Simon Beckett – Olulerin Fisiltisi

Deri. İnsan organlarının en büyüğü, aynı zamanda en fazla gözden kaçanıdır. Vücut kütlesinin sekizde birini oluşturduğu düşünülecek olursa, ortalama bir yetişkinin derisinin kapladığı alan aşağı yukarı iki metre karedir. Yapısı bakımından deri bir sanat eseridir. İç içe geçmiş kılcallar, bezler ve sinirlerden oluşur ve hem dengeleyici hem de koruyucu bir organdır. Dış dünya ile olan duyusal arayüzümüzdür, bireyselliğimizin -kendimizin- sınırını belirleyen bariyerdir. Ve ölümde bile o bireysellikten bir şeyler kalır. Beden öldüğünde, hayatın denetim altında tuttuğu enzimler zincirlerini koparır. Hücre duvarlarını hızla yiyerek içlerindeki sıvıların dışarı akmasına sebep olurlar. Sıvı yüzeye çıkar, deri tabakalarının altında toplanarak çözülmelerine yol açar. O âna dek bir bütünün ayrılmaz iki parçası olan deri ve beden ayrılmaya başlar. Kabarcıklar oluşur. Vücudu bandaj gibi saran bütün deri, sıcak bir yaz günü çıkarılmak istenen bir ceket gibi soyulup atılır. Fakat ölü ve atık olsa da, deride eski halinden izler kalır. Hâlâ anlatacak bir öyküsü ve sakladığı sırları vardır.


Bakmasını biliyorsanız tabii. Earl Bateman sırtüstü yatıyordu, yüzü güneşe dönüktü. Başının üstünde, mavi Tennesse göğünde kuşlar daireler çiziyordu. Hava bulutsuzdu, sadece bir jetin yavaş yavaş dağılan duman izi görülüyordu. Earl güneşi hep sevmişti. Güneşin altında balık avladığı uzun bir günün ardından derisinin biber gibi yanmasından, parlak güneşin değdiği her şeye yeni bir görünüm vermesinden her zaman haz almıştı. Tennessee’de güneş hiç eksik olmazdı, ama Earl aslen Chicagoluydu ve oradayken geçirdiği soğuk kışlar kemiklerinde kalıcı bir üşüme hissi bırakmıştı. Yetmişli yıllarda Tennessee’nin Memphis kentine taşındığında karşılaştığı bataklık nemi, kendi şehrinin rüzgarlı sokaklarından çok daha fazla hoşuna gitmişti. Bakması gereken genç bir karısı ve iki küçük çocuğu olan ve küçük bir klinikte çalışan bir diş hekimi olarak, elbette istediği kadar dışarıda zaman geçiremiyordu, ama yine de nemli hava oradaydı işte. Hattâ esen rüzgarın insanın tenini kavurucu bir giysi gibi sardığı Tennessee yazlarının bunaltıcı sıcağı dahi hoşuna gidiyordu. Karısı Kate ve iki oğullarıyla paylaştıkları daracık dairelerinde bunalarak ve terleyerek geçirdikleri akşamlar bile. O zamandan bu yana işler değişmişti. Klinik büyümüştü ve o dairenin yerini uzun zamandır daha büyük ve daha iyi evler almaktaydı. İki yıl önce de iyi bir muhitte beş yatak odalı bir eve taşınmışlardı. Sayılan git gide artan torunlarının güvenle oyun oynayabilecekleri geniş, yemyeşil bir çimenliği vardı.

Sabahın erken vakitlerinde güneşin ışınları fıskiyenin incecik püskürttüğü sulara çarpıp kırılarak minyatür gökkuşakları oluştururdu. Kalp krizini de çimenlikte, büyük, yaşlı bir sarısalkımın ölü bir dalını kesmeye çalışırken terleyip küfürler ettiği sırada geçirdi. Testereyi dala saplı halde bırakıp eve doğru birkaç titrek adım atmayı ancak başardı ve ardından göğsündeki ağrıyla yere yığıldı. Yüzüne takılı oksijen maskesiyle ambulansta yatarken Kate’in elini sıkıca tuttu ve ona moral vermek için gülümsemeye çalıştı. Her zamanki gibi, hastanenin sağlık personeli ritmik bir ivedilikle koşuşturdu, hummalı bir şekilde iğneler ambalajlarından çıkartıldı, makinelerin çılgınca biplemeleri işitildi. Nihayet sesler sustuğunda bir rahatlama yaşandı. Kısa süre sonra da, doğduğumuz andan itibaren her birimize eşlik eden kaçınılmaz bürokrasi gereğince bir takım formların imzalanmasının ardından Earl taburcu edildi. Şimdi bahar güneşinin altında boylu boyunca uzanıyordu. Çıplaktı; çimenlerle yaprakların bir halı gibi örttüğü topraktan biraz yüksekte kalan tahta bir platformun üzerindeydi. Bir haftadan fazladır oradaydı; etleri eriyip dağılmış, mumyalaşmış derisinin altından kemikler ve kıkırdaklar açığa çıkmıştı. Kafasının arkasında hâlâ birkaç tutam saç duruyordu, boş göz çukurları masmavi göğe bakıyordu. Ölçü alma işini bitirdikten sonra, dış hekiminin cesedini kuşlar ve kemirgenlerden korumak için yerleştirilmiş tel kafesten çıktım. Alnımdaki teri sildim. İkindi vaktiydi ve mevsim yeni başladığı halde hava çok sıcaktı. Bu yıl bahar gelmekte gönülsüz davranıyordu, tomurcuklar şişkin ve ağırdı.

Bir iki hafta içinde manzara muhteşem olacaktı, ama Tennessee ormanlarındaki huş ağaçları ve akçaağaçlar yeni sürgünlerini, sanki bırakmak istemiyorlarmış gibi hâlâ koyunlarmda tutuyorlardı. Bulunduğum yamaç sıradandı. Güzel görünmekle birlikte, uzaklarda yükselen Smoky Dağları’nm heybetli silsileleri kadar çarpıcı değildi. Ne var ki burada, ziyaret eden herkesin etkilendiği, doğanın bambaşka bir yanı sergileniyordu. Dört bir yanda, çeşitli çürüme evrelerindeki insan bedenleri vardı. Ağaç altlarındaki çalılıklarda, güneşin alnında ve gölgede yatan sayısız ceset. Daha yeni olanlar çürümeyle oluşan gazlardan ötürü şişmiş, daha eski olanlarsa kösele gibi kurumuştu. Bazıları görünürde değildi, ağaç diplerindeki çalılıklara gömülmüştü ya da araba bagajlarındaydı. Az önce ölçümünü yaptığım ceset gibi, bir kafes veya bakla zincirli paravan içinde tutulan diğerleriyse tüyler ürpertici bir enstalasyon sanatı sergisindeki parçalara benziyorlardı. Fakat buranın amacı çok daha ciddiydi. Ve çok daha halka kapalı. Malzemelerimi ve bloknotumu tekrar çantama koydum, elimdeki katılığı gidermek için esnetme hareketleri yaptım. Avucumda boylu boyunca ilerleyen beyaz çizgi, etimin kemiğe kadar kesilmesinden kalan izdi. Hayat çizgisini tam ortadan ikiye bölüyordu ki, geçen yıl beni az kalsın öldürecek olan bıçağın hayatımı değiştirdiği düşünülürse gayet uygundu. Çantamı omuzuma asıp doğruldum.

Ağırlığı yüklenirken karnımda yalnızca çok hafif bir sancıma oldu. Kaburgalarımın altındaki yara tamamen iyileşmişti ve dokuz aydır aralıksız devam ettiğim antibiyotik tedavisini birkaç hafta içinde sonlandırabilecektim. Hayatımın geri kalanı boyunca enfeksiyona yatkın olacaktım, ama sadece dalağımı ve bağırsaklarımın bir parçasını kaybettiğim için kendimi şanslı sayıyordum. Kaybettiğimi kabullenmekte güçlük çektiğim şey başkaydı. Diş hekimini yavaş ilerleyen çürüme süreciyle baş başa bıraktım ve çalılıkların kısmen gizlediği kararıp şişmiş bir cesedin yanından geçtikten sonra, ağaçlar arasında kıvrılarak ilerleyen dar toprak yolu takip ettim. Gri ameliyat önlüğü ve pantolon giymiş genç, siyahi bir kadın, devrilmiş bir ağaç gövdesinin gölgesinde yatan, kısmen gizlenmiş haldeki bir cesedin yanma çömelmişti. Kıvranan kurtçukları cesetten bir cımbızla alıp her birini ayrı bir kavanoza koyuyordu. “Merhaba Alana,” dedim. Kafasını kaldırıp gülümsedi, cımbızı tutan eli havadaydı. “Merhaba David.” “Tom buralarda mı?” “Son gördüğümde aşağıda setlerin oradaydı,” dedikten sonra arkamdan seslendi: “Bastığın yere de dikkat et. “İlerideki çimenlikte bir savcı var.” Yoluma devam ederken, anladım dercesine elimi kaldırdım. Yola paralel ilerleyen, yaklaşık bir dönüm orman alanını çevreleyen bakla zincirli yüksek bir çit vardı. Çitin üzerine jiletli tel döşenmiş ve önüne de ikinci bir tahta çit çekilmişti.

Giriş çıkış yapılabilecek tek nokta geniş çit kapısıydı. Üzerindeki tabelada düz siyah harflerle Antropoloji Araştırma Tesisi yazılıydı, ama resmî olmayan ve daha çok bilinen başka bir adı vardı. İnsanların çoğu buraya sadece Ceset Çiftliği derdi. Önceki hafta Londra’daki evimde, hazırladığım çantaları ayağımın dibine bırakmış, karo döşeli koridorda dururken, solgun bahar şafağından kuşların tatlı şakımaları geliyordu. Yapılması gereken her şeyi yapmıştım, ama yine de zihnimde son bir kez kontrolden geçirdim. Pencereleri kapattım, posta servisine bana gelen mektuplan eve yollamaması talimatını verdim, şofbeni kapattım. Gergin ve huzursuz hissediyordum. Sık sık yolculuğa çıksam da bu defaki farklıydı. Bu yolculuktan geri döndüğümde beni bekleyen birisi olmayacaktı. Taksi geç kalmıştı, ama uçağa yetişmek için bol bol vaktim vardı. Yine de kendimi ikide birde saatime bakarken buldum. Durduğum yerden yaklaşık bir metre ilerideki siyah-beyaz Victorian yer karolarına gözüm takıldı. Başka tarafa baktıysam da iş işten geçmişti, o baklava desenini görmek her zaman olduğu gibi hafızamı tetiklemişti. Ön kapının yanındaki zemin ve birleştiği duvar kandan temizleneli çok olmuştu. Hastanede yattığım sırada bütün koridor boyanmıştı.

Geçen yıl burada yaşanan olayı hatırlatacak hiçbir fiziksel belirti kalmamıştı. Fakat aniden klostrofobi hissine kapıldım. Karnıma fazla yüklenmemeye dikkat ederek çantalarımı dışarıya taşıdım. Ön kapıyı kapattığımda taksi de gelip yanaştı. Kapıyı arkamdan kapattığımda çıkan tok ses, son sözü söyledi. Arkama hiç dönüp bakmadan uzaklaştım ve dizel dumanları çıkararak motoru çalışır halde bekleyen taksiye doğru yürüdüm. En yakın metro durağında taksiden indim ve Piccadilly-Heathrow hattında çalışan bir trene yetiştim. Sabah koşuşturmacası için henüz çok erken olmasına rağmen vagonda yolcular vardı, Londralıların içgüdüsel kayıtsızlığıyla birbirlerine bakmaktan kaçmıyorlardı. Kentten ayrılmak iyi gelecek diye düşündüm şevkle. Hayatım boyunca, Londra’dan uzaklaşma ihtiyacı hissettiğim bu ikinci seferdi. Karımla kızımın ölümlerinin ardından paramparça olmuş bir hayatla ayrıldığım ilkinden farklı olarak, bu sefer geri döneceğimi biliyordum. Ama bir süreliğine buradan kaçmaya, son yaşadığım olaylarla arama mesafe koymaya ihtiyacım vardı. Üstelik aylardır çalışmıyordum. Bu yolculuğun normal yaşamıma dönmemi kolaylaştıracağını umuyordum. Ve halen işimi yapıp yapamadığımı öğrenmeyi.

Bunu öğrenmek için, gittiğim yerden daha iyisi yoktu. Tennessee’deki tesis son zamanlara kadar türünün tek örneğiydi. Dünyadaki bu tek açık hava laboratuvarmda, adli antropologlar çürüme sürecini incelemek için gerçek kadavralar kullanarak, ölümün ne zaman ve ne şekilde gerçekleştiğini gösterebilecek temel işaretlerin kaydını tutarlardı. Şimdiyse Kuzey Carolina’da ve yerel halkın akbabalar üşüşecek endişesi giderilir giderilmez Teksas’ta da benzer birer tesis kurulmuştu, hattâ Hindistan’da da olduğundan bahsedildiğini işitmiştim. Ama kaç tane benzeri olduğunun önemi yoktu, çünkü insanların çoğunun zihninde Tennessee’deki araştırma tesisi hâlâ asıl Ceset Çiftliği’ydi. Knoxville şehrindeki tesis Tennessee Üniversitesi Adli Antropoloji Merkezi’nin bir parçasıydı. Kariyerimin başlarında orada eğitim görme şansım olmuştu, fakat son gelişimden bu yana seneler geçmişti. Tesisin müdürü ve eski hocam Tom Lieberman’ın dediği gibi, fazla uzun zaman geçmişti. Heathrow Havaalanının bekleme salonunda oturmuş, panel camlı pencereden uçakların yavaş ve sessiz dansını seyrederken geri dönmenin nasıl olacağını düşündüm. Hastaneden çıktıktan sonra aylar boyu süren acılı iyileşme evresinde -ve daha da acılı geçen müteakip süreçte- bir aylık bir yolculuk ihtimali iple çektiğim, şiddetle ihtiyaç duyduğum taze bir başlangıç umudu olmuştu. İşte şimdi gerçekten yola çıkmıştım ve ilk kez olarak o an içimde acaba bu yolculuğa çok mu fazla umut bağlıyorum kuşkusu doğdu. Chicago’da iki saatlik molanın ardından aktarmalı uçuşuma yetiştim. Uçak Knoxville’e inerken bir fırtınanın ucu hâlâ gümbürdüyordu. Ama kısa süre sonra hava açıldı, bagajımı aldığım sırada güneş çıkmaya başlamıştı. Derin bir nefes alıp, bir araba kiralamak üzere havaalanı terminalinden çıktım.

Havadaki alışık olmadığım rutubet hoşuma gitmişti. Yollardan buğular yükseldikçe, ıslak asfaltın geniz yakan kokusu geliyordu. Ağır ağır uzaklaşan mavi-siyah fırtına bulutu yığınlarının oluşturduğu fonda, yağan yağmur otoyol civarındaki gür çimenli kırların yeşiline göz kamaştırıcı bir canlılık katıyordu. Şehre yaklaşırken neşemin yerine gelmeye başladığını hissetmiştim. İşe yarayacak. Üstünden daha bir hafta geçmemişken bugün bundan artık o kadar emin değildim. Takip ettiğim patika, çıplak bir kızılderili çadırı iskeletine benzeyen, ağaçtan yapılma, yüksek bir üçayağın bulunduğu bir açıklığın kenarından geçiyordu. Üçayağın alttaki platformunun üzerinde, kaldırılıp taşınmayı bekleyen bir ceset yatıyordu. Alana’nm uyarısını da hatırlayarak patikadan ayrılıp açıklıktan geçtim ve ormanlık alanda toprağa sabitlenmiş, düz geometrik yapıdaki çok sayıda dikdörtgen beton sete doğru ilerledim. Yere nüfuz eden radarların cesetlerin yerini saptamada ne kadar etkili olduklarım görme amaçlı bir deneyin parçası olarak, bu setlerin içine insan kalıntıları gömülmüştü. Çino pantolonlu, geniş, sarkık kenarlı fötr şapka takmış, sırık gibi bir figür birkaç metre ötede kaşları çatık bir halde diz çökmüş, topraktan dışarı çıkan bir parça borunun üzerindeki ölçüm aletini inceliyordu. “Nasıl gidiyor?” diye sordum. Parmağıyla hafifçe dürttüğü ölçüm aletini tel çerçeveli gözlüklerinin ardından dikkatle incelerken kalasını kaldırmadan “Bu kadar güçlü bir kokuyu yakalamanın kolay olacağını düşünürdün, değil mi?” dedi. Telaffuzundaki düz ünlüler Doğu Kıyısı kökenini ele veriyor, Tennessee’nin güney aksanındaki gibi, ünlüleri uzatıp sözcükleri birleştirerek konuşmuyordu. Onu tanıdım tanıyalı Tom Lieberman kendi ‘Kutsal Kase’sini arıyor, bedenin çözülmesiyle ortaya çıkan gazları molekül molekül analiz ederek çürüme kokusunu teşhis edebilmeyi hedefliyordu.

Evinin döşeme tahtaları altında bir fare ölmüş olan herkes bu kokuyu bilir. İnsan duyularıyla artık algılanamaz olduktan çok sonra da bu koku varlığını sürdürür. Köpekler, gömülmesinin üstünden yıllar geçmiş bir cesedi koklayarak bulmak için eğitilebilir. Tom’un teorisi, köpeklerle hemen hemen aynı işi yapacak bir sensör geliştirmenin mümkün olabileceğiydi. Böylece cesetlerin yerini saptayıp onları yüzeye çıkarmak son derece kolaylaşacaktı. Ama başka her şeyde olduğu gibi, bu konuda da teori ve pratik apayrı şeylerdi. Ya hayal kırıklığını ya da işinin bittiğini ifade eden bir homurtunun ardından “Tamam, bu kadar,” dedikten sonra ayağa kalkarken diz eklemleri çatırdayınca yüzünü buruşturdu. “Bir şeyler yemek için kafeteryaya gidiyorum. Geliyor musun?” diye sordum. Araç gerecini toplarken hasretle gülümsedi. “Bugün olmaz. Mary sandviç hazırlayıp yanıma vermişti. Tavukla fasulye filizi ya da aynı derecede iğrenç başka bir sağlıklı yiyecek. Aklımdayken, bu hafta sonu akşam yemeğine davetlisin. Doğru düzgün bir yemek yemeğe ihtiyacın olduğunu kafasına sokmuş gözüküyor.

” Suratını astı. “Seni besiye çekmek istiyor, banaysa çiğ ot yediriyor. Adalet bunun neresinde?” Gülümsedim. Tom’un karısı harika bir aşçıydı ve Tom bunu biliyordu. “Seve seve geleceğimi söyle,” dedim. Keten çantasını omuzuna asarken sordum: “Taşımana yardım edeyim mi?” “Yo, hallederim.” Kendimi zorlamamı istemediğini biliyordum. Fakat çit kapısına doğru ağır ağır yürümemize rağmen, harcadığı efor yüzünden nefes nefese kaldığını görebiliyordum. Tom’la ilk tanıştığımda ellili yaşları yarılamıştı bile. Henüz çaylaklık evresindeki bir İngiliz adli antropoloğa cesaret vermekten dolayı mutluydu. O dönem, hatırlamayı arzu etmeyeceğim kadar uzak geçmişte kalmış ve aradan geçen yıllar izlerini bırakmıştı. İnsanların anılarımızdaki gibi kalmasını bekleriz, ama tabii asla öyle olmaz. Tom’la yeniden karşılaştığımda, ne kadar değişmiş olduğunu görünce yine de sarsılmıştım. Adli Antropoloji Merkezi’nin müdürlüğünden ne zaman emekli olacağını resmen açıklamamış olsa da herkes muhtemelen yıl sonundan önce olacağını biliyordu. Yerel gazete iki hafta önce onun hakkında, röportajdan çok şükranların sunulduğu bir yazı havasında olan etraflı bir makale yayınlamıştı.

Tom eskiden basketçiydi ve hâlâ öyle görünüyordu, yalnız sinsice ilerleyen yaşlılık zaten çok zayıf olan vücudunu iyice sıskalaştırmıştı. Çöken avurtlarına bir de açılmaya başlayan alm eklenince, hem çilesi bir tipe hem de endişe verici şekilde çelimsiz bir görünüme bürünmüştü. Ama gözlerindeki parıltı hiç değişmemişti, tıpkı mizah duygusu ve insan doğasına olan hiç zayıflamayan inancı gibi oysa kariyeri boyunca o doğanın bütün karanlık yanlarını gezip durmuştu. Gömleğimin altında kalan çirkin yara izini hatırlayarak Halbuki sen en ufak bir hasar bile almadın dedim içimden. Tom’un steyşın arabası tesisin bitişiğindeki otoparktaydı. Çit kapısında durduk, dışarı çıkmadan evvel koruyucu eldivenlerimizi ve galoşlarımızı çıkarttık. Girişi engelleyen çit kapısını arkamızdan kapatınca, diğer taraftaki cesetlerin varlığını akla getirebilecek bir şey kalmadı. Çitin öte tarafında sıcak rüzgarla sallanıp hışırdayan ağaçlar olağan ve zararsız görünüyor, tomurcuklarla dolu çıplak dalları çimenlere yeni hayatın gölgesini düşürüyordu. Otoparka varır varmaz cebimden telefonumu çıkarıp açtım. Yasaklayıcı bir kural bulunmamasına rağmen tesisin içindeki huzur ve sessizliğin telefon zilleriyle bozulmasından rahatsız oluyordum. Gerçi telefon filan beklediğim yoktu. Benimle irtibata geçmek isteyebilecek kişiler ülke dışında olduğumu biliyorlardı ve konuşmayı en çok istediğim insan da aramazdı. Tom bagajı açıp çantasını bırakırken telefonu tekrar cebime koydum. Nefesinin daraldığını belli etmemeye çalışırken ben de bunu fark etmiyormuş gibi yaptım. “Seni kafeteryaya bırakayım mı?” diye sordu.

“Hayır, teşekkür ederim, yürüyeceğim. Egzersize ihtiyacım var.” “Hayranlık verici bir disiplin. Beni utandırıyorsun.” Telefonu çalınca sustu ve ekrana göz attı. “Affedersin, buna cevap vermem, lazım.” Yanından ayrılarak otoparktan geçmek üzere yürümeye başladım. Her ne kadar tesis Tennessee Üniversitesi Tıp Merkezi kampüsünde olsa da, ondan tamamen bağımsızdı. Kampüsün sınırındaki ağaçlıklı alanda başka bir dünyaya ait gibiydi. İşlek hastanenin modern binaları ve parklara benzeyen yeşil alanları, hastalar, öğrenciler ve sağlık personeliyle sürekli bir koşuşturma halindeydi. Bir bankta bir hemşire kot pantolonlu genç bir adamla gülüşüyor, bir anne ağlayan çocuğunu paylıyor, bir iş adamı cep telefonunda hararetli bir konuşma yapıyordu. Buraya ilk geldiğimde, çit kapısının öte tarafında sessizce süren çürüme ile bu tarafındaki hareketliliğin normalliği arasındaki zıtlığı kabul etmekte zorlanmıştım. Şimdiyse pek farkında bile değildim. Zamanla insan hemen her şeye alışabiliyor. Basamakları hızlı hızlı çıkıp kafeteryaya giden patika yola girdiğimde, nefesimin önceki kadar daralmadığını görünce sevindim.

Birkaç metre yürüdükten sonra arkamdan telaşlı ayak seslerinin geldiğini işittim. “David, bekle!” Sese döndüm, Benim yaşlarımda ve boyumda bir adam hızlı hızlı bana doğru geliyordu. Paul Avery tıp merkezinin yükselen yıldızlarından biriydi, daha şimdiden hemen hemen herkes ona Tom’un halefi gözüyle bakıyordu. İnsan iskeleti biyolojisi dalında uzmandı, ansiklopedik bir bilgiye sahipti ve büyük elleriyle küt parmakları cerrahlarmki kadar hünerliydi. “Yemeğe mi gidiyorsun?” diye sordu, adımlarıma ayak uydurarak. Neredeyse maviye çalan simsiyah kıvırcık saçları vardı ve tıraşı gelmiş sakalı çenesini karartmıştı. “Sana katılmamın sakıncası var mı?” “Tabii ki yok. Sam nasıl?” “İyi. Birkaç bebek giysisi dükkanını dolaşmak için bu sabah Mary’yle buluştular. Kredi kartının ciddi bir darbe alacağım sanıyorum.” Gülümsedim. Bu gelişimden önce Paul’ü tanımazdım, buna rağmen gerek o gerekse hamile eşi Sam beni olağanüstü dostça karşılamışlardı. İlk çocuklarını doğuracak olan Sam gebeliğinin sonlarındaydı. Paul çok tecrübeliymiş de artık kanıksamış gibi görünmek için elinden geleni yaparken, Sam hiç heyecanım gizlemeye çalışmıyordu. “Seni gördüğüme sevindim,” diye devam etti Paul.

“Doktora öğrencilerimden biri nişanlandı, bunu kutlamak için birkaçımız bu akşam şehir merkezine gidiyoruz. Rahat bir ortam olacak, sadece yemek yeyip bir şeyler içeceğiz. Sen de gelsene,” Tereddüt ettim. Teklife minnettardım, ama bir grup yabancıyla dışarı çıkma fikri cazip gelmiyordu. Gönülsüzlüğümü görünce “Sam geliyor, Alana da, yani tanıdığın insanlar da olacak,” diye ekledi. “Hadi ama, eğleneceğiz.” Hayır demek için sebep bulamayınca “Pekala… Tamam o zaman, teşekkürler,” dedim. “Harika. Seni otelinden saat sekizde alırım.” Yakınımızdaki yoldan bir araba kornasının sesi geldi. Dönüp bakınca Tom’un steyşın vagonunun kaldırıma yanaştığını gördük. Pencereyi indirip bizi eliyle çağırdı. “Az önce Tennessee Araştırma Bürosu’ndan telefon ettiler. Gatlinburg yakınlarında bir dağ kulübesinde bir ceset bulmuşlar. İlginç bir olaya benziyor.

Paul, eğer meşgul değilsen belki benimle gelip bakmayı istersin diye düşündüm.” Paul kafasını iki yana sallayarak “Üzgünüm,” dedi, “bütün öğleden sonra meşgulüm. Master öğrencilerinden biri yardım edemez mi?” “Olabilir herhalde.” Tom gözlerinde bir heyecan pırıltısıyla bana döndü. O daha söylemeden ne diyeceğini biliyordum. “Ya sen David? Biraz saha çalışması ilgini çeker mi?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir