, bekleyişten ve hık mıktan sonra, en sonunda ‘onun’ ‘SY’leri başlayacaktı. Üç rüyalı gecenin üstünden bir yıl geçmişti. – Farkında mısın, Soytarı? insanlık tarihinde ilk kez, Büyük Dinler Turnuvası’nın açılışını gerçekleştireceğiz. – Belki de sonuncusu olur, diye mırıldandı siyahlar içindeki adam. Karşılıklı gerçeklerim savunmak adına öylesine birbirlerine girecekler ki, bir daha asla yüz yüze gelmek istemeyecekler. Tiyatro salonuna dönüştürülmüş olan eski bir manastır, Turnuva’ya ev sahipliği yapmak üzere yelliden düzenlenmişti. Büyük, aydınlık salonun orta yerinde bir çeşme çağlıyordu. Altı kişiden oluşan jürinin -halkın arasından seçilmiş üç erkek ve üç kadının- oturacağı bir set kurulmuştu. Yanlarında, ‘Turnuva’nın hakemi olan Bilge ile Soytarı duruyordu. Üstlerinde de, bütün salonun görebildiği ve görülebildiği bir yerde oturan Kral dikkati çekiyordu. ‘Şampiyonlar’ için altı koltuk hazırlanmıştı. Salonun geri kalanı halka ayrılmıştı. Herkese, içinde yarış saatlerinin ve tanıtılacak olan dinlerin kısa birer sunumunun yer aldığı küçük dosyalar verildi.

1 Şenliklerin başlamasından uzun süre Önce, bütün yerler dolmuştu. Son anda fazladan yer ayarlanması ve ses ve görüntü düzeninin yeniden gözden geçirilmesi gerekti. Saat tam ikide orkestra, Turnuva için özel olarak bestelenmiş olan marşı çalmaya başladı. Herkes, az sonra salona girecek olan korteji selamlamak üzere ayağa kalktı. Gerçeği söylemek gerekirse, protokolü hazırlamak oldukça zaman almıştı. Alınganlığa fırsat vermemek için, temsilcilerin salona, alfabetik sırayla girmelerine karar verilmişti. İşin ilginç yanı, orkestranın birkaç dakikadır marşı çalıyor olmasına karşın, görünürde kimsecikler olmamasıydı. Yarışmacıların girecekleri şeref kapısının önünde duran korumalar, aralarında fısıldaşmaya başladılar. Ortada ters giden bir şeyler vardı. Sonra birdenbire, utangaç adımlarla ilerleyen biri belirdi. Programda bildirilenin aksine, Şeyh Ali bin Ahmed değildi bu. Hoparlörlerden, son derece tumturaklı bir ses yükseldi: – Hıristiyan ekibini temsilen, İsviçre’den Doktor Christian C1ement. Salondan son derece ölçülü bir alkış yükseldi. İlk temsilci kararsızca, kendisi için ayrılmış olan yere oturdu. Hemen arkasından öbür yarışmacılar onu izledi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir